KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN UZ (Çanakkale) - Sayın Bakanım, Sayın Başkan, değerli Komisyon üyeleri, kıymetli basın mensupları, Meclisimizin çalışanları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmaya geçmeden önce Sayın Bakanımızı cankulağıyla dinledik, sunumları için teşekkür ediyorum. Geçmişten geleceğe değil de bugünden yarına daha çok ağırlıklı bir sunum oldu yani uzun noktada vaatlerle ilgili. Tabii ki bununla ilgili atalarımızdan kalan güzel bir söz var bize: "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz." Biz de yirmi üç yıllık iktidarın artık ne söylediğine değil, ne yaptığına daha çok dikkat eder hâle geldik. Bugün getirdiğiniz maketlerle ilgili de geçen sene hatırladığımız kadarıyla orada bir KAAN vardı, KAAN uçağı vardı. Fakat Dışişleri Bakanı "Ya bu adamlar KAAN'ın motorunu vermiyor." deyince yıllardır KAAN üzerinden yapılan propaganda bir anda çöp oldu. İnşallah bunlar da çöp olmaz diye umut ediyoruz.

Evet, kıymetli Komisyon üyeleri, Türkiye'nin sanayileşme vizyonunu, üretim gücünü ve teknoloji geleceğini elbette konuşuyoruz. Şimdi, karşımızda rakamlar değil sadece, gelir ve gider sütunlarından ibaret rakamlardan bahsetmeyeceğiz, bir ülkenin niyetini, istikametini ve vicdanını da temsil eden bir bütçeyi konuşacağız. O yüzden diyoruz ki bütçeler devletlerin vicdan defteridir, o deftere yazılan her rakam aynı zamanda bir kararın, bir önceliğin ve bir tercihin ifadesi olur. Bütçe bir hükûmetin vicdanına düşen aynadır, o aynaya baktığımızda karşınıza çıkan şey fabrikalarda ter döken işçinin alın teri midir, yoksa rant sofralarında kadeh kaldıranların gölgesi midir? İşte bu sorunun cevabı bu bütçenin sayılarında gizlidir. Biz muhalefet olarak da bu tabloya sadece rakamlarla değil, insan hikâyeleriyle de bakmamız gerektiğini belirtmek istiyoruz. Çünkü bütçenin muhatabı Excel tablolarındaki kalemler değil, sabah saat beşte atölyesini açan sanayici, borusunu üfleyerek çelik döken ustadır. O yüzden bütçe bizim için sadece bir mali belge değil, aynı zamanda bir adalet tesisidir. Önümüzde duran bütçe Türkiye'nin nasıl bir gelecek istediğini de göstermektedir. Şimdi soru şu: Bilimle mi kalkınacağız, yoksa ithalatla mı oyalanacağız? Üreteni mi destekleyeceğiz, yoksa tüketeni mi besleyeceğiz? Genç mühendise umut mu vereceğiz, yoksa bavulunu alıp gitmesine göz mü yumacağız? Eğer bütçe bu soruların hiçbirine olumlu yanıt vermiyorsa o zaman bu belge kalkınma planı değil, geleceğin ertelenmesinden başka bir şey olmaz. Türkiye'nin kaderini belirleyecek olan şey kasada ne kadar para olduğu değil, o paranın kime ne için ve hangi vicdanla harcandığıdır? Şimdi, gelelim bu vicdan defterinin sanayi sayfasını birlikte görmeye.

Kıymetli Komisyon üyeleri, 2025'te 135 milyar 419 milyon TL olan Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bütçesi 2026'da 124 milyar 497 milyona düşürülmüş, düşmüş yani sanayiye ayrılan kaynak yaklaşık 10 milyar lira azalmış ve bu da yüzde 8'lik bir düşüştür. Bu da ne demektir? Yatırımın, üretimin ve istihdamın frene basması demektir. Sanayi üretimi bu yılın üçüncü çeyreğinde TÜİK verilerine göre de yüzde 1,7 daralmıştır yani dünya gider Mersin'e, biz gideriz tersine olmuştur. İmalat sanayisi kapasite kullanım oranı 2025 itibarıyla yüzde 76,5 gerilemiştir yani makineler çalışmıyor, hatlar duruyor, işçiler kısa mesaiye geçiyor. Bunun sebebi, ekonomideki belirsizlik kadar sanayicinin de öngörü kaybıdır. KOBİ'lerin kalbi olan KOSGEB bütçesi 2025'te 12 milyar 704 milyon iken 2026'da 11 milyar 165 milyona düşürülmüş yani yüzde 12'lik bir azalma söz konusu ama aynı dönemde KOBİ'lerin enerji maliyeti, ham madde ve işçilik yüzde 30 artmış. Bu tabloyu nasıl açıklayacaksınız? Bugün Türkiye'de her 3 küçük işletmeden 1'i bankalara kredi başvurusunda teminat yetersizliği gerekçesiyle ret yiyor yani devlet desteğini çekmiş, bankalar üreticiye sırtını dönmüş. Sonuç: KOBİ üretimi düşüyor, istihdam azalıyor, ihracatın rekabet gücü kayboluyor. KOSGEB'in 2024 yılında destek verdiği işletme sayısı 65 bin idi, bugün 80 binlik bir hedef açıklanmış ama bütçe küçülürken matematik başka, saha başka, söylenen başka. Sanayicinin en büyük maliyeti artık ham madde değil enerji. Türkiye'nin enerji bağımsızlığı ve çevresel sürdürülebilirliği açısından da büyük önem taşıyan yenilebilir enerji yatırımları, maalesef, son yıllarda kamuoyunda birer rant aracı hâline gelmiş. 19 Kasım 2022'de EPDK tarafından yapılan Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliği değişikliği, kamuoyuna bilgi verilmeden yapılan başvurular, usulsüz tahsisler ve yatırım amacı taşımayan lisanslandırmalarla sektörde büyük bir rant kapısı açmıştır. Sektör temsilcileri açıkça söylüyor: Yönetmelik değişmeden önce eş dost listeleri hazırlanmış, santral yapılacak araziler önceden tahsis edilmiş, harçlar yönetmelik çıkmadan yatırılmış yani enerjide dönüşüm projesi halkın enerjisini sömüren bürokratik bir düzen hâline gelmiş. Yönetmelikle birlikte ölçüm verisi gerekliliği kaldırılmış, asgari sermaye şartı ortadan kalkmış, böylece enerji üretiminde adalet terazisi de bozulmuştur. 29 Temmuz 2025'te Enerji Bakanlığı yayınladığı Dağıtım Seviyesinden Transformatör Merkezi Bazlı Lisanssız Üretim Kapasite Tablosu'na baktığımızda, tablo bütün çıplaklığıyla önümüzde duruyor. Türkiye'nin 81 ilinde tahsil edilebilecek yeni kapasite miktarı sıfır megawatt. Yani ne demektir biliyor musunuz? Bu, sanayicinin önüne duvar örmek; bu "Üretim yapma, güneşi gör ama faydalanma." demektir.

"Küçük ve orta ölçekli işletmelerde kapasite yok." cevabı verilirken Konya Ovası'nda yandaş şirketler devasa yatırımlara başlamış, bazı trafo merkezleri kapasite dolu ilan edilirken aynı trafolarda belirli gruplara gece yarısı kapasite tahsisi yapılmıştır. Bu, devletin değil bir zümrenin enerji politikası olmuştur. EPDK'nin 2022 değişikliğinden sonra alınan lisansların bir bölümü yatırım amacıyla değil ticaret amacıyla el değiştirmektedir yani enerji, üretim aracı olmaktan çıkmış, borsa kâğıdına dönüşmüştür. Lisanslar elden ele gezerken Anadolu sanayicisi "Ölçüm verisi yok." bahanesiyle maalesef bekletilmektedir. Bütün bunların sonunda bir başka sorun daha doğmuştur: IPARD projeleri. Avrupa Birliği destekli bu projelerde yenilenebilir enerji yatırımı yapmak pozitif değerlendirme unsurudur ama kapasite tahsisi yapılmadığı için sanayici bu hibelere başvuru bile yapamıyor yani devlet bir yandan "Yeşil dönüşüm yap." diyor, öte yandan kapasite sıfır tabelası gösteriyor. Kısacası, sanayicinin eli kolu bağlanmış durumda.

Sayın Başkan, "enerji arz güvenliği" diyerek övünen bir hükûmet neden yenilenebilir enerjiye yatırım yapacak sanayici kapasite açmaz? Bu da en önemli sorudur.

Bir tekstil fabrikası günde ortalama 10 ila 15 bin kilovatsaat enerji tüketiyor, bir çimento tesisi 3 milyon kilovatsaat, bir demir çelik tesisi yılda 3 milyon kilovatsaat elektrik harcıyor. Bu fabrikalar bir ülkenin üretim kalbi ama bu kalp artık yükselen enerji faturaları sebebiyle atmıyorum. EPDK'nin verilerine göre son iki yılda sanayi elektrik tarifesi yüzde 180 oranında arttı, doğal gaz tarifesi 2022'den bu yana sanayi abonesi için yüzde 230 yükseldi. Sadece 2025'in ilk dokuz ayında elektrik fiyatlarına 3 kez, doğal gaza 5 kez zam geldi. Bu kadar sık değişen bir fiyat politikasında sanayicinin planlama yapmasını nasıl bekleyebiliriz? Nasıl yıllık üretim hedefi koyabilir? Nasıl ihracat sözleşmesi imzalayabilir? Enerji fiyatları bir yana, öngörülemezlik artık yapısal bir sorun hâline gelmiş. Türkiye bugün sanayici enerji maliyeti dâhil gelecek ay ne kadar olacağını konuşur hâle gelmiştir.

Sanayi üretimi 2025'in üçüncü çeyreğinde 1,7 daralmıştır. Bu daralmanın en büyük nedeni enerji maliyetlerindeki belirsizliktir. Sanayicinin her ay yeni tarife korkusu yatırımın önündeki görünmez bir duvardır. Bu kadar sınırlı destekli hangi fabrika enerji dönüşümü yapabilir?

Organize sanayi bölgelerinde durum daha da çarpıcıdır. Bugün Türkiye'de 353 OSB faaliyet göstermekte, bunların yalnızca yüzde 12'sinde ortak enerji üretim tesisi var yani sanayicinin ezici çoğunluğu ulusal tarife sistemine bağlı. Elektriğe zam geldiğinde OSB'deki her atölyenin ışığı sönüyor. OSB'lerde sabit fiyatlı enerji modeli ya da bölgesel enerji havuzu oluşturacak tek bir satır da bu bütçede göremiyoruz. Oysa sanayicinin istediği şey çok basit, her ay zam değil her yıl plan görmek, her sabah sürpriz değil her çeyrek istikrar dönemi görmek istiyor. Enerji verimliliği sadece kampanyayla değil yatırımla, teşvikle, uzun vadeli planla yapılır. Bu ülke enerji ithalatına yılda 50 milyar dolar öderken neden kendi güneşini, kendi rüzgârını kendi sanayicisinden dışlamaktadır.

Kıymetli milletvekilleri, Avrupa'da sanayiye uygulanan enerji politikalarına bir bakalım. Almanya 2024'te sanayi elektrik fiyat tavanını kilovatsaat başına 6 sent, Fransa sanayide kullandığı elektriğin yüzde 45'ini yeşil kaynaklardan sağlıyor, Polonya enerji yoğun sektörlere karbon vergisi desteği sağlıyor. Bizde ise sanayici hem yüksek fatura ödüyor hem de karbon vergisine hazırlıksız yakalanıyor. AB'nin 2026'da devreye girecek sınırda karbon düzenlemesi enerji maliyetinde ikinci bir yük hâline gelecek yani karbon yükü sanayicimize geliyor ama hâlâ güneş paneli, ısı pompası lüks yatırım olarak görülmeye devam ediyor.

Enerji sadece üretim maliyeti değildir bir bağımsızlık meselesidir de. Bugün Türkiye sanayicisi kendi elektriğini üretmek istiyor ama mevzuatınız buna müsaade etmiyor. Sektör temsilcilerinin çağrısı nettir, kapasite tahsisleri şeffaf ve hakkaniyetli biçimde yapılmalıdır. Lisanssız başvurulara eşit erişim sağlanmalı, teknik kısıtlılık gerekçesiyle keyfî engellemeler son bulmalıdır. Tahsis edilen kapasitelerin yatırım yapılmadan el değiştirmesi mutlak suretle engellenmeli, rant lisansları da iptal edilmelidir. IPARD projeleriyle çelişen bu uygulama ortadan kaldırılmalıdır. Bizim için mesele sadece enerji değildir, bu mesele adalet, üretim ve bağımsızlık meselesidir.

2024 sonunda sanayi tarifesi yüzde 43 artmış durumdadır. Bu, OSB'de üretim yapan orta ölçekli tesis yılda 15 milyon TL'nin üzerinde enerji tasarrufu ödüyor demektir. Bununla rekabet etmek isteniyorsa... Bakanlık "Enerji verimlilik yatırımlarını destekliyoruz." diyor ama 2026 bütçesinde bu başlık için ayrılan toplam bütçe sadece 0,8 bile değil yani 100 liranın altında 1 lira enerji verimliliğine gidiyor. Bu da sanayiciye "Daha verimli ol." deyip cebine para yerine taş koymaktan başka bir şey değildir.

Kıymetli milletvekilleri, AR-GE yatırımı bir ülkenin geleceğini belirler ama TÜBİTAK bütçesi 2025'te 51 milyar 864 milyondan 2026'da 46 milyar 163 milyona düşüyor, o da yüzde 11 azalıyor. Yani bunun anlamı şudur: Eksilen proje, ertelenen deney, kapanan laboratuvar. Türkiye'nin AR-GE harcaması gayrisafi millî hasılanın yüzde 1,3'ü seviyesinde, OECD ortalaması ise 2,7 yani yarı yarıya gerideyiz. Bu fark teknoloji üreten ile teknolojiyi ithal eden ülkeler arasındaki farktır yani bağımsızlık farkıdır. Bugün Merkez Bankası verilerine göre sektörün toplam kredi borcu 5,4 trilyon TL'ye ulaşmış ancak bu borcun sadece yüzde 24'ü uzun vadeli yatırım kredisi yani sanayici üretim için değil ayakta kalmak için borçlanıyor. Kredi faizleri yüzde 50'nin üzerinde, teminat oranları yüzde 130'a dayandı; bu tablo hangi girişimci için mantıklı olabilir? Sanayi Bakanlığının 2026 bütçesi reel sektörün toplam finansman ihtiyacının sadece 3,5'una denk geliyor yani ekonomik büyüklüğüyle orantısız, etkisiz bir bütçe olmuş oluyor. Türkiye'nin imalat sanayisi üretiminin yüzde 70'i ithal ara malına dayanıyor. Bu oran on yıl önce yüzde 62'ydi yani bağımlılığımız artıyor. Bu kadar açık ithalat bağımlılığı varken 2026 bütçesinde yerli üretim teknolojisi, ara malı yerleştirme fonu ya da tedarik zinciri dönüşüm desteği için bir ayrıntı, bir satır bile yok. Bütçenin dili hâlâ "İthal et, monte et, ihraç et." mantığıyla yazılmış. Bu, sürdürülebilir bir kalkınma modeli değildir; bu, bağımlılığı sanayi politikası hâline getirmektir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; şimdi gelelim AR-GE'ye yani bir ülkenin aklına, beynine, geleceğine. Bir ülke ne kadar üretirse üretsin bilim üretmiyorsa bir gün üretim yeteneğini de kaybedecektir. Bugün Türkiye'nin en büyük sanayi sorunu sadece ham madde ya da finansal değil bilimsel üretim eksikliğidir. Bakın, TÜBİTAK bütçesi 2025 yılında 51 milyar 864 milyon iken 2026'da 46 milyar 163 milyona düşmüş yani yaklaşık yüzde 11'lik bir kesintiye uğramış. Bu sadece bütçe daralması değildir, bu gelecekten çalınan da bir paydır. Her konuşmada "Yerli ve millî teknoloji hamlesi." diyorsunuz ama bu tablo hamle değil tam da geriye adımdır. Bu genç bilim insanına "Bekle." laboratuvar sahibine "Sabret." sanayiciye ise "İthal et." demektir. TÜBİTAK'ın desteği azaldığında sadece laboratuvar değil bir ülkenin hayal gücü de karanlığa gömülür çünkü AR-GE bir ülkenin sadece üretim altyapısını değil bağımsızlığını da belirler. Bugün bir ülke kendi çipini, kendi bataryasını, kendi sensörünü üretemiyor ise bu ülkenin sanayisi dışa bağımlı olmaya mahkûmdur. Biz bunu defalarca yaşadık. Savunma sanayisinde yabancı lisans krizi, otomotivde ithal batarya bağımlılığı, elektronikte çip kıtlığı, hepsi aynı sorunun sonucu; yetersiz AR-GE bütçesi ve dağınık teknoloji politikası. TÜİK'in 2024 verilerine göre Türkiye'nin AR-GE harcaması yüzde 1,3; OECD ortalaması 2,7; Güney Kore'nin ise 4,9 yani biz gelişmiş ülkelerin harcadığının yarısını bile AR-GE'ye ayıramıyoruz ama fark sadece rakamlar değil yaklaşım farkı da var. Onlar AR-GE'yi devletin stratejik yatırımı olarak görürken biz hâlâ sanki harcama kalemi olarak görmeye devam ediyoruz. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2026 bütçesinde AR-GE desteklerine ayrılan toplam pay 3,2. Bu oran bilgi ekonomisine geçmek isteyen bir ülke için sadece trajikomik bir rakam. Türkiye'nin ihracatında yüksek teknoloji ürünlerin payı şu anda 3,5; bu oran 2010'da ise 3,7'ydi yani on beş yılda ileri gitmek yerine geri gitmişiz. Siz AR-GE bütçesini kesip hâlâ "Türkiye Yüzyılı" derseniz o yüzyılın kapısını hiçbir zaman açamazsınız.

Bakın, bir örnek vereyim: 2024 yılında Almanya sanayi AR-GE bütçesini 78 milyar avroya çıkardı, Güney Kore sadece yeşil teknoloji dönüşümü için 43 milyar dolar fon ayırdı, bizim 2026 TÜBİTAK bütçemiz 46 milyar TL yani döviz bazında yaklaşık 1,3 milyar dolar. Bu, bir Alman eyaletinin üniversite araştırma bütçesini bile denk değil. Bu tabloyu görüp de hâlâ "teknoloji hamlesi" diyorsak bu "hamle" kelimesinin anlamını unuttuk ya da bilim artık lüks sayıyoruz anlamına gelir. Türkiye'nin laboratuvarlarında genç araştırmacılar proje desteği bulamadığı için çalışmalarını yarıda bırakıyor, bir kısmı Avrupa'ya bir kısmı Kanada'ya gidiyor. Bu, artık "beyin göçü" değil, "beyin göçürme" demek olmuş çünkü giden sadece insanlar değil, yıllarca verilen eğitim, birikim ve umut da yurt dışına gidiyor. Bir araştırmacının Hollanda'ya gidişi bu ülkenin yirmi yıllık eğitim yatırımının bavulla yurt dışına çıkması anlamına geliyor.

Sayın Başkan, sanayi politikamızın en temel sorunu planlama eksikliği ve öngörü yoksunluğudur. Bugün ihracatımızın 69,8'i ithal ara mallarına dayanıyor yani ihracat artarken bile cari açığımız büyüyor çünkü biz üretmiyoruz, montaj yapıyoruz. 2026 bütçesinde yerli ara malı üretimi için ayrılmış tek bir özel fon yok. Bu olmadan rekabet gücü yaratamayız, teknolojiye geçemeyiz, iş gücü tablolarında bu tablo çok daha ağır. Sanayide 2025 yılı itibarıyla yaklaşık 600 bin nitelikli personel açığımız da var. Meslek liseleri ile özel sektör arasındaki iş birliği oranı sadece yüzde 32'ye düşmüş durumda. Yani sanayi 4.0'ı konuşuyoruz ama sahada hâlâ kaynakçı, torna ustası, tekniker bulamıyoruz ve beyin göçü, son üç yılda 17 binden fazla mühendis ve yazılımcı yurt dışına gitmiş.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayınız Uz, iki dakika daha süre veriyorum, toparlayın lütfen.

RIDVAN UZ (Çanakkale) - Bir mühendisin yurt dışına gidiyor oluşuyla Türkiye onun yirmi yıllık emeğini, bilgisini ve eğitimini kaybediyor. Bu gidiş insan, dil, sermaye kaybı.

Avrupa Birliğinin sınırda karbon düzenlemesi 2026'da yürürlüğe giriyor. Türkiye ihracatının yüzde 41'i AB'ye gidiyor. Yani bu düzenleme sanayimizin neredeyse yarısını doğrudan etkileyecek ama bu bütçede karbon azaltımı, yeşil enerji, çevre dostu üretim için tek bir fon artışımız yok. Yeşil dönüşüm yatırımlarına ayrılan bütçe payı 0,6'da kalmış, bu tabloyla ihracatımız karbon vergisi ödeyecek, rekabet gücümüz AB kapısında eriyecek. Yani yakında yalnız vize değil, karbon duvarına da toslayacağız. Teşvik sistemi hâlâ büyük holdinglerin oyun alanı. 2024'te toplanan prim teşviklerinin yüzde 74'ü 500 firma arasında. Anadolu'daki sanayiciye düşen pay sadece yüzde 8. KOBİ teşviklerinde bürokrasi yükü ortalama yetmiş sekiz gün yani bir yatırım kararından teşvik onayına kadar neredeyse üç ay bekliyor. Bu sürede küçük işletme batıyor, büyükler ihaleyle daha da büyüyor.

"Yatırım, istihdam, üretim, ihracat" diyorsunuz ama bu dört kelimenin birimi, ölçülebilir bir hedefi yok. Kaç yeni fabrika kurulacak, kaç kişi istihdam edilecek, hangi sektör, hangi katma değeri yaratacak belli değil. Bu bütçe rakamlarla süslenmiş bir yönsüzlük belgesi. Biz diyoruz ki: Türkiye'nin kurtuluşu üretimdedir ama üretim planla, istikrarla, bilimle olur. Sanayiciye yıllar arası öngörülebilir bütçe sağlanmalıdır. Yerli ara malı fonu oluşturulmalıdır. KOBİ'lere doğrudan hibe ve teminat desteği verilmelidir. AR-GE ve yeşil dönüşüm harcamaları en az yüzde 2 artırarak yeniden düzenlenmelidir. Teşvikler yandaşa değil, üretim yapanlara verilmeli ve OSB'lerde enerji maliyeti sabit tarife sistemi devreye alınmalıdır. Çünkü üretici susarsa ekonomi susturulur. Bizim mücadelemiz deneyin, bilimin ve üretimin mücadelesidir. Hedefimiz katma değerli üretim; güçlü, adil, bağımsız bir Türkiye'dir diyor, teşekkür ediyorum.