Komisyon Adı | : | TARIM, ORMAN VE KÖYİŞLERİ KOMİSYONU |
Konu | : | |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 4 |
Tarih | : | 15 .10.2025 |
NEJLA DEMİR (Ağrı) - Teşekkürler.
Sayın Başkan, benim öncelikle usule ilişkin eleştirilerim olacak, onları söylemek istiyorum. Bugün burada biz basit teknik düzenlemeler için değil, ortak bir geleceği görüşüyoruz, ortak bir geleceği konuşuyoruz. Bütün toplumu bir bütün doğayı ilgilendiren ve etkileyen önemli bir düzenlemeyi görüşüyoruz. Ancak Komisyon üyesi olmama rağmen son dakika toplantıdan haberim oluyor. Sırf bu sebepten dolayı bugün bu toplantıya katılamayan Komisyon üyeleri var. Tabii ki bu doğru bir yöntem değil, bu noktada sizi eleştiriyorum ve şu an bakıyorum ancak göremiyorum. Bugün burada sivil toplum kuruluşları, çevre örgütleri, meslek odaları, ekoloji alanında çalışan bilim insanları olmalıydı, buraya bu toplantıya davet edilmeliydi ve görüşleri, önerileri alınmalıydı. Bizler de sizler de bu görüşlerden bu önerilerden faydalanabilmeliydik. İşte o zaman bugün adına "kamu yararı" dediğiniz şeylerin aslında kimin yararına olduğu tabii, açık, net bir şekilde ortada ama daha net bir şekilde ortaya konulabilinirdi diyorum.
Teşekkür ediyorum tekrar.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün görüşmekte olduğumuz bu teklif yalnızca teknik bir düzenleme değildir; doğayı, emeği ve toplumsal yaşamı doğrudan ilgilendiren politik bir tercihin ürünüdür. Bu teklif, AKP iktidarının yirmi yılı aşkın süredir sürdürdüğü neoliberal kalkınma anlayışının yeni bir halkasıdır ne yazık ki. Bu anlayış doğayı kamusal bir varlık olarak değil, sermayenin hizmetine sunulacak bir kaynak olarak görmektedir. Ormanlar, meralar, zeytinlikler, kıyılar ve sulak alanlar birer kamusal değer değil, yatırım mekânı olarak tanımlanmakta. Doğa, rant üretiminin nesnesine indirgenmektedir. Böylece ekolojik dengeyi, yerel yaşam alanlarını ve kamusal mülkiyeti korunması gereken hukuk bizzat talanın aracına dönüştürülmektedir. Bugün önümüzde duran bu teklif, doğa koruma yasalarının ruhunu değiştirmekte, 2872 sayılı Çevre Kanunu'nu, 2873 sayılı Millî Parklar Kanunu'nu ve 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu'nu koruma anlayışından uzaklaştırarak bir işletme mevzuatına dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, doğayı kamusal bir değer olmaktan çıkarıp ekonomik bir araç hâline getiren sistemin hukuki dayanağıdır. Teklifin gerekçesinde "doğa turizmi, ziyaretçi yönetimi, altyapı tesisleri" gibi kavramlar öne çıkarılıyor. Bu ifadeler ilk bakışta olumlu görünse de gerçekte öyle değil. Doğa koruma alanlarının ekonomik faaliyetlerle kuşatılmasının meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Koruma mantığı terk edilmekte, yerine işletme mantığı yerleştirilmektedir. Bu teklif, doğa koruma alanlarını turizm, enerji, haberleşme, petrol, doğal gaz ve termal su gibi yatırım alanlarına açmaktadır. Bu, doğrudan doğa tahribatını yasal hâle getirmek demektir. Korunan alanlar artık yalnızca turistik tesislerle değil, enerji iletim hatları, su ve kanalizasyon altyapısı, yollar, hatta termal su ve petrol tesisleriyle doldurulabilecektir. Bu yaklaşım doğa koruma değil, doğa işletme düzenidir. Bu teklifin en çarpıcı boyutlarından biri koruma statüsündeki alanlarda yapılacak her türlü inşaat, altyapı ve enerji yatırımı için çevresel etki değerlendirmesi yani ÇED raporu zorunluluğundan söz edilmemesidir. Oysa millî parklar, tabiat parkları, yaban hayatı geliştirme sahaları gibi alanlarda yapılacak en küçük müdahale bile ekosistem bütünlüğü üzerinde geri dönüşsüz etkiler yaratır. Elektrik iletim hatlarından su ve kanalizasyon altyapısına, doğal ve turistik tesislerden termal su projelerine kadar tüm bu faaliyetler için ÇED zorunlu olmalıdır. Tabii, ben de özellikle tekrar belirtmek istiyorum: ÇED raporu istememek, direk doğa kıyımına göz yummak demektir. Bunu belirtmek gerekiyor ayrıca. ÇED süreçlerini yatırımın önündeki engel olarak gören bu yaklaşım doğayı koruma değil, tahrip etme siyasetidir. Doğayı sermaye birikiminin aracı hâline getiren bu anlayış yalnızca doğayı değil, toplumun yaşam hakkını da yok saymaktadır. Bugün ÇED muafiyeti fiilen denetimsiz bir talan düzeninin adıdır, gerçek koruma yatırım kolaylığıyla değil, hukuki denetim, bilimsel ölçüt ve toplumsal katılım ilkeleriyle mümkündür. Bu teklif, aynı anlayışın devamı niteliğindedir. Doğa koruma alanlarını etkin yönetim, altyapı ihtiyacı ve kamu yararı gibi söylemlerle sermaye birikiminin nesnesi hâline getirmektedir. Bu düzenlemeler "koruma" kavramını tahrip ederek doğayı piyasaya açmakta millî parkları, tabiat alanlarını ve yaban hayatı sahalarını doğrudan özel sektörün kullanımına sunmaktadır. Böylece koruma öncelikli bir ekosistem anlayışı yerine, doğayı idari ve ticari olarak yönetilebilir bir gelir alanına dönüştüren rant modeli kalıcılaştırılmaktadır.
Doğayı koruma iddiasıyla hazırlanan bu teklifin en kritik yönlerinden biri, korunan alanları turizm, eko turizm ve rekreasyon faaliyetleriyle kullanılabilir alanlar hâline getirmesidir. Oysa bilimsel olarak sabittir ki, millî parkları turizme açarak koruyamazsınız, tam tersine, bu alanlara daha fazla insan baskısı uygulamış olursunuz. Cilo Dağı örneğinde olduğu gibi, son yıllarda bölgeye yapılan dağ festivalleri sonucunda buzulların erimeye başladığı, doğal bitki örtüsünün tahrip olduğu ve ekosistemin geri dönüşsüz biçimde bozulduğu bilim insanları tarafından rapor edilmiştir. Benzer biçimde Yedigöller Millî Parkında ziyaretçi yoğunluğu nedeniyle göl ekosisteminde ciddi kirlilik, erozyon ve gürültü kirliliği yaşanmıştır. Bu alanlara "doğa turizmi" adı altında daha fazla insan çekmek koruma değil, tüketim politikasıdır. Teklifte sıkça atıfta bulunulan "kamu yararı" kavramı da bu rant politikasının ideolojik perdesidir. Kamu yararı, gerçek bir kamu faydasına değil, çoğu zaman özel sermayenin çıkarlarını meşrulaştırmak için kullanılan muğlak bir araç hâline gelmiştir. Bu kavramın geniş yorumlanabilir biçimde yasaya yerleştirilmesi, her türlü ekonomik faaliyetin, madencilik, enerji, turizm, avcılık, altyapı yatırımları kamu yararı bahanesiyle korunan alanlara girmesinin önünü açmaktadır. Gerçekten şunu belirteyim ya, avcılık mesela, avcılıkta kamunun nasıl bir yararı olabilir, ben merak ediyorum, sormak da istiyorum. Yani "kamu yararı" ifadesi, kesinlikle bir kamuflaj materyali olarak kullanılıyor onu söyleyeyim. Misal, az önce diğer vekil arkadaşlar da örnek verdiler. Dersim'den nesli tükenmekte olan dağ keçileri hobi amaçlı, işte sermayedarlara da av merakı olan zengin insanlara ihale yoluyla bir spor aracı olarak o dağ keçileri peşkeş çekildi resmen. Burada kamu yararı nerede? Yani bunu sormak istiyorum, cevabını da duymak istiyorum doğrusu.
Bu, geçmişte zeytinlik, mera ve orman alanlarının maden ve enerji yatırımlarına tahsis edilmesiyle oluşan yıkımın şimdi doğa koruma alanlarına taşınması anlamına gelmektedir. Zeytinliklerin enerji şirketlerine, ormanların maden şirketlerine devredilmesiyle başlayan süreç bugün millî parkları aynı akıbetle karşı karşıya bırakmaktadır. Millî parkların ve koruma alanlarının işletmeye açılması, bu teklifin en tehlikeli yönlerinden biridir. Bu düzenleme, doğayı ekonomik kaynak olarak gören ve koruma ilkesini piyasalaştıran bir anlayışın ürünüdür. Özel şirketler eliyle işletme modeli doğa koruma alanlarını gelir üretme sahalarına dönüştürmekte, doğa üzerindeki baskıyı arttırmakta, tabiatları parçalamakta, yaban hayatını rahatsız etmektedir ve ekosistem dengelerini geri dönülmez bir biçimde bozmaktadır. Marmaris'te Sinpaş'ın Kızılbük projesi bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Mahkeme kararıyla iptal edilen ruhsatlara rağmen inşaatlar sürdürülmüş, yerel yönetimlerin ve halkın iradesi yok sayılmıştır. Bu fiilî durum doğa hukukunun nasıl etkisizleştirildiğini göstermektedir. Doğa koruma ve mevzuatı bu düzenlemeyle birlikte bir işletme mevzuatına dönüşmekte, koruma alanları turizm, enerji, iletişim ve altyapı yatırımlarıyla kuşatılmaktadır. Bu teklifin uygulanması hâlinde doğa üzerindeki denetim bilimsel ilkelere değil, idari takdire ve ekonomik çıkar ilişkilerine göre şekillenecektir. Kamu yararı gibi soyut kavramların yargı kararlarını etkisizleştirmek ve planlama süreçlerini baypas etmek için kullanıldığı önceki örnekler bu teklifin doğuracağı keyfiyet riskini açıkça göstermektedir. Bu anlayışın doğrudan sonucu doğa koruma alanlarının idarenin de sermayenin ortak kontrolüne girmesi, koruma yerine işletme, doğa yerine gelir, kamusal yarar yerine ticari çıkarın öncelenmesidir. Özel sermayeye tahsis -şu kısmına aslında değinmeyeyim de- tabii, bizde de DEM PARTİ olarak doğayı metalaştıran, yaşamı piyasalaştıran her politikaya karşıyız. Bizim için doğa yatırım alanı değil, kolektif yaşamın, özgürlüğün ve geleceğin temelidir. Bu nedenle, doğa koruma alanlarını işlemeye, işletmeye açan, denetimi ortadan kaldıran, "kamu yararı" kavramını keyfiyetin aracı hâline getiren bu düzenlemeye karşı çıkmak yalnızca ekolojik bir sorumluluk değil, siyasal ve toplumsal bir zorunluluktur diyorum.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.