Komisyon Adı | : | ADALET KOMİSYONU |
Konu | : | Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/3147) münasebetiyle |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 3 |
Tarih | : | 31 .05.2025 |
GİZEM ÖZCAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Komisyonumuzda onuncu yargı paketi vesilesiyle toplandık. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Geçtiğimiz günlerde de ifade etmiştim, Karayolları Trafik Kanunu'nu görüşürken vurguladım, Türkiye'de adalet sisteminin hem niteliksel hem de niceliksel sorunları olduğunu vurgulamıştık ve bunu her bir düzenlemede de yeniden konuşmak zorundayız. Bir yandan niteliksel sorunlar, bir yandan niceliksel sorunlarımız, âdeta bir yumak gibi birbirine dolanmış durumda. Yargı paketi de yine "iyileştirme" adı altında önümüze getirilse de ne yazık ki ceza-adalet sisteminin yapısal sorunlarına çözüm üretmekten ve kamuoyunun yıllardır süregelen beklentilerini karşılamaktan, evrensel hukuk ilkeleri doğrultusunda eksiklerimizi tamamlamaktan çok uzak bir içerik bizlere bugün sunmakta. Ne yazık ki bu paket günü kurtarmaya dönük, parça parça dağınık bir anlayışı bize anımsatıyor. Oysaki biliyoruz ki reform ancak bütüncül bir adalet perspektifiyle mümkün olabilir. Bu vesileyle bir kez daha altını çizmek istiyorum. Bugün Türkiye'de bir infaz hukuku yoktur, bir infaz rejimi vardır ve bu rejim ne yazık ki toplumsal sorunları bastırmak için cezayı araçsallaştıran bir anlayışta. Cezaevleri bu anlayış doğrultusunda da yalnızca suçla değil, muhalefetle, itirazla, hak arayışıyla mücadele eden yerler hâline gelmiş durumda.
2 Mayıs 2025 itibarıyla cezaevlerinde kalanların sayısı 415 bine yaklaşmış durumda ve bunların 14.776'sı kadın hükümlü, 3.391'i kadın tutuklu, 1.325'i çocuk hükümlü, 2.925'i de çocuk tutuklu. Elimizdeki son verilere göre de Türkiye'de 450 ceza infaz kurumu var, toplam kapasite yaklaşık 300 bin. Bu demektir ki 100 bin kişi kapasite fazlası yani kapasite fazlası olarak cezaevlerinde tutulmakta. Şöyle bir kıyaslama yapmak istiyorum: AK PARTİ iktidara geldiğinde Türkiye nüfusu 65 milyon, cezaevindeki kişi sayısı da 52 bindi. Bugün nüfusumuz 85,5 milyon, nüfus artışıyla orantılı olsaydı eğer cezaevinde 68.500 kişi olurdu, oysa sayı 415 bin. Tabii ki toplum elbette dinamik bir yapı; suç oranı nüfusla bire bir orantılı artmaz ama 68.500 nere 415 bin nere. Nüfusa oranla dünyada en çok tutuklusu bulunan ülke Türkiye. Bu tablo cezalandırmaya dayalı politikaların baskın olduğunu bizlere açık bir şekilde ortaya koyuyor. Kapasite çoktan aşılmış durumda; 3 kişinin kalması gereken koğuşlarda 7-8 kişi yaşamaya çalışmakta ve bu doluluk yalnızca ağır suçlardan da kaynaklanmıyor, yatarı olmayan suçlardan dolayı gençler, öğrenciler, düşüncesini açıklayan yurttaşlar cezaevinde. Buraya kadar olan kısım işin niceliksel boyutu.
Şimdi, bir de niteliksel boyutuna bakmamız gerekiyor. Mevcut cezalandırma politikası ifade özgürlüğüne, örgütlenme hakkına, insan onuruna aykırı biçimde uygulanıyor. Toplumu cezalandırarak terbiye etmeye çalışan bu anlayış, hukuk devletinin temel ilkelerinden olan orantılılık ilkesinin de açık bir ihlalidir. Bugün, nasıl ekonomik kriz vatandaşlarımızın hayatını doğrudan etkiliyorsa adalete duyulan güvenin de toplumsal dokuda bu anlamda sarsılması derin bir çürüme yaratıyor. Unutmayalım, hukuk yalnızca mahkeme salonlarında değil sokakta, iş yerinde, evde, gündelik hayatta tecelli eder, adalet yurttaşın nefes alabilmesidir. Oysa bugün Türkiye'de adalet çoğunluk için bir hak değil, bir ayrıcalık sunmaktadır. Şimdi burada soruyorum: Bugün bu cezalandırma mantığının bireyi ve onun haklarını değil devleti ve onun otoritesini önceleme durumu olduğunu gösteriyor. Bu koşullarda kamuoyunun büyük umutlarla beklediği infaz paketi bugün bizlere bu Komisyonda ne getirmeliydi? Adil, kapsayıcı, onarıcı, eşitlikçi düzenlemeler getirmeliydi ama ne gördük? Genel olarak infazı kolaylaştıran bir anlayış yok, Covid konusunda eşitliği sağlayan bir düzenleme yok, 57 binden fazla tutuklu hüküm bekliyor, onlara yönelik hızlandırıcı bir düzenleme yok. Peki, ne var bu pakette? Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği BTK'nin iletişimi doğrudan engellemesine izin veren bir düzenleme var, protesto hakkını daraltmaya uygun şekilde düzenlenen kara yolunu kapatmayı suç sayan madde var, yatarı dahi olmayan suçlara cezaevi yolu gösteren maddeler var.
Umudu karşılamak bir yana dursun yeni baskıcı uygulamalara kapı aralayan içeriklerle karşı karşıyayız ve bunu kabul etmemiz elbette mümkün değil. Eğer bu anlayış devam ederse öyle görünüyor ki biz daha bu Komisyonda çok daha fazla paket göreceğiz, oysa mesele paketten ziyade sistemin kendisi ve sormamız gereken soru da şu: Nasıl bir adalet sistemi, nasıl bir ceza adaleti istiyoruz? İntikamcı mı? Onarıcı mı? Bastırıcı mı? İyileştirici mi? Eğer "Adalet mülkün temelidir." ilkesine sadık kalacak ve ceza hukukunun asli amacını uygulayacaksak bunu hatırlamamız gerekiyor. Toplumu iyileştirmek, onarmak, özgürlükleri güçlendirmek, bireye güven veren bir toplumu yaratmak zorundayız ancak bugün ise ne yazık ki yapılan operasyonlarla ağzını açanın, fikrini beyan eden kişilerin cezaevleri yolunun görünmesiyle giden bir süreçteyiz ve bu yol da yol değildir.
Sayın milletvekilleri, bu tabloyu tabii tersine çevirmek için neler yapılmalı? İlk adım, tekrar hukuk devleti olmanın gerekleri ve bunun ilk şartı da 19 Mart darbesinin yarattığı tabii ki siyasi ve ekonomik tahribatı ortadan kaldırmak. Peki, şu an ne yapılıyor? Önümüze paket paket yargı düzenlemeleri gelirken bir yandan da partimize yönelik dalga dalga operasyonlar yapılıyor, bugün de sabah yaşadık bir tane daha. Evrensel bir hukuk yöntemi olan delilden şüpheye gitmenin, şüpheliye gitmenin, gerekirse tutuklama yapmanın yerine "Tutuklayalım da daha sonra bir delil üretirim." yöntemine geçildiği bir süreçle karşı karşıyayız. Belediyelerimize yönelik hiçbir somut delile dayanmayan bir suç algısı yaratılıyor ve tabii ki bu da medya ve troller aracılığıyla köpürtülüyor. CHP'li belediyeler sosyal politikalarla iktidara doğru yürüyor ancak her tuşa basılarak bu yürüyüş engellenmek isteniyor. Gizli tanık, etkin pişmanlık; itirafçı mı yaratılıyor, yoksa iftiracı mı? Herkes sokakta bunu soruyor. Başvurulacak en ağır tedbir olan tutuklama söz konusu partimiz olunca, ona yönelik operasyonlar olunca ilk yöntem oluveriyor ama herkesi inandıracak, toplumu ikna edecek bir suç da ortaya konamıyor.
Bakın, bu yıl özellikle 19 Marttan beri Sayın Adalet Bakanı 40 kereden fazla "Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir." dedi. Adalet Bakanı bunu defaatle hatırlatmaya neden ihtiyaç duyuyor diye hepimiz soruyoruz, özellikle 19 Marttan sonra bu çok fazla telaffuz edilir hâle geldi. Sayın Başkanımız da kızacak belki ama devrede olan, uygulanan düşman hukukudur. Bakın, size seçim bölgem Muğla'dan bir örnek vereceğim: Dalaman'da 2020 yılında AK PARTİ'li belediye Kille Koyu'nda 10 milyon harcayarak bir kaçak taş bina yaptırıyor, yapılırken hiçbir kamu kurumu kılını kıpırdatmadı. Belediye 31 Martta Cumhuriyet Halk Partisine geçince binanın kaçak olduğu keşfedildi ve iktidar bunu şafak operasyonuyla yıktı, Dalamanlıların 10 milyona yakın parası boşa gitti. Oluşan bu kamu zararı için neden yargılama yapılmıyor mesela? Bu bina için gerekli hukuki süreçleri yürütmeyen o zamanki Belediye Başkanı ve belediye sorumluları hakkında neden işlem yapılmıyor? Hodri meydan, söz konusu Cumhuriyet Halk Partili belediyeler olunca dalga dalga operasyonlar ama bu kamu zararı için niçin harekete geçilmiyor? Benim güzel memleketimin, Muğla'mın, Muğlalı hemşehrilerimin hakkının teslim edilmesi gerekiyor ama ne yazık ki burada buna inanamıyoruz. O yüzden kimse kızmasın ve bu kötücül akıl da bilsin ki bu süreçte hiçbir yoldaşımızı yalnız, yurttaşımızı da umutsuz asla bırakmayacağız.
Değerli milletvekilleri, 19 Mart darbesinin hukuku nasıl katlettiğinin bir örneğini daha vermek istiyorum: "Belediye binasına, metroya, reklamlara Ekrem İmamoğlu'nun resmi asılmaz." diye karar veriliyor. Bu kararı kim alıyor? Başsavcılık alıyor. Oysa böyle bir kararı ancak hâkim alabilir. Başsavcılık açıkça yetkisini aşmakta, yargıdaki tüm kuvvetler ayrılığı dengesini ve tüm dengeleri yerle bir etmektedir. Ortada ne suç var ne iddianame ne yargılama. Suç yalnızca Başsavcının kafasında oluşmuş bir suç ve tabii ki bu keyfiyetin adı da asla hukuk olamaz. Şimdi, samimiyetle soruyorum: Biz bu anlayışla nasıl hukuk devletine doğru yol alacağız?
Değerli milletvekilleri, sözlerimi de sonlarına gelirken bir çağrıyla bitirmek istiyorum: Biz Türkiye'de eşit yurttaşlığa dayanan bir demokratikleşme sürecini savunuyoruz ve bu yolda atılacak en kritik adımlardan biri de tabii ki de kayyum rejimine son verilmesidir. Biraz önce Sayın Beştaş ifade etti, tutuklu Esenyurt Belediye Başkanımız Ahmet Özer kayyum kararının iptali için İstanbul 9. İdare Mahkemesine başvurdu. Mahkeme 29 Mayısta kararını verdi, OHAL döneminde getirilen düzenlemenin Anayasa'ya aykırılığı iddiasını Anayasa Mahkemesine taşıdı. Belediye Kanunu'nun 45'inci maddesi ve (2)'nci fıkrası da açıkça Anayasa'ya aykırıdır. Çağrımızdır: Anayasa Mahkemesi bu başvuruyu bir an önce görüşmelidir. Kayyum uygulamasına derhâl son verilmelidir. Bu çağrı sadece bir hukuki talep de değildir; demokratik siyasetin onurunu, yerel halk iradesini ve hukuk devletini de savunma çağrısıdır.
Hepinize teşekkür ediyorum.