KOMİSYON KONUŞMASI

ORHAN SARIBAL (Bursa) - Çok teşekkür ediyorum.

Sayın Başkan, Komisyonumuzun değerli üyeleri, Bakanlık yetkilileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Galiba şuradan başlamak lazım: Öncelikle, usul açısından, bir kanunun usulü ve içeriği açısından değerlendirmek lazım. Usul açısından bakıldığında, ülkenin sadece bugününü değil, sadece ülkemizi değil, dünyayı ilgilendiren, dünyanın bundan sonraki tarihsel sürecini ilgilendiren ama özelde ülkemizi ilgilendiren çok önemli bir konuyu tartışıyoruz. Aslında onlarca yıldır bilim insanlarının ortaya koymuş olduğu bütün risklere, bütün olumsuzluklara rağmen maalesef bugün kanun teklifinde de ortaya çıktığı gibi, toplumun, ülkenin, doğanın, çevrenin, insanlığın yararına değil, sadece sermayeyi önceleyen bir kanun teklifiyle karşı karşıyayız. Tabii ki bütün kitlelerin, toplumun, sivil toplum örgütlerinin, akademik odaların bu konuyla ilgili tartışmalarını yapıp buraya getirilmesi gerekiyordu. Çok az arkadaşımız bugün burada, çevre kolektifleri, çevreye duyarlı arkadaşlarımız burada, onlar da dinlenecekler, ondan eminiz, orada sıkıntı yok ama bütünüyle bir kanunun yapılma biçimine alıştık, olağan ama söylemekte yarar var: Milletvekili arkadaşlarımızın bile çoğunun bilgisinin olmadan -ki imza atanlar da dâhil buna- sadece bakanlıkta, hatta daha da yukarıda, belirli bir noktadan kanunların Meclise gelmesiyle ve bir grup arkadaşımızın imza atarak bunun önce komisyona, oradan da Genel Kurula gelip milletvekili çoğunluğuyla çıkan yasalardan birini daha görüyoruz ve inceliyoruz. Usul açısından doğru bulmadığımızı net bir şekilde söylemek isterim, içerik açısından da aslında çok net. Bundan yıllar önceydi, Venezuela Devlet Başkanı Chavez uluslararası bir iklim kongresine, çalıştayına gittiğinde şöyle bir şey söylemişti: "Eğer küresel ısınma sizin banka kriziniz olsaydı yirmi dört saatte çözerdiniz ve 'iklim krizleri' denen temel meseleler aslında sizin yönetim, rejim sorununuzdur. Eğer rejimi değiştirmiyor iseniz sorunları da çözemezsiniz." Aslında tarif etmişti; kapitalizm ve emperyalizm var olduğu sürece kirletilecektir ama o kirletilmenin de bir kârlı tarafı var. O kârlı taraf birilerine verilecekti ama toplumun diğer kesimleri maalesef sizin de burada atıfta bulunduğunuz yeşil büyüme sisteminin kölesi ve sömürgesi olacak; çok geniş bir şekilde bunu ortaya koymak lazım. Mesela, şu dört beş kelimeyi sizlerle paylaşmak isterim. O dört beş kelimeyle aslında bu şey çok net bir şekilde ortaya çıkmakta. Onunla birlikte içerik çok net bir şekilde ortaya çıkacak ve sizlerle bunu net bir şekilde paylaşacağım.

Değerli Komisyon üyeleri, değerli arkadaşlarım; şunu çok net bir şekilde söyleyelim: İhracatla ilgili bir konu gündeme geldiği için ve yeşil enerji gibi... Bugün bunu detaylı olarak yaşıyoruz arkadaşlar, çok uzun süredir yaşıyoruz; "iyi tarım uygulamaları" dediniz, "organik tarım uygulamaları" dediniz, "diğer yapılanmalar" dediniz ama nedense Suriye'den, Rusya'dan döndü ürünler, Avrupa Birliğinden döndü ürünler ve o ürünlerin hep bir gerekçeyle, döndük, bedelini bizim halkımıza yükledik. Yine, aynı şekilde, maalesef şunu da -biraz önce arkadaşlarım söyledi ama tekrar olsun diye söylüyorum- net bir şekilde söyleyelim çok kolayca: Örneğin, elektrik enerjisiyle ilgili önce güneş enerjisini desteklediniz, güneş enerjisiyle ilgili yönetmelikler çıktı -o da çok acayip bir şey; bu iklim kanunu teklifi çıkmadan önce birçok buna benzer yönetmelikler çıktı ama kanunu yok; ortalıkta gezen yönetmelikler var, kanuna dayanmadığı için o yönetmeliklerin de aslında günü kurtarma meselesi olduğunu hepimiz gördük- bir kanun çıktı, uygulamaya geçildi. Geçen yıl bir anda bir değişiklik oldu, Hükûmet dedi ki: "Biz bundan vazgeçiyoruz. Artık güneş enerjisi yatırımlarını desteklemiyoruz." çünkü Mehmet Şimşek'in finansman, kayyum sürecine takılmıştı, ekonominin kayyumu "Artık bu yatırımlardan bu desteklerden vazgeçin." demişti çünkü şu çok açıktı, şunu net bir şekilde görüyorduk ki eğer güneş enerjisi devam ederse fosil yakıtlı işler azalacak, diğer yapılar azalacak; bir anda güneş yatırımlarıyla ilgili desteklemeler ortadan kalktı. Şunu bu maddenin özellikle içeriğindeki kelimelerden sizinle paylaşmak isterim. O maddelerin içerisinde tam 21 defadan fazla "sermaye" geçiyor arkadaşlar. 21 defa sermayeyi önceleyen bir durumla karşı karşıyayız. Evet, 21 defa, sizin ortaya koyduğunuz tutanakta bakın, "sermaye" kelimesi içerik açısından tam 21 defa, "gelir" 26 defa, "tahsisat" 78 defa, "ticaret" 27 defa, "piyasa" 134 defa -maalesef "karbon piyasası" "birincil ve ikincil piyasalar" "emisyon ticaret sistemi" bu 134 kelimenin içeriğini oluşturuyor- ama buna karşılık "ekoloji" ve "doğa" kelimesi sadece 5 defa, "emek" "emekçi" "işçi" "dezavantajlı" gibi kelimeler ise kanun taslağında hiç ama hiç geçmiyor. "Sağlık" geçmiyor, bir keresi tanımlamada olmak üzere, 3 kez de "iklim adaleti" kelimesi geçmekte. Yani aslında içinde kullandığınız kelimeler kanunun da içeriğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sermaye sıkıntıda, ülke kapitalizmi sıkıntıda, küresel kapitalizme yeniden uyum sağlayabilmek, rekabet edebilmek, bu rekabeti kâra dönüştürebilmek için acilen böyle bir kanuna ihtiyacımız var! Bu kanun ne zaman bizim işimize yarayacak? 2026 yılından itibaren işimize yarayacak. Peki, soru şu: 2026 yılında bu kanun işe yarayacaksa 2026'dan itibaren Türkiye'de bütün bu üretim modeli, yeşil kalkınma ya da büyüme modeline dönüşmüş olacak mı? Hatırlayın, uluslararası büyük tekstil firmaları şunu dediler: "Türkiye'de karbon ayak izini takip edeceğiz. Eğer bizim istediğimiz gibi bir ürün üretmezseniz o fabrikalara yaptırım yapacağız." O devasa, kocaman tekstil firmaları, tekstil şirketleri. Olmadı, niye olmadı? Onun bir cezai ödemesi varmış, o parayı ödediniz mi sorun kalmıyor. Nereye kadar? Eğer ödediğiniz ceza, sattığınız ürünlerin uluslararası piyasadaki rekabetine engel olmayacak düzeyde ise sorun yok. Demek ki şimdi başka bir şey çıktı, artık rekabet de edebilme durumunuz kalmayacak, o ayak izini, o karbon ayak izini takip etme meselesiyle karşı karşıyayız.

Şimdi, böyle bakıldığında, bu kanun direkt vallahi zenginlerin rekabet etmesi, kâr etmesi için bu ülkenin kaynaklarının başka bir şekilde sömürülmesinin aracı olacak; toprağının, dağının, suyunun... Öyle. Mesela, o sürecin içerisinde şöyle bir madde var mı? "Fosil yakıtların şu tarihe kadar kaldırılması veya kısıtlanması" Var mı? Yok. Uzunca yıllardır "Ormanların 'dikili ağaç' adı üzerinden müteahhitlik biçiminde tıraşlanması ve kaldırılması şu tarihten itibaren yasaklanacaktır." diye bir şey var mı? Yok. "Ormanların millî savunma, maden, enerji gerekçesi ve başka gerekçelerle tahsisinin derhâl durdurulması." diye bir madde var mı? Yok. 104 milyar metreküp kullanılabilir su miktarının yüzde 65-70'i tarım diye hep tarım kesimi suçlanır, irdelenir, kovulur, dövülür, söylenir. Peki, bununla ilgili, bu suyun kullanılan kısmının sadece üçte 1'inin verimli olduğunu bildiğimiz hâlde "Buna dair şu kadar milyar dolar hızlıca yatırım yapıp tarla içi sulamalar, tarla içi teknolojiler ve barajlar ve göletler ve ırmaklar şöyle şöyle planlanır." diye bir madde var mı? Yok. "Şu tarihten itibaren başta Kaz Dağları olmak üzere, Karadeniz Yeşil Yol ve benzeri olmak üzere maden aramalarını hemen durduruyoruz." diye bir madde var mı? Yok. Yani doğamızı koruyan, insanımızı koruyan, emeğimizi koruyan ve sizin "yeşil büyüme" adı altında adlandırdığınız, sadece zenginler ürünlerini daha çok satsın... Ama burayı da net söylüyorum "Liberal, faşist, bağlayıcı bir düzeni kurma iradenize karşı somut, halk için ne var?"ı sormak gerekiyor. Dolayısıyla bu pencereden de baktığımızda çok net bir şekilde bilimselliğin ötesinde, sadece durumu idare etme teklifi olduğunu net bir şekilde söylemek isterim.

İklim değişikliğine etki meselesi... Yine, Chavez'i hatırlatmak lazım ama şunu söylemek isterim: Yıllardır şunu söyledi bilim insanları, 80'li yıllardan bugüne kadar dendi ki: "Dünya hızlıca küresel ısınmaya gidiyor ve büyük bir kuraklığa doğru gidiyoruz." Üç tip kuraklık var; iklimsel kuraklık, tarımsal kuraklık ve hidrolojik kuraklık. İklimsel kuraklık: Dört mevsimimiz var, her mevsimde uzun yıllara dayalı bazı göstergeler var, o göstergelere göre mevsimlerde yeterli yağış almamaktır; iklimsel kuraklığın özü budur. Bitkisel kuraklığın özü de bir bitki ekildiği andan itibaren, gelişme dönemlerinde ihtiyaç duyduğu su miktarının o iklim beklentileri içerisinde gerçekleşmesidir; bu gerçekleşmeyince buna da biz "tarımsal kuraklık" diyoruz. Üçüncü temel bir kuraklık var; toplam, potansiyel, yer altı ve yer üstü sularında azalma; Türkiye'nin yaşadığı en büyük problem bu, en büyük problem bu. Bu problemin temelinde de ormansızlaştırılma, yeşilsizleştirilme ve maalesef -artık bugün onu söyleyebiliriz- küresel ısınmanın dayattığı iklim değişikliğinin bir sonucu olarak bazı bölgelerde aşırı yağışlar, bazı bölgelerde müthiş kuraklık. Türkiye ciddi bir hidrolojik kuraklık yaşıyor, çok ciddi. Kendi kentimden örnek vereyim, geçen yıl bu zamanlar kente su taşıyan en büyük barajlarda doluluk oranı yüzde 90'lardayken bugünlerde yüzde 30'larda ve otuz yıl önce 6-7 metreden su aldığımız yer altı su rezervlerimizin bugün 200 metreye, 250 metreye, 300 metreye düştüğü tarihsel bir dönemi yaşıyoruz. Yani bu ne demek biliyor musunuz? Tarımsal üretim büyük krizde demek. Sizin iktidarınız döneminde oldu, bazı bölgelerde mısır ekimi yasaklandı, bazı bölgelerde pancar ekimine "Dur." denildi. İnanılmaz bir plansızlığın, inanılmaz bir boşverişliğin, inanılmaz... Ve bugün buraya getirmişsiniz "Küresel iklim değişikliğine, kuraklığına dayalı yeni bitki türleri üreteceğiz." Bir taraftan diyorsunuz ki "verimlilik," bir taraftan diyorsunuz ki "kârlılık", bir taraftan diyorsunuz ki "rekabet." Bakın, gıdada, tarımda rekabet, kârlılık, verimlilik devreye girdiği andan itibaren kendi kanununuzla çelişirsiniz arkadaşlar, başarma şansınız sıfırdır. 2053 net sıfır meselesi, evet, 2053'te sıfırı çekersiniz, bütününü çekersiniz yani. O zaman ne kalır ne eder onu hiç bilmiyoruz.

Bir başka temel konu, sıfır atık meselesi. Şu anda Türkiye dünyayı kirletmek için dışarıdan atık getiriyor. Arkadaşlarımız söyledi, çimento alanında, değişik alanlarda dünyanın en çok çöp satın alan ülkesiyiz arkadaşlar. Hatırlar mısınız bundan birkaç yıl önceydi, Çin ile Amerika arasında bir mücadele vardı. Amerika diyordu ki Çin'e Kyoto ve Paris Antlaşmaları üzerinden: "Çok kirletiyorsunuz dünyayı, olur mu öyle şey, itiraz ediyoruz." Çin de dedi ki: "Ben senin kaç katınım? 4 katı nüfusum var, senin kirlettiğinin 4 katını kirletiyorum. Sen üreteceksin, kirleteceksin, beni de terbiye edeceksin." Şimdi, Türkiye'nin bir tercihte bulunması lazım, Türkiye gerçekten büyüme ve kalkınma modelini neyin üzerinden yapacak? Bugün 85 milyon, yarın 100 milyon öngörülen insanlığın temel ihtiyaçları üzerinden mi? İki, var olan yer altı, yer üstü kaynaklarını kendi insanının temel ihtiyaçları için kullanmaya dönük bir planlamaya dair mi? Üç, benim insanım ne olursa olsun ekonomik olarak çöktüğümüz bu ülkede ne kadar kaynağımız varsa bunlara peşkeş çekelim ama bir an önce şu ekonomik krizden çıkalım anlayışı üzerinden mi? Dört, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin en çok etkileyeceği ülke olarak Türkiye'nin bazı şeylerden kesinlikle vazgeçeceğine dair bir ortak metin mi?

Değerli arkadaşlarım, şu metinlerin hangisinde "Bu dünya savaşını durduralım." var, merak ediyorum. Ukrayna savaşı, Suriye savaşı, Gazze savaşı, yanı başımızda bunlar dünyayı kirletmiyor mu? En büyük kirliliği Amerikan emperyalizmi savaşlarıyla, toplarıyla, tüfekleriyle yapmıyor mu? Niçin şunların hiçbirinde ama hiçbirinde bir tek "Dünya savaşlarını durduralım." yok.

MUSTAFA ARSLAN (Tokat) - Yazınca duruyor mu savaş?

ORHAN SARIBAL (Bursa) - Peki, böyle yazınca küresel yeşillik oluyor mu? Bakın, yıllardır uğraşıyorsunuz...

MUSTAFA ARSLAN (Tokat) - Bir önerge verin yazalım, yazınca duruyorsa.

ORHAN SARIBAL (Bursa) - Bakın, ben takip ediyorum, Bakanlığı takip ediyorum, iktidarı takip ediyorum; aslında bir şey yapmaya çalışıyorlar ama meselenin büyüklüğünü ve özünü göz önünde bulundurmayıp sadece küçük ayrıntılar üzerinden durumu idare etme yöntemine dönüştüğü için bir uyarı için bunu söylüyorum. Siz Amerikan emperyalizmini durdurmak yerine iş birliği, onun ütopyasını dünya üzerinde destekleyen bir mekanizma üzerinden giderseniz -tüm dünya için söylüyorum bunu- dünyada küresel ısınma, iklim değişikliğini önleme şansınız olamaz. Olamaz, bu mümkün değil, bilim insanları söylüyorlar, otuz yılda beklenen ısı değişikliği beş yılda gerçekleşti. Otuz yılda beklenen 1,5 derecelik ısınma meselesi beş yılda geldi süreci yakaladı yani günün sonunda Türkiye elbette dünya üzerinde bütün değişikliğe yol açamaz ama kendi coğrafyası üzerinden kendi risklerini çok iyi görmesi gerekiyor. Sizler bulunduğunuz bölgeyi çok iyi biliyorsunuz, Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu Bölgeleri bu küresel ısınma ve iklim değişikliğinden en çok ama en hızlı etkilenen bölgeler içerisinde. Bütün bunlara baktığımızda en kirletilen yer de Marmara Bölgesi. Bugün, İstanbul, Kocaeli, Yalova, Bursa, Çanakkale'de denizde müsilajı konuşuyoruz, on beş yirmi gün sonra patlayacak, nasıl oldu diye konuşuyoruz. Bütün bunların özü işte bu sanayileşme modeli dediğimiz, bugün gündeme gelen ama yıllardır çevre örgütleri tarafından söylenen ama ciddiye alınmayan ama bugün sanayicinin, tüccarın, ticaretçinin çıkarlarına zarar gelecek diye gündeme getirilen bir şey. Bakın, gübre meselesini konuşuyoruz, defalarca söyledim bunu Tarım Komisyonunda, yine söyleyeyim: Ya, yazıktır bu ülkeye, bu insanlara da yazık, bu çiftçiye de yazık. 8,5 milyon ton gübre kullanılır. Biliyorum, gübrenin ana kahramanı Cengiz Holding, Mazıdağı'ndaki fosfor yataklarını ona verdiniz, tekelleştirdiniz, farkındayım ama "Cengiz"in çıkarı bu ülkenin çıkarından daha büyük olamaz arkadaşlar. Bakın, fosforlu gübre sadece kaynağı orada, 8,5 milyon ton gübre kullanılıyor, bunun 1,5 milyon tonu sanayide -herkes tarıma yönlenir- geri kalan 6-6,5 milyon tonun da -değerli arkadaşlar, bilin diye söylüyorum- yüzde 50'si boşu boşuna kullanılıyor. Sadece çiftçinin cebinden para alınıyor, geri kalanın da verimliliği yüzde 35-40, bundan emin olun. Ya, yazık günah değil mi? 100 milyar TL bu çiftçinin cebinden niye gidiyor? Bu sadece para kısmı; hani sermaye, hani kârlılık. 3 tane gübre fabrikası zengin olsun diye, onlara özelleştirme yapıp söz verdik diye çiftçinin canı okunuyor, toprağın canı okunuyor, sular kirleniyor. Ya, şimdi biz nereden arayacağız bunu, var mı buna dair bir tane bir şey, var mı ya, bir tane cümle, bir tane kelime var mı, madenlere dair var mı, yer altı, yer üstü kaynaklarının düzenli kullanmasına dair var mı, var mı bir tane söyleyin. Daha yeni Uludağ Kozağacı Vadisi'nde -hocam da burada- 14 köyün geleceğini etkileyen, 20 bin dönüm civarında bir araziyi etkileyen bir kömür ocağı işletmesi hem de verimsiz bir kömür ocağı işletmesi gündeme geldi, 4 defa ihale edildi, yine, bu defa Türkiye Kömür İşletmelerine ihale edildi ve sonradan itirazlar, dirençler vesaire derken vazgeçildi yani bir taraftan bütün kötülüğü yapma iradesi, bir taraftan da "Bir grup zengin para kazansın, onların sermayesi risk altına girmesin, biz ihracatımızı şöyle yapalım." diye kendi halkımız, kendi topraklarımız, kendi ülkemiz... Çıkmasın demiyorum, yanlış anlaşılmasın ama bundan önce ekokırım yasasını çıkarmıyorsak... Ne demek ekokırım yasası? Sanayici, tüccar, halk, köylü, esnaf, milletvekili, bakan, Cumhurbaşkanı, hayatın her alanında olan kim varsa ne yapamayacağını bilmeli, ne yapamayacağını bilmeli doğaya dair, tarıma dair, toprağa dair, çevreye dair; onu yaptığında başına ne geleceğini bilecek. Suçun işlenmemesi adına onun müeyyidelerini koymadan bu kanunlarla durumu idare etme bilinci ve anlayışı maalesef ama maalesef bizim istediğimiz bir şeyi çıkarmayacaktır.

Kısaca şunu söyleyeceğim, bitireceğim: Değerli arkadaşlar, iklim kanunu çıkmalı ama iklim kanunundan önce ekokırım kanununu çıkarmak durumundaydık, çıkarmadık. Nasıl bir kalkınma modelini... Ben bilmiyorum, siz biliyor musunuz bilmiyorum; anlatın, öğrenelim. İktidarın 2053 yılına kadar öngördüğü -elbette kendisi olmayacak ama- bir kalkınma modeli stratejisini bilmek istiyoruz mesela. Neye dayalı, hangi sektöre dayalı ve nasıl bir kalkınma modeli ortaya koyacak? Bu kalkınma modelini ortaya koyarken iklim krizine dayalı... Biraz önce iklim afetleri... Ne afeti? Afet mafet yok; doğal olayları afete çeviren insanlardır, rejimlerdir, sistemlerdir, yönetimlerdir, politikalardır, politikacılardır. Yani deprem mi insanlarımızı öldürdü? Hayır. Depreme dayanıklı evleri yapamadığımız için -bir siyasetçi olarak bunu utanarak söylüyorum, üzülerek söylüyorum- o insanları öldürdük arkadaşlar, öldürdük. Dolayısıyla, bütün bunları içine alan bir modellemeyle eş olarak bunu ortaya koyarsak bunun anlamı olur. Yok, hâlâ gidin, Kaz Dağları'nda altın çıkarın, orman kesin... Onu da söyleyeyim: 2002 yılında 8 milyon metreküp orman kesiliyordu Sayın Başkan, bugün 40 milyon metreküp orman kesiliyor; mera, yayla, kışlak ne kadar yeşil varsa düşman.

Bir de yeni bir model geliştirdiler "Orman alanlarımızı büyüttük." diye. Herhâlde bu parklara ve bahçelere dikilen ağaçları orman sanıyorlar, orman ekosistemini bile bilmeyen bir taraf var. Ülke mi genişledi, ondan da haberim yok; olabilir, bizim haberimiz olmadan ülke buharlaşıp genleşme yaşıyor olabilir, onu da biz bilmiyoruz; ben bir ziraatçı olarak bilmiyorum, benim topraklarım hiç büyümüyor yani anlamıyorum bunu ama bir anda orman alanları büyüdü, orman sayısı artıyor ve yaklaşık on yılda 7-8 milyar ağaç... Akla zarar, nasıl hesaplanıyor, ben bunu bilmiyorum; hangi makineyle hesaplanıyor, onu da bilmiyorum ama kısaca şunu söyleyeyim: Ormanlarımızı koruyamazsak, topraklarımızı koruyamazsak, su kaynaklarımızı koruyup verimli değerlendiremezsek, yenilenebilir enerjileri, güneş enerjisini, vesaireyi -ama makul ve mantıklı bir şekilde, öyle yandaşa vererek değil- Türkiye'deki var olan atıl yerler için kullanamazsak, gerçekten doğru bir kalkınma stratejisini her boyutuyla ortaya koyamazsak ve bunu tartışmadan, sadece ilgili yerden geldiği gibi geçirirsek 2053'te sıfırlarız.

Ben sıfırlamamak dileğiyle hepinize saygılar sunuyorum.