Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/278) ve 2023 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/277) ile Sayıştay tezkereleri a) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı b) Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü c) Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü ç) Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu d) Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu e) Nükleer Düzenleme Kurumu |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 3 |
Tarih | : | 18 .11.2024 |
MESUT DOĞAN (Ankara) - Sayın Bakan, değerli milletvekilleri; öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Toplantımızın, çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyorum.
İşin gerçeği, ben de bugün çalışmaları yürütürken Saadet Partisi-Gelecek Partisi Grubu olarak Bakanlığımızla ilgili uzun bir bilgilendirme, teklif, tenkit ve tespitte bulunmak istiyordum fakat hem Sayın Bakanımızı dinledikten hem de parti temsilcilerimizi dinledikten sonra vazgeçtim. Nedeni tekrarlarla herkesi yormak istemiyorum; artı, dikkat çekmek istediğim önemli hususların da kalabalığın içerisinde -işin gerçeği- yok olmasını istemiyorum. Bu anlamda, ara sokaklara girmeden, ana cadde üzerinden sadece dikkat çekmek istediğim birkaç hususu ifade edip sözlerimi inşallah kısa sürede tamamlamak niyetindeyim.
Birincisi, Sayın Bakan, konuşmasına başlarken hepimizin bildiği ve keyif aldığımız bir cümleyle başladı, dediler ki: “Türkiye yer altı kaynakları açısından oldukça zengin bir ülke olup üretilen maden çeşitliliği açısından dünyada 7’nci sırada yer almaktadır.” Bu çok önemli bir durum, çok değerli bir durum. Akabinde de bir rakam verdiler, dediler ki: “2023 yılında toplam maden ihracatımız 5,7 milyar dolara çıkarıldı.” 5,7 milyar dolar ne demek? TL olarak yaklaşık 196 milyar demek. 196 milyarı da tek başına düşündüğümüz zaman kıymetli bir rakam, önemli bir girdi fakat bunu iki rakamla kıyasladığımız zaman, Türkiye açısından toplam, bütüncül bir bakışla gözlemlediğimiz zaman aslında ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu gösteriyor. Çünkü 2023 yılında madenden elde ettiğimiz gelirin toplamı 2025 yılında faize ödeyeceğimiz bir aylık para demektir. Bir ülke düşünün ki dünyada en önemli yer altı kaynaklarına sahip bir ülke ve o ülkenin bir yıllık toplam geliri sadece bir aylık faiz parasına gidiyor ki bu, aslında Türkiye'nin içinde bulunduğu vahim durumu göstermek açısından tek başına yeterli. Ki bunun yanında da hemen ithalatımız ifade edildi, o da 40 milyar dolar ki bu -aradaki açık zaten yaklaşık 35 milyar dolar- sadece madencilik alanında açığımız var demektir.
Yine, konuşmanın sonlarına doğru bir rakam daha ifade edildi Sayın Bakan tarafından, denildi ki: "2023 yılında insanımıza elektrik ve doğal gazda 328 milyar, 2024 yılında ise on ay içerisinde 275 milyar destek verildi." Peki, desteği kim verdi Sayın Bakan? Devletimiz verdi. Peki, devlet kim? Devlet eli, cebi şişkin, zengin bir iş adamı değil ki; devlet sizsiniz, biziz yani 85 milyon insan. Sonuçta onu yine biz ödedik. Öyleyse buradaki kısır döngü mecburiyetini doğru okumamız lazım, doğru anlamamız lazım. Hâlbuki, bence insanlarımıza elektrik faturasında destek verme yerine, doğal gaz faturasında destek verme yerine, kömür dağıtma yerine, yardım etme yerine, işçinin, memurun hakkını, alın terini tam verirsek onlara hiçbir destek vermek zorunda kalmayız. Tütünün hakkını verirsek, fındığın hakkını verirsek, buğdayın hakkını verirsek, mısırın hakkını verirsek millet kendi elektrik faturasını devlete ihtiyaç duymadan zaten verir ama biz burada, fakirleştirdiğimiz insanların ödeyemediği faturalara verdiğimiz destek üzerinden reklam yapma çabasına giriyorsak aslında bu, insanımızın da ülkemizin de devletimizin de ne kadar kötü durumda olduğunu göstermekten başka hiçbir şeye yaramayacaktır.
Yine, bu konu gündeme gelmişken şunu da ifade etmek isterim: Devletin tekel konumunda olan bir ihtiyaç veya tekel konumunda olan bir ürün üzerinden özelleştirme yapmasını bizim kabul etmemiz mümkün değil. Elektrik özelleştirilemez ki; müşterisi garanti olan bir noktada özelleştirme yapmak demek, bütün milleti alternatifi olmayan ama mutlak ihtiyaç duyulan bir konuda özel sektörün inisiyatifine bırakmak demek. Hâlbuki bu konu, bu alan devlet tarafından yönetilmiş olduğu takdirde hem aradaki açık düşecek hem de insanlarımız özel sektörün özellikle ama özellikle inisiyatifine bırakılmamış olacaktır diye düşünüyorum.
Bunun yanında, sadece ve sadece yine genel anlamda iki noktaya dikkatinizi çekmek isterim ama bu iki noktaya dikkat çekmeden önce de ortaya bir yaklaşım koymak istiyorum. Bizim medeniyetimize göre, dünyada yaşayan herkes dünyada var olan tüm nimet ve tüm haklara ortaktır. Bakın, tekrar söylüyorum: Dünyada yaşayan herkes dünyada var olan tüm nimet ve tüm haklara ortaktır. Devletin asli görevi ise herkesin bu nimet ve haklardan adil bir şekilde faydalanmasını temin etmektir, bunu yapmadığı takdirde milletine hizmetten ziyade bilerek veya bilmeyerek zulmetmiş olur. Peki, iktidar nedir? İktidar ise millet tarafından geçici süre milleti yönetmek üzere görevlendirilmiş emanetçilerdir. Eğer bir iktidar -ister yüzde 100 oy alsın- kendinin emanetçi olduğunu unutur ve o ülkenin sahibi olduğunu zannetmeye başlar ise -bilerek veya bilmeyerek- zalimleşir ve insanlarına zulmetmeye başlar. Bunu da hatırlatmamın ana nedeni şu arkadaşlar: 85 milyonun hakkı olan nimeti emanetçi konumunda olan bir iktidar asla ve asla çarçur edemez, bir. İki, yine, 85 milyonun değerlerini ezecek, değerlerini atlayacak şekilde hiçbir iktidar adım atamaz. Bu iki maddeyi söylememin nedenlerinden biri, maden işletmeciliğiyle ilgili tavrımız, davranışımız ve yol yürüyüşümüz; ikincisi ise dışarıya yönelik yaptığımız ticaretteki akıl almaz tutumdur.
Birincisiyle ilgili, aslında Türkiye'de maden işletmeciliğiyle ilgili durumumuzu görmek, röntgeni çekmek için zaten İliç'te yaşamış olduğumuz o vahim, büyük acı olaya bakmamız yeterli. Hepinizin malumu, 13 Şubat günü İliç'te ciddi ve canımızı acıtan bir hadise yaşadık. Liç kayması oldu ve 9 insanımızı kaybettik. Akabinde bütün partilerin ittifakıyla, desteğiyle bir Komisyon kuruldu, biz de o Komisyonun bir üyesi olarak çalışmalara katıldık ve inanıyorum ki gerçekten, aylarca verimli ve nitelikli bir çalışma yürüttük. Bakanlıklarımızı dinledik, sendikaları dinledik, bazı kamu kurumlarımızı dinledik, bazı sivil toplum örgütlerimizi dinledik ama sonuç, 9 insanımızın neden öldüğünü yani suçlunun kim olduğunu öğrenemedik; herkes topu taca atıyor. A bakanlığını dinliyoruz, o bir şeyler söylüyor; B bakanlığını dinliyoruz, o bir şeyler söylüyor ve kimse sorumluluğu üstlenmiyor. Kaza nerede oldu? Liç yığınında. Peki, kimin sorumluluğunda? Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığımızı dinliyoruz, diyor ki: "Biz sadece ocaktan sorumluyuz, liç alanı bizi ilgilendirmiyor." Çevre Bakanlığını dinliyoruz, Çevre Bakanlığı da diyor ki: "Biz liç yığınının zemini ve çatısıyla ilgileniyoruz, ortası bizi ilgilendirmiyor." Çalışma Bakanlığını dinliyoruz, onlar da diyorlar ki: "Biz sadece çalışanlardan mesulüz, o liç yığınıyla ilgimiz yok." Böyle bir mantık, böyle bir yaklaşım, böyle bir anlayış olabilir mi? Ve burada, binlerce insanın çalıştığı bir alanda sadece 9 insanımızın hayatını kaybetmiş olması bir taraftan acı olmakla beraber, bir taraftan mucize ama mucize dediğim kısımda da yine başka bir ihmalkârlık var. Aslında 9 insanımızı kaybetmiş olmamızın nedeni ne biliyor musunuz? Çünkü kaza bağıra bağıra geldi, kendini göstere göstere geldi, ondan dolayı mecburiyetten alınmış tedbirler var ama kesin çözüm, kesin engel hususunda kimse adım atmadı.
Başka bir durum da şu: Biz, şimdi, maden işletmeciliğini teşvik ederken, özelleştirirken hiçbir kamu kurumumuz kâr, zarar, risk analizi yapıyor mu diye baktım; bunun da yapılmadığını gördüm. Amaç ne? Para kazanmak, böyle olmamalı ama eğer yaklaşımın en tepe noktasında para kazanmak var ise gerçekten para kazanıyor muyuz diye baktım; para kazandığımız da yok. Mesela, bizim İliç'te on iki yıl içerisinde -yine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığımızın verdiği rakamlara göre söylüyorum- kazancımız ne kadar biliyor musunuz arkadaşlar? Günlük 600 bin lira. Günlük 600 bin lira karşılığında koskoca bir şehri tehlikeye attık, bütün insanları tehlikeye attık, bütün ormanları tehlikeye attık, bütün çevreyi, bütün o çevrede yaşayan canlıları tehlikeye attık. Karşılığında devletin geliri ne, kazancı ne? Sadece 600 bin lira. 17 kilometre çarpı 25 kilometrekarelik alanı günlük 600 bin liraya devlet kiraladı veya verdi. Böyle bir anlayış kabul edilebilir mi?
Bunun yanında, yine İliç'te yaşanan hadiseyle ilgili bir yaklaşım daha söylemek isterim, o da şu: Biz bu çalışmaları yürütürken kazanın olduğu bu liç yığınıyla ilgili -ki liç yığını 250 metre yüksekliğinde- bunun projelendirilip projelendirilmediğini sorduk ya da hangi bakanlığın inisiyatifinde bu projenin istendiğini sorduk. Onun da cevabını alamadık. Ya, Türkiye'nin herhangi bir köyünde, beldesinde, ilinde, ilçesinde 1 katlı ev yapacak olsanız projesiz kabul etmezler ama 250 metre yüksekliğindeki bir liç yığınının projesi yok ve o liç yığınının nerede yapılacağına kimin karar verdiğine dair bir yaklaşım da yok. Bu kadar sahipsiz bir çalışma, bu kadar sahipsiz bir maden ocağı, bu kadar sahipsiz bir ülke, bu kadar sahipsiz bir şey düşünülebilir mi? Bu anlayışın ortadan kaldırılabilmesi için, mevzuattan kaynaklı olan, uygulamadan kaynaklı olan, denetimden kaynaklı olan boşlukların mutlaka ama mutlaka bir an önce doldurulma mecburiyeti vardır ki insanlarımızı da çevreyi de madeni de inşallah korumuş olalım.
İkinci dikkat çekmek istediğim husus ise bu BTC Boru Hattı'yla ilgili. BTC Boru Hattı'yla ilgili çok şeyler konuşuldu Sayın Bakanım ama özellikle Grup Başkan Vekilinizin Genel Kurulda söylediği sözler benim açımdan dehşet vericiydi. Yani savunmaya geçti, oradan dünyanın en büyük terör örgütüne petrolün gittiğini kabul etti ama "Bilesiniz ki biz bunun karşılığında şu kadar para kazanıyoruz." dedi tabiri caizse. Günlük ne kadar? 7 bin varil ve "Biz her varilden şu kadar para kazanıyoruz." Ben merak ediyorum, bir canın karşılığı kaç lira? Parayla ölçülebilir mi? Bu yıl Meclis açılışında Sayın Cumhurbaşkanı geldiler ve Mecliste şöyle bir ifade kullandılar ki -biz bunu zaten elli beş yıldır söylüyoruz- dediler ki: "İsrail'in nihai hedefinde Türkiye var." Ne demek bu? Karşımızda İsrail terör örgütünün nihai hedefinde Türkiye toprakları var. Öyleyse olaya tersten şöyle bakmamız gerekmez mi? Türkiye topraklarında gözü olan bir terör örgütüne bireysel, kurumsal, şirketsel veya devlet olarak onu güçlendirecek zerre miktar bir katkı vatan hainliği değil midir, ihanet değil midir? Biz hem buradan, petrol hattından onu güçlendirecek adımlar atacağız ama ondan sonra gençlik kollarımız kafeteryaları basacaklar ve biz bunlarla kendimizi tatmin etme ciheti içerisine gireceğiz.
Ben bu vesileyle tekrar hatırlatmak isterim. Bazen coğrafyamızda yaşanan bu hadiseyi birileri İslami hassasiyeti olan insanların sorunu gibi görüyorlar ki bunu böyle düşünmek büyük bir gaflettir, önümüzdeki millî bir meseledir çünkü tekrar söylüyorum, dün gizli gizli fısıldadıkları fikirlerini artık askerlerini motive etmek için aleni söyleyen komutanlar var ve o komutanların söylediği sözün içerisinde büyük İsrail projesi var. Biz büyük İsrail projesini sesli olarak zikreden bir terör örgütüne devlet olarak yardım ediyor isek bunun hem ülkemize yönelik ne kadar ciddi bir ihanet olduğunu görmek mecburiyetindeyiz hem de gelecek nesle ne kadar kötü örnek olduğumuzu bilmek mecburiyetindeyiz.
Gelecek nesle kötü örneklik bakımından şu yaklaşımı da ortaya koymak isterim: Türkiye'de maalesef bazen "eğitim" denilen şeyi okulda başlayan, okulda biten bir süreç olarak görüyoruz. Hâlbuki eğitim insanın doğuşundan ölümüne kadar devam eder ki hayatta yaşadığımız her hadise toplumun eğitimine yapılan en büyük katkıdır. Ülkelerde ise gençlerin eğitimine en hızlı katkıyı sağlayan unsur çıkarılan kanunlardır. Eğer bizim çıkarmış olduğumuz ticari kanunlar bir terör örgütüne ticaret yapmamızı engellemiyor ise gençlerin bundan alacakları ders şudur: Demek ki para kazanmak için her şey mübahtır ve buna da neden olan devlettir ve bizim de bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Bu açıdan yine bilelim ki İsrail terör örgütü insanlık için en büyük tehdittir, en büyük tehlikedir. Bunu da abartmak için, popülizm olsun diye söylemiyorum çünkü kendileri dünyada bütün insanlardan kendilerini üstün olarak gören, kendileri dışında, siyonist olmayan Yahudiler dışında herkesi insanımsı hayvan olarak gören bir anlayışa sahipler ve biz de böylesine bir örgüte direkt veya endirekt yardım etme hususunda hassas davranmıyor isek gerçekten değerlerimizi kaybettik demektir; gerçekten bize emanet edilen ülkeye bilerek veya bilmeyerek ihanet ediyoruz demektir.
Bizim AK PARTİ iktidarına söyleyeceğimiz bu anlamda, bu noktada en kısa, en öz cümle şu ki: Bilesiniz, ortaya çıkan her gerçeği sakın ha sakın eteğinizi örterek kapatmaya çalışmayın çünkü komik değil, rezil oluyorsunuz. Bu, kabul edilebilir bir şey değil; bu, anlaşılabilir bir şey değil.
Yeri bu olmadığı hâlde ifade etmek gerekir ki bırakın protestoları, bırakın mitingleri, bırakın yardım etmeyi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin hem ülkemize yapabileceği hem insanlığa yapabileceği en büyük hizmet ve ödev İsrail terör örgütüne askerî müdahalede bulunmaktır. Bunu yapmadığımız takdirde yarın bu söylediklerimizin ne anlama geldiğini hep beraber görmüş olacağız diyor, burada bulunan bütün milletvekili arkadaşlarımı tekrar saygıyla selamlıyorum.
OTURUM BAŞKANI ORHAN ERDEM - Sayın Doğan, teşekkür ederiz.