KOMİSYON KONUŞMASI

MUSTAFA YENEROĞLU (İstanbul) - Değerli Başkanım, çok Değerli Komisyon üyeleri, değerli bürokratlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Tabii, dokuzuncu yargı paketinin ülkemiz, milletimiz için hayırlara vesile olmasını dilerdim ama şimdiye kadar 8 yargı paketi yapıldı, hangi biri hayırlı oldu ki bundan sonrası da hayırlı olsun. Bence temel problem, gerçekten göz ardı ettiğimiz, yüzleşmek istemediğimiz şey, Parlamentoyu yukarıdan gelen kararları sorgulamadan, kendisini birey olarak kabul etmeyen insanlar tarafından, âdeta noterliğin de çok çok ötesinde sanki böyle araç gibi görüp geçirme makinesi gibi değerlendirme. Biz aslında Anayasa'yı konuşuyoruz burada, Anayasa'ya aykırılıkları konuşuyoruz ama zaten Anayasa'nın olmazsa olmazları, temel kuvvetler ayrılığı ilkesi olsun, anayasal devlet anlayışının asgari gerekleri olsun yani temel hakların korunmasıyla ilgili öncelikli yükümlülüklerimiz olsun, Anayasa'ya hep birlikte sahip çıkma gerekliliğimiz olsun; insan haklarını, insan onurunu ortak değer olarak kabul etmemiz olsun, bunların tamamından yoksun. Hukukun bu kadar değersizleştirildiği, adaletin bu kadar yok sayıldığı, farklı seslerin ezildiği ortamda sanki Anayasa'ya aykırılığı çok önemsiyorlarmış gibi Anayasa'ya aykırılığı değerlendiriyoruz. Aslında Komisyonun kendi çalışma planında Anayasa'ya aykırılık şeklinde bir başlık da olmasa herhâlde böyle bir şey de yapmayacağız ama en azından kayıtlara düşmek için üzerimize düşeni yapıp bu konudaki hususları dile getirelim.

Burada özellikle şunu belirtmek istiyorum: Yargı Reformu Stratejisi Belgesi niye yapıldı? 2019'a baktığımız takdirde, Yargı Reformu Stratejisi Belgesi'nin hedefi yargıdaki sorunların çözülmesi, yenilenmeye ve normalleşmeye yönelik. O zaman da normalleşme geçiyordu ama bir işe yaramadı bugünkü normalleşmeler gibi. Şu belirtiliyor: "Hak ve özgürlüklerin daha etkin korunup geliştirilmesi." Şimdi, ondan sonra 8 yargı paketi Parlamentodan geçmiş, 100'ün üzerinde kanunda değişiklik yapılmış, bu değişikliklerin önemli bir bölümü Anayasa Mahkemesinden Anayasa ihlali olarak geri gelmiş ve maalesef... Tabii, geri gelmiş derken artık Anayasa Mahkemesinin denklemini de dikkate almak gerekiyor. Anayasa Mahkemesinin kabul ettiği, örneğin çoklu baro meselesinde de karşı oylara baktığımız zaman, gerçek hukuki değerlendirmelere baktığımız zaman, aslında Anayasa Mahkemesinin, Anayasa'ya aykırılığı olmasına rağmen o şekilde kabul etmediği ama gerçekten Anayasa'ya aykırı olan da yürürlükte birçok madde var. Zaten temel anlayışımız da bu şekilde. Bir kere, Anayasa'ya aykırılığın başında yasamanın yasama olarak değerlendirilmemesi, yasamanın bu konuda araçsallaştırılarak -ne yapalım- formalite bir zorunluluğu yerine getirme aracı olarak değerlendirilmesi ve yasama kültüründen tamamen yoksun bir biçimde, gerçekten, önümüze gelen iyi kanun tekliflerini optimize etme, ince ayarla daha iyileştirme gibi bir yükümlülükten, sorumluluktan daha ziyade, tamamıyla burayı yukarıdan ne gelirse kabul etme mekanizması olarak değerlendirme... Bir kere, Anayasa'ya aykırılık buradan başlıyor. Biz yasama olarak görev yapmıyoruz maalesef.

İkincisi: Anayasa'ya aykırılık konusu torba -ben "çuval" diyorum buna- çuval kanun edasıyla buraya kanunların getirilmesi, birbirleriyle alakasız... Yine, bu pakette de 20'nin üzerinde farklı kanunda birbiriyle alakasız hususların bir pakete konulup getirilmesi... Bunların tamamı hukuki belirlilikten, hukuk güvenliğinden, nitelikli kanun yapımı bakımından, hukuk devleti ilkesine yani Anayasa'nın olmazsa olmaz ilkesine aykırı bir durum. Özellikle bunların altını çizmek gerekiyor.

Yine, Anayasa'ya aykırılıkta teklifin kendisine gelince de Anayasa Mahkemesi kararı açıkça göz ardı ediliyor, Anayasa'nın 153'üncü maddesi yok sayılıyor. Anayasa'nın 153'üncü maddesi yasamayı da bağlıyor ama bu, maalesef bu kanuna imza atan arkadaşların da herhâlde çok umurunda değil ki "Ne yapalım, yukarıdakiler böyle istiyor. Biz de bunu yapmakla yükümlüyüz. Anayasa Mahkemesinde de zaten denklemi değiştiriyoruz gün geçtikçe. Geçmişte Anayasa'ya aykırı kabul edilenler bundan sonra belki kabul edilmez." anlayışıyla bu vurdumduymazlıklarını sürdürüyorlar.

Bir de şöyle bir şey var -burada konuşuluyor- elbette seküler hukuk devletinde yaşıyoruz, bunları tartışmak bile abesle iştigal ama hani dindarlıkla övünen bir iktidar bu gibi kanunları getirerek aslında dindarlığın gereğini yaptığına dair bir algı da oluşturuyor. Hâlbuki bunun dindarlıkla alakası yok, İslam kültüründe de böyle bir şey yok. İslam kültüründe de kadın kocasının adıyla anılmaz, İslam geleneğinde de babasının adıyla anılır. Dolayısıyla bunun hani dindarlıkla falan da alakası yok. Şimdi Türk geleneklerine baktım, Türk gelenekleriyle de alakası yok. Bunun tek alakası, böyle, yüzeysel, geçmişte kalmış, artık dünyanın vazgeçtiği ataerkil, çağ dışı dayatmalar ve gerçekten Anayasa Mahkemesinin de altını çizerek vurguladığı gibi kadın-erkek eşitliğine aykırı bir durum.

O kadar ağır bir tablo ki Anayasa Mahkemesi açıkça "Anayasa'ya aykırı." diyor ve aynı düzenleme tekrar geri getiriliyor "Kim takar seni." edasıyla ve yine Anayasa'ya aykırılığı biz burada tartışıyoruz, şaka gibi. Bir de aile madem çok önemseniyor, bugün gençler evlenemiyor, son yıllarda yapılan saçma sapan ekonomi politikaları sebebiyle gençler evlenemiyor, evlenenler geçinemiyor, geçinemeyenler boşanıyor, boşanma oranları hiç olmadığı kadar yüksek ve çocuk doğum oranları artık Fransa'nın, birçok Avrupa ülkesinin gerisinde yani ülke öyle bir tabloya gelmiş ki bunlar üzerinde durulması gerekirken açıkça Anayasa'ya aykırı bir dayatmayla maalesef karşı karşıyayız.

Yine, benzer bir biçimde, baro konusu da böyle; hukuk devletini delik deşik eden, "Kendi avukatlarımızı, imtiyaz sağlayacağımız avukatlarımızı teşvik etmemiz gerekiyor." Edasıyla, âdeta genç avukatlara da rüşvet teklif eder edayla yani "2'nci baroya geçin. 2'nci baroya geçtiğiniz takdirde şöyle şöyle kıyaklarla karşı karşıya kalacaksınız." mantığının tezahürü. Anayasa Mahkemesi burada da açıkça diyor ki: "Ölçülülük ilkesine aykırı." Ne yapıyor arkadaşlar: Ölçülülük ilkesine aykırı yüzde 40'ı yüzde 30'a düşürüyorlar. Sanki yüzde 30, ölçülülük ilkesiyle örtüşen bir yaklaşım biçimi.

Ortada temel bir mantık sorunu var. Gerçekten yok sayma, göz ardı etme, âdeta aşağılama, hakaret etme şeklinde bir mantık var. Bu mantığı düzeltmemiz imkânsız. İktidarın oyları gün geçtikçe düşüyor. Toplumsal gerçeklerle yüzleşmesi gerekirken, gerçekten artık anayasal devletin gereklerini, yola çıktığının -özellikle kendi programını okuduğu takdirde zaten bunu görecek- mücadelesini, vermek istediği amaçları öncelemesi gerekirken daha da toplumu, toplumsal gerçekleri göz ardı eden, yok sayan, geldiğimiz nokta itibarıyla "anayasal devlet anlayışı" diyoruz ama ülkede neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar veren, kimin vatansever olduğunu, kimin vatan haini olduğunu belirleyen, gelen geçeni içeri atan, masum insanları içeride tutan, bu konuda Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını yok sayan ve Anayasa'yı delik deşik eden bir anlayışla karşı karşıyayız.

Dolayısıyla bugün, bu Anayasa'ya aykırı durumları da elbette, bu ortamın, bu hazırunun düzeltmesini beklemek de maalesef abesle iştigal oluyor. Biraz yakışıksız oluyor ama ilk önce kendi arkadaşlarımız kendilerine değer verecek ki başkaları da onlara değer versin. Bu gerçeklikle de umarım, bugün yüzleşmezlerse gün gelir bir gün yüzleşirler ve "Ah, bu ülkenin başına neler getirdik, ne kadar büyük ayıp, utançlar sağladık!" şeklinde düşünürler.

Ben bu duygu ve düşüncelerle hepinizi saygıyla selamlıyorum.