KOMİSYON KONUŞMASI

BAŞKAN BURHAN KAYATÜRK - Bakan Yardımcısı, AB Başkanı Sayın Mehmet Kemal Bozay'a sözü vermeden önce Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileriyle ilgili olarak kısaca bazı hususlara değinmek istiyorum.

Hepinizin malumu olduğu üzere, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bir süredir inişli çıkışlı ve çoğu zaman da geriye doğru giden bir seyir izlemektedir. Avrupa Birliği tarafı Türkiye'nin 14 Nisan 1987 tarihindeki üyelik başvurusuna ancak on iki yıl sonra yani 10-11 Aralık 1999 yılında Helsinki Zirvesi'nde olumlu cevap vermiş ve Türkiye'yi aday ülke ilan etmiş, bu sefer de üyelik müzakerelerine başlamak için altı yıl daha geçirip ancak 3 Ekim 2005 tarihinde üyelik müzakerelerine başlamıştır. İşte bu üyelik müzakerelerinin başlamasından bugüne kadar geçen on beş yılı aşkın süre içinde ise 35 fasıldan 16 tanesi müzakerelere açılmış ve bunlardan sadece 1'i yani 25'inci fasıl, Bilim ve Teknoloji geçici olarak kapatılmıştır. Diğer fasıllar ise hiç açılmamıştır.

Diğer taraftan, Türkiye'nin tam üyelik başvurusu yaptığında 12 üyesi olan Avrupa Birliği geçen otuz altı sene sonra bugün 27 üyeli bir yapıya dönüşmüştür, İngiltere'nin çıkmasıyla. Türkiye genişlemesini hâlâ gerçekleştirmeyen AB, üye bakımından 2 mislinden fazla genişlemiştir. Üstelik yeni üyelerin çoğunun ekonomik, sosyal ve siyasi seviyesi Türkiye'nin gerisindedir. Peki, bu neden böyledir? Öncelikle şunu söylemeliyim ki bizim ülke olarak zaman zaman gerek Kopenhag Kriterlerini gerekse Maastricht Kriterlerini karşılamaya çalışma konusunda eksiklerimizin olduğu dönemler olmuştur ancak buna karşılık 2004-2007 döneminde olduğu gibi çok yoğun reformlarla çok hızlı hareket ettiğimiz ve geçmişte yaşanan açığı kapattığımız gibi ülkemizi ileriye taşıdığımız dönemler de olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye olarak bu otuz altı yılın hiçbir döneminde AB üyeliğini stratejik hedef olarak görme ve bunu bir devlet politikası olarak benimseme anlayışından vazgeçmedik. Buna karşılık, AB tarafı, bize karşı yükümlülüklerini yerine getirme konusunda hiç de tutarlı ve kararlı olmamıştır. AB'nin bazı önde gelen ülkeleri Türkiye'yi AB içinde birlikte yaşayacağı bir partner olarak görmek yerine, AB evinin kapısında ya da bekleme odasında bekletip oyalayacağı, bu süreç içinde üyelik vaadiyle tavizler koparacağı bir ülke olarak görmüştür. Nitekim, sanki 1981'de üye yaptıkları Yunanistan'ın engellemeleri yetmiyormuş gibi, hem Kıbrıs Cumhuriyeti'ni kuran 1960 Londra ve Zürih Anlaşmalarına hem de AB'nin kendi genişleme prensibine aykırı olarak 2004 yılında "bütün adanın temsilcisi" sıfatıyla Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni Türkiye'yle müzakerelere başlamadan hemen önce AB üyesi yapmış ve Türkiye'nin AB'yle ilişkilerini tamamen zehirleyecek bir yola girmişlerdir.

Bildiğiniz gibi, Londra ve Zürih Anlaşmaları Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye'nin ve Yunanistan'ın birlikte üye olmadığı uluslararası örgütlere üye olmayacağı hükmünü haiz iken -çünkü her 2 ülke de garantör ülke olarak- AB'nin genişleme prensiplerinden biri de sınır sorunları olan ülkelerin bu sorunları gidermeden AB üyesi olamayacağını öngörmekteydi. Burada şunu da ifade etmeliyim ki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin 1994 yılındaki AB'ye üyelik başvurusunu AB tarafının ısrarlı baskılarına direnmeyerek gümrük birliğine girme karşılığında veto etmeyen dönemin Türk Hükûmetinin de yanlış bir değerlendirme yapmış olduğu gerçeğini kabul etmekteyiz. Dönemin Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Jack Straw bugünlerde "Kıbrıs'ı AB'ye almakla hata ettik." diyorsa da AB bunu, bu yanlışı yapmış ve Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesine ve tam üyelikle sonuçlanmasına engel olmuştur. Nitekim, 35 fasıldan açılmayan ve AB tarafından bloke edilen bütün fasılların Türkiye'nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni tanımamasıyla doğrudan ilgisi maalesef var.

Diğer taraftan, bugün Doğu Akdeniz'de yaşanan krizin ve bu krizin Türkiye-AB ilişkilerine olumsuz yansımasının temel nedeni de yine Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin 2007 yılında Mısır ve Lübnan'la Doğu Akdeniz'de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ve Türkiye'nin haklarını göz ardı ederek petrol arama anlaşmaları yapmasıdır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi AB üyesi olarak kabul edildiği için AB de kendisini Doğu Akdeniz sorununun bir tarafı olarak görmekte ve üye dayanışması politikasını gerekçe göstererek Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin haksız politikasına ve tavizlerine destek vermekte, Türkiye'yi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni karşısına almaktadır. Burada da makuliyet sınırlarını aşarak Doğu Akdeniz'deki Türk kıta sahanlığı ve deniz yetki alanlarında araştırma yapan Türk gemilerinin yetkililerine karşı tedbir almaya ve Türkiye'ye ambargo koyma tehditlerine kadar işi götürmektedir. Neyse ki mülteci akınından korktukları için şimdilik buna cesaret edememektedirler.

Bunun yanı sıra, AB içinde bir taraftan -eski engel- Yunanistan Ege sorunları ve Türkiye-Libya anlaşmalarını bahane ederek yeniden sahneye çıkmış, diğer taraftan, Fransa Libya'da desteklediği darbeci Hafter'in meşru yönetimi devirme teşebbüsünün başarısız kalmasından dolayı Türkiye'yi suçlayarak her platformda olduğu gibi AB platformunda da doğrudan Türkiye'yi hedef almaya devam etmektedir. AB içerisindeki söz konusu çevrelerin Türkiye karşıtı bu faaliyetlerini 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişiminin başarısız olmasından sonra yoğunlaştırmış olmaları da dikkat çekicidir. Türkiye-AB ilişkilerinin hiç de arzu etmediğimiz bu kötü seviyeden kurtulmasının yolunun, AB'nin sadece birkaç üyesinin çıkarları yönünde kendisini bağlayarak Türkiye'yi ötekileştirmesinin yerine, kurucu anlaşmalarında da belirttiği gibi, Birlik içinde ortak Avrupa değerlerini hâkim kılmayı hedef alan bir bakış açısı içinde bütün AB üyesi ülkelerin ortak çıkarlarına yönelmesinden ve bu kapsama Türkiye'yi de almasından geçtiği aşikârdır.

Sayın üyeler, değerli misafirler; Filistin meselesine ilişkin görüşlerimi de kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum. Gazze'de bir insanlık dramı yaşanmaktadır. Ne hazindir ki Batı buna seyirci kalmakta ve Batılı ülkelerin yöneticileri teker teker İsrail'i ziyaret ederek, İsrail'i cesaretlendirerek İsrail vahşetini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. 2 milyonun üzerindeki Gazze halkı günlerdir ayrım gözetilmeden bombalanmakta ve topluca elektrikten, sudan ve gıdadan mahrum bırakılmaktadır. Gazze halkının maruz kaldığı bu muamele ve son derece sınırlı bir alanda göçe zorlanması hem uluslararası hukukun açık bir ihlali hem de insanlıkta da yeri olmayan vahşettir. İsrail'in bu vahim hatadan derhâl geri dönmesi, Gazze'de sivil halka yönelik acımasız ve topyekûn eylemlerine hemen son vermesi beklentimizdir. Bölgesel sorunların merkezinde yer alan ve bu sorunun temelinde bulunan Arap-İsrail ve İsrail-Filistin ihtilafları ivedilikle çözülmelidir. Orta Doğu'da akan kan bu bölgeyle yakın kültürel ve tarihî ilişkileri olan milletimizi derinden üzmekte ve endişeye sevk etmektedir. Din ve ırk ayrımı yapmaksızın, kime ait olursa olsun dökülen kanın ve gözyaşının acilen durdurulmasını sağlayacak tek yolun kalıcı bir barıştan geçtiğine inanmaktayım.

Bu çerçevede, Türkiye, barışın tesisine yönelik çabaları desteklemeye devam etmektedir. Ukrayna-Rusya arasındaki savaşın bir kez daha ispatladığı gibi, Türkiye, bölgesindeki ihtilaflara çözüm için katkısı aranan, görüşüne ve ara buluculuğuna başvurulan bir ülkedir. Bugün, Türkiye, demokratik gelişmişliği, ekonomik kalkınması ve askerî gücüyle bölgesel barış ve istikrarın teminatıdır. Orta Doğu bölgesinde 1967 sınırları temelinde iki devletli çözüme dayanan kalıcı ve kapsamlı bir barışın kurulması ve bu coğrafyanın bir istikrar ve refah bölgesine dönüşmesi ortak arzu ve amacımız olmalıdır. Bu, tüm bölge ülkelerinin güvenliği için de temel ve öncelikli bir ihtiyaçtır. Filistin sorununun çözümüne katkı sağlamak amacıyla yürütülen yoğun diplomatik çabalara paralel olarak Filistin halkına yönelik yardım faaliyetlerimiz artararak devam etmektedir. Umut ederim ki Türkiye'nin insani yardımları kardeş Filistin halkının ihtiyacını bir nebze de olsa hafifletecektir.

Bu noktada sözlerime son verirken hepinizi saygı ve hürmetle selamlıyor ve sözü Dışişleri Bakan Yardımcımız Sayın Bozay'a bırakıyorum.