KOMİSYON KONUŞMASI

SERAP YAZICI ÖZBUDUN (Antalya) - Teşekkürler.

Sayın Bakan, Adalet Bakanlığının değerli bürokratları, değerli milletvekilleri ve basın mensupları; sizleri saygıyla selamlıyorum.

Malum, şu anda Adalet Bakanlığının bütçesini görüşüyoruz dolayısıyla bizler de Adalet Bakanlığından olan beklentilerimizi ifade ediyoruz. Bir ülkede adalet bakanlığından beklenen temel fonksiyon, adalet hizmetlerinin ifasına hukukun üstünlüğünün hâkim kılınmasıdır. Bu bakımdan, adalet bakanlıkları bir ülkede bir ülkenin hukuk düzenine hukuk devletinin gereklerini hâkim kılmak konusunda öncü rol oynamalıdır. Hafızalarımızı tazelediğimizde, Adalet ve Kalkınma Partisinin hükûmete geldiği ilk yıllarda aslında bu beklentilere uygun politikalar izlediğini hatırlayabiliriz. Gerçekten, Adalet ve Kalkınma Partisi yürürlüğe koyduğu anayasal ve yasal reformlarla 6 Ekim 2004'te Avrupa Birliğinin yayınladığı ilerleme raporunda önemli yorumların yapılmasına vesile olmuştur. Bu raporda Türkiye'nin Kopenhag Siyasi Kriterleri'nin gereğini yerine getirdiği ama yeterince yerine getirdiği ifade edilmiş, aynı yıl 17 Aralıkta Brüksel'de yapılan zirvede Türkiye Avrupa Birliğine üyelik sürecinin önemli bir aşamasını elde etmiştir, müzakerelere başlama hakkını elde etmiştir. Kopenhag Siyasi Kriterleri ne demektedir? Kopenhag Siyasi Kriterleri, hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmesini, insan haklarının ve azınlık haklarının korunmasını emretmektedir. Dolayısıyla, çok uzak geçmişte kalan bu olumlu politikaları nedeniyle tabii ki Adalet ve Kalkınma Partisine teşekkür ediyoruz. Ne var ki sonraki yılların tecrübeleri Türkiye'nin hukuk devletinin icaplarından tedricen, son yıllarda ise hızla uzaklaştığını göstermektedir. Ben ömrünün çok büyük kısmını anayasa hukuku çalışmalarına ve hukuk devletiyle ilgili akademik çalışmalara adamış bir kişi olarak Türkiye'nin hukuk devletinden bu kopuş sürecini çeşitli aşamalarda değerlendirdim, izninizle bunları burada tekrarlamak istiyorum.

Kanımca Türkiye'nin hukuk devletinden ilk keskin kopuşu 2013 yılında Gezi Parkı protestolarının bastırılması amacıyla Emniyet teşkilatının ölçüsüz güç kullanması vesilesiyle ortaya çıkmıştır. Burada, protestocuları bastırmak için Emniyet güçleri Anayasa'mızın çeşitli hükümlerine aykırı olarak ölçüsüz güç kullanmış, böylece hukuk devletini ihlal etmiş ve ne hazindir ki bu protestoculardan 11'i hayatını kaybetmiş, 11'i ise kalıcı olarak görme yeteneğini kaybetmiştir ve çok sayıda protestocu da çeşitli biçimlerde yaralanmıştır. Hâlen devam etmekte olan Gezi Parkı yargılamalarının da aslında hukuk devletinin icaplarına ne ölçüde uygun cereyan ettiği ayrı bir tartışma konusudur.

Kanımca Türkiye'nin hukuk devletinden ikinci ve çok radikal bir kopuşu 15 Temmuz darbe teşebbüsünün bastırılması için ilan edilen olağanüstü hâl yönetimi sırasında yaşanmıştır. Burada hemen şunu belirtmek isterim: Elbette 15 Temmuzdaki darbe teşebbüsünün bastırılmasından hepimiz çok büyük bir memnuniyet duyuyoruz ve ikinci olarak şu hususa da işaret etmek isterim: Bir ülkede olağanüstü hâl yönetimi ilan etmekte aslında yadırganacak bir şey yoktur. Elbette, eğer olağanüstü bir problem vuku bulmuşsa o problemin çözümü için olağanüstü hâl yönetimine başvurulabilecektir. Ne var ki Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında açıkça ifade ettiği gibi olağanüstü hâl yönetimleri hukuksuzluk rejimleri değildir; tam aksine, olağanüstü hâl yönetimleri altında bireylerin temel hak ve hürriyetleri olağan dönemlere kıyasla daha ağır bir biçimde kısıtlandığından, idari makamlar olağan dönemlere kıyasla çok daha geniş yetkiler kazandığından olağanüstü hâl rejimlerinde hukuk devletinin icaplarına çok daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Oysa Temmuz 2016'dan Temmuz 2018'e kadar uygulamada olan olağanüstü hâl yönetiminde 30'u aşkın olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi yayınlanmıştır ve bu olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamelerinde çok ciddiye alınması gereken, önemli Anayasa'ya aykırılık sorunları mevcuttur ve bu Anayasa'ya aykırılık sorunlarına rağmen çok sayıda yurttaşımızın anayasal hakları ihlal edilmiş ve bu kişiler mağdur edilmişlerdir. Sayın Bakanımız konuşmasında lekesiz yaşama hakkının öneminden söz etmiştir, kendisine yürekten katılıyorum. Ne var ki bu Anayasa'ya aykırılık sorunları içeren olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnameleriyle çok sayıda yurttaşımızın lekesiz yaşama hakkı ihlal edilmiştir. Ben bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa'ya aykırılık sorunlarını "Prof. Dr. Metin Günday Armağanı" başlıklı eserde ayrıntısıyla yayınladım, detaylara değinmeyeceğim.

Bu olağanüstü hâl yönetimi aslında başkaca hukuksuzluklara da zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan, Türkiye açısından bence hukuk devletinden üçüncü kopma süreci olağanüstü hâl rejiminde kabul edilmiş olan 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu'yla ilgilidir. Hatırlayacağınız gibi olağanüstü hâlin hâkim olduğu ve yoğun bir baskı atmosferinin yaşandığı ortamda Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçişi sağlayan Anayasa değişikliği teklifi Meclisin gündemine getirilmiştir ve o günkü baskı iklimi nedeniyle bu değişikliğin içerdiği hükümler Mecliste serbestçe tartışılamamıştır, kamuoyunda da serbestçe tartışılması mümkün olmamıştır. Mecliste kabul edildikten sonra halk oylamasına sunulan bu değişiklik aslında hukuka aykırı bir biçimde kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Neden? Çünkü seçim mevzuatımıza göre mühürsüz oy pusulaları geçersizdir oysa bu pusulalar o halk oylamasında geçerli sayılmıştır. Böylece Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçişi sağlayan bu Anayasa değişikliği hukuka aykırı olarak yürürlüğe girmiş, bu sayede de meşruiyetine gölge düşmüştür.

Tabii, bu Anayasa değişikliğinin bize neler getirdiğine de değinmemiz gerekiyor çünkü bu Anayasa değişikliği aslında Türkiye'yi hukuk devletinden nihai olarak koparmıştır. Öncelikle, bu tür anayasa değişiklikleri için literatürde kullanılan ifadeye değinmek isterim. Özellikle otoriter atmosferlerde otoriterizmi kalıcı kılmak maksadıyla kabul edilen anayasa değişikliklerinin suistimalci anayasa değişikliği olduğu literatürde kabul edilmiştir ve bugün Türkiye'nin önde gelen anayasa hukukçuları 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu'nu suistimalci anayasa değişikliğinin somut bir örneği olarak ifade etmektedir. Bu bakımdan, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçiş de Türkiye'yi hukuk devletinden uzaklaştırmıştır. Neden? Çünkü bu sistem hukuk devletinin temel unsuru olan fonksiyonlar ayrılığını ortadan kaldırmış, fren ve denge mekanizmalarını büyük ölçüde aşındırmıştır.

Somut birkaç örneğe değinmek istiyorum bugün hukuk devletinden ne ölçüde kopmuş olduğumuzu gösterebilmek bakımından. Geçtiğimiz haftalarda Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulan beş yıllık kalkınma planının 911'inci paragrafında ilginç ifadeler yer alıyor. Adalet hizmetlerinin amacının hukukun üstünlüğünü, hukuk devletinin gereklerini yargılama sürecine hâkim kılmak olduğu belirtiliyor ve gene yargılama sürecinde adil yargılanma hakkının korunması, hızın sağlanması, yargılamanın etkin olması, böylece yargılama süreçlerinin öngörülebilir olması -ki hukuk devletinin bir unsuru- ve hukuka güvenin artırılması bu belgede, 911'inci paragrafta "amaç" olarak belirtiliyor. Doğrusu ben bu belgeyi okurken bir anayasa hukukçusu olarak derin bir üzüntü duydum çünkü bu paragrafta geçen ifadelerin hepsi Anayasa'mızın çeşitli hükümlerinde emredici kurallar olarak ifadesini bulmuştur. Dolayısıyla bu emredici kurallara riayet edilmediğini gösteren bir belgedir aslında bu plan belgesi. Neden? Bir itirafnamedir; eğer Anayasa'nın bu emredici kurallarına uyuluyor olsaydı herhâlde planın "Amaçlar" başlığında böylesi ifadelere yer verilmiş olmazdı.

Benzer şekilde, aynı planın 913'üncü paragrafında Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle yapıcı bir iş birliği sürdüreceği belirtilmiştir. Bunu da aslında şaşırarak okuduğumu ifade etmek isterim. Neden? Çünkü Türkiye, Avrupa Konseyinin kurucu üyeleri arasındadır; dahası, Türkiye, Adnan Menderes Hükûmeti döneminde, 1954'te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onaylamıştır. Turgut Özal hükûmetleri tarafından 1987'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanınmış ve gene Turgut Özal hükûmetleri döneminde, 1989'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarının bağlayıcılığı kabul edilmiştir. Daha önemlisi, Adalet ve Kalkınma Partisinin Parlamentoda çoğunluk oluşturduğu 2004'te, Sayın Tayyip Erdoğan'ın öncülüğünde, Anayasa'mızın 90'ıncı maddesine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin de dâhil olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası antlaşmaların, kanunların üzerinde olduğu hükmü eklenmiştir. Şimdi, bu tablo bize ne gösteriyor? Zaten Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin gereklerini yerine getirmek zorundadır, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarının gereklerini yerine getirmek zorundadır. Kamuoyunun bilgisine yansıyan meşhur kararlar var, Selahattin Demirtaş kararı, Osman Kavala kararı; bu örnekleri arttırmak mümkün, Türkiye bu kararların gereğini yerine getirmemektedir. Dolayısıyla, bir yandan Türkiye bir hukuk devleti olmadığını tüm dünyaya ilan etmekte, böylelikle de uluslararası camiada saygınlığı sarsılmaktadır.

Birkaç örnek daha vermek isterim: Bu planda adalet hizmetlerinin süratle yerine getirileceği ifade edilmiştir. Aslında, bu da Anayasa hükümlerimiz arasında yer alıyor, 141'inci maddenin son fıkrası ve adil yargılanma hakkını düzenleyen 36'ncı madde yargılama hizmetlerinin süratle ve etkin olarak yerine getirilmesini emretmektedir. Oysa burada çok sayıda hukukçu var, hepimiz biliyoruz ki bütün yargılamalarda, özel hukuk, ceza hukuku, idare hukuku yargılamalarında asgari yargılama süresi beş yılın üzerindedir. Peki, bu nasıl bir sonuç doğuruyor? Ceza yargılamaları yönünden haksız tutukluluklara sebep oluyor. Neden? Çünkü Türkiye açısından bir hukuk devleti ihlali de ceza yargılamalarında istisnaen uygulanması gereken bir tedbir olan tutukluluğa âdeta otomatik olarak hükmedilmesidir. Sayın Bakanımız tutuklulukların yüzde 41'den yüzde 16'ya indirildiğini beyan ettiler, gönül ister ki bu, bir hukuk devletinin icapları doğrultusunda gerçekten çok istisnaen başvurulan bir tedbir olsun. Alacak davaları bakımından konuyu incelediğimiz zaman, Türkiye'deki yüksek enflasyonla beraber düşündüğümüzde, alacak davalarının konusunu oluşturan ekonomik değerler uzun süren yargılamalar neticesinde süratle erimekte, böylece mülkiyet hakkı ihlal edilmektedir; nitekim geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi bu konuya ilişkin bir kararını yayınlamıştır.

Dolayısıyla, bugün Türkiye'de hukuk devletinden ne kadar uzak olduğumuzu gösteren çok sayıda örnek vardır ama tabii ki sözlerimin arasında Can Atalay meselesine değinmeden geçemeyeceğim. Can Atalay 14 Mayısta milletvekili seçildi, seçim sonuçlarının Resmî Gazete'de yayınlanmasıyla birlikte Anayasa'mızın 83'üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre dokunulmazlık güvencesi kazandı. Bu maddenin üçüncü fıkrası ise şunu söylüyor: "Bir milletvekili, seçiminden önce veya sonra, hakkında eğer hüküm verilecek olursa bu hükmün infazı ertelenir ancak zaman aşımı işlemez." Dolayısıyla, Can Atalay'ın aslında derhâl serbest bırakılması gerekiyordu; bu yapılmadı, 28 Eylülde hakkında kesin hüküm verildi. Ve yapmış olduğu bireysel başvuru neticesinde Anayasa Mahkemesi gerekçesini 27 Ekimde yayınladığı kararında dedi ki: "Atalay'ın siyasi faaliyette bulunma hakkı ihlal edilmiştir, seçilme hakkı ihlal edilmiştir, kişinin güvenliği hakkı ihlal edilmiştir." Ve açık olarak ifade etmek suretiyle İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin derhâl serbest bırakması gerektiğine bu kararda hükmedilmiştir. Peki, ne oldu? Atalay serbest bırakılmadı, hatta Yargıtay 3. Dairesi bu serbest bırakmanın gerçekleşmeyeceği anlamına gelen açıklamalarda bulundu. Bu ise Anayasa'mızın 153'üncü maddesindeki hükmün açık ihlalidir. Neden? Ne diyor bu madde? "Anayasa Mahkemesi kararları kesindir." diyor. Son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararları yönünden hiçbir ayrım gözetmeden, bu kararların yasama, yürütme ve yargı organları ile idari makamları bağladığını belirtiyor. Peki, bu kararlara uyulmamasının hukuki manası nedir? Hukuki manası şudur: Türk Ceza Kanunu'nun 257'nci maddesinin ihlalidir ve borçlar hukuku anlamında da tazminat sorumluluğunu gerektiren bir tablo yaratmıştır.

Şimdi, bu tartışma dolayısıyla Türkiye bir kez daha yeni bir anayasa yapma iddiasına ve tartışmasına kilitlendi. Ne diyor sayın yetkililer bu tartışmalarda? Sivil ve demokratik anayasa ve darbe anayasasından kurtulma iddiasını tekrarlıyor. Doğrusunu isterseniz, darbe anayasasından kurtulma fikri ilk bakışta tabii çok cazip görünüyor. Neden? Çünkü "darbe anayasası" demek ne demektir? Darbe anayasasının yapımı sürecinde ifade hürriyeti başta olmak üzere hiçbir temel hak ve hürriyet rol oynamamaktadır, dolayısıyla bu anayasanın yapımı sürecine demokratik yöntemler hâkim değildir, katılma hakkı gerçekleşmemiştir, bu anayasaların halkoyuna sunulması ortamında da serbest bir iradenin tezahürü gerçekleşmemiştir. Peki, ben sizlere şu soruyu sormak istiyorum: 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu yani Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçişi sağlayan Anayasa değişikliği nasıl bir ortamda kabul edilmiştir? Darbe anayasalarını aratacak, ifade hürriyetinin tamamen askıya alındığı, demokratik olmayan bir ortamda kabul edilmiştir ve bugün Türkiye, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi altında anayasal hak ve hürriyetlerin askıya alındığı, hukuk devletinden kopuk bir manzara oluşturmaktadır. Bu ortamda Türkiye'yi "Darbe anayasasından kurtulacağız." gerekçesiyle yeni bir anayasanın yapımına veya bir Anayasa değişikliği sürecine mahkûm etmek demek, Türkiye için 12 Eylülde Millî Güvenlik Konseyince teşvik edilen Anayasa'yı dahi aratacak daha vahim bir anayasanın yapımını savunmakla eş değerdir, ümit ederim ki böyle bir değişiklik karşımıza gelmeyecektir.

Nihayet Sayın Bakanımız haklı olarak adalet hizmetlerinin kalitesinin artması konusunda hukuk fakültelerindeki eğitime değindiler. Ben ömrümün yarısından fazlasını hukuk alanındaki akademik çalışmalara adadım, yaklaşık kırk yılım hukuk fakültesinde geçti, bunun yirmi beş yıla yakın süresi öğretim üyesi olarak fiilen ders vermek suretiyle geçti. Maalesef Türkiye'deki hukuk fakültesi eğitimini büyük bir üzüntüyle izliyorum, bugün Türkiye'de hukuk yok ama ironik bir biçimde öyle çok hukuk fakültesi var ki her sene on binlerce kişi hukuk fakültelerinden mezun oluyor. Öncelikle Sayın Bakan, Türkiye'deki hukuk fakültelerinin sayılarını azaltalım, bu fakültelerdeki öğretim kadrolarının kalitesini yükseltelim, bu fakültelere giriş şartlarını gözden geçirelim ve Türkiye'de çok değerli hukuk fakültelerini kapatma cezasına mahkûm etmeyelim. Herhâlde buradaki hazırun beni tanıyordur.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Özbudun, iki dakika ilave süre vereceğim size.

SERAP YAZICI ÖZBUDUN (Antalya) - Tamamlıyorum.

Ben bundan üç yıl önce bir siyasi öfkeye kurban edilen ve böylece Anayasa'ya ve hukuka aykırı olarak kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışıyordum. Bu üniversite kapatıldı ve çok kaliteli hukuk fakültesi kapatıldı. Bizler o üniversitenin mensupları olarak başka yerlerde çalışma hakkımızdan da mahrum edildik. Eğer amacımız Türkiye'de hukuk eğitiminin kalitesini yükseltmekse öncelikle bu tür uygulamalara son verelim, hepimizin temel amacı Türkiye'ye hukukun üstünlüğünü ve hukuk devletini hâkim kılmak, insan haklarının korunmasını, demokrasi değerlerinin korunmasını sağlamak, bu amaçla buradayız. Eğer bizleri duyarlılıkla dinler ve eleştirilerimize yanıt verecek olursanız bundan hepimiz kazanırız.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ediyorum.