KOMİSYON KONUŞMASI

AHMET VEHBİ BAKIRLIOĞLU (Manisa) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakanım, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Almanya gezisi dönüşünde gazetecilerin sorularına yanıt verirken şöyle bir ifadeye yer veriyor: "Hatırlayın, Amerika Birleşik Devletleri kitle imha silahı yalanıyla Irak'ı işgal etti." Yani işte, hepimizin bildiği, daha sonra ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri'nin kitle imha silahı yalanıyla Irak'ı işgal ettiğini dile getiren Cumhurbaşkanımız ile yirmi yıl önce 65 bin Amerikan askerinin Irak'ı işgal için ülke topraklarına girmesi için 1 Mart tezkeresini Meclis gündemine getiren, geçmesi için uğraşan, "Ben 1 Mart tezkeresinin yanındayım." diyen, Irak'ı işgal eden Amerika Birleşik Devletleri askerlerinin en az kayıpla evlerine dönmesi için dua eden kişinin aynı kişi olması ülkemizin dış politikasının son yirmi yılda içinde bulunduğu durumu bizlere en iyi anlatan örnek olduğunu düşünmekteyim. Sonrasında ne olmuştu? Daha doğrusu, bu 1 Mart tezkeresi öncesinde bazı şeyler yapılmıştı, biliyorsunuz, o zaman da basına çıkmıştı, çeşitli pazarlıklar yapılmıştı -işte, 8 milyar dolarlık faizsiz kredi veyahut da 1 milyar dolarlık bir hibe karşılığında- hatta bunu "at pazarlığı" olarak nitelendirenler de olmuştu, bu pazarlıklar sonucunda Amerika Birleşik Devletleri'ne birtakım sözler verilmişti; işte, 65 bin Amerikan askerinin ülkemize girmesi konusunda birtakım sözler verilmişti ancak bu sözler tutulmadı, tutulamadı, iyi ki tutulamadı çünkü o zaman da Meclisimiz, millî irade devreye girdi, buradaki oyunu bozdu. 1 Mart tezkeresinden sonra, bildiğiniz gibi, 11 askerimizin başına çuval geçirilmişti. Bu, hepimizi rencide etmişti, bütün Türk ulusunu, Türkiye'de yaşayan herkesi rencide eden bir olaydı. Daha sonra o günkü Başbakana bugünkü Cumhurbaşkanımıza "Nota verecek misiniz?" diye soru sorulduğu zaman da "Ne notası? Müzik notası." diye dalga geçilmişti. Yani 1 Mart tezkere süreci, 11 askerimize çuval geçirilmesi, bu aşağılayıcı tutuma karşı gösterilen tepkisizlik esasında yirmi yıl boyunca süregelen dış politika anlayışımızın temelini oluşturmaktadır. Bu anlayışı yirmi yıl boyunca atılan hamasi nutuklara, oyun kuran devlet iddiasına rağmen hemen hemen hiç değişmedi, hâlâ aynı yerdeyiz.

Mesela, Rahip Brunson krizi. Bu olaydan yıllar sonra "Rahip Brunson" denilen kişi terör örgütüne mensup olmak, ajanlık suçlamasıyla otuz beş yıl hapis cezasıyla yargılanıyordu. Ne diyordu o zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan? "Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsınız." Hatta "Ver papazı, al papazı." diye de birtakım pazarlıklar yapılıyordu. Peki, sonra ne oldu? Trump bir "tweet" attı ve Brunson'u da salıverdik gitti. E, bakıyorsunuz o can gene o bedende -Allah ömür versin- o garip de hâlen daha aynı görevde ancak papaz nerede? Papaz Amerika'ya gitti. Öteki papazı aldık mı? Öteki papazı da alamadık ne yazık ki.

Bu rahip krizinden sonra Amerika Birleşik Devletleri'yle bir de ayrıyeten biliyorsunuz bir mektup krizi yaşandı. Trump'ın mektubundaki Cumhurbaşkanımıza karşı olan ifadeleri ülkede yaşayan herkesi inanın derinden yaraladı. En büyük üzüntü, bizi en çok kahreden ise bu ağır ifadelere karşı sessiz kalınmasıydı. Bakıyorsunuz bu mektuptaki ifadelere, Trump Cumhurbaşkanımıza şöyle diyor: "Sayın Cumhurbaşkanı, gelin, iyi bir anlaşma yapalım, binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulmak istemezsiniz ve biz de Türk ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemeyiz ve bunu yaparız. Size bunun bir örneğini Pastor Brunson olayında yaşatmıştım. Sert adamı oynama, aptallık etme, seni sonra arayacağım." Yani böylesine bir üslupla yazılmış bir mektup var. Bu mektubu da nasıl öğreniyoruz? Daha sonra bu mektubu kendi ofisine astığı zaman böyle bir mektubun varlığından haberdar oluyoruz. Peki, bu mektuba nasıl bir tepki verildi, yani neler yapıldı? Benim bildiğim kadarıyla hiçbir şey yapılmadı, Mecliste gördüğümüz kadarıyla AKP Grup Başkan Vekili fotokopisini aldı, yırttı "Çöpe attık." dedi. Verebildiğimiz tepki bundan daha fazla değildi.

İdlib'de biliyorsunuz, 27 Şubat 2020 tarihinde çok acı bir olay yaşadık; o gün Meclisteydik, hatta o gün Meclis çalışmalarını sonlandırdık. Bir hava harekâtından, hava saldırısından sonra 34 Mehmetçik'imiz İdlib'de şehit edilmişti. Esasında fail belliydi, fail Rusya'ydı. Rusya yapmış olduğu açıklamada "Türk birlikleri orada olmamalıydı. İdlib'e düzenlenen hava saldırısında Suriyeli militanların arasındaki Türk askerleri vuruldu." ifadesini kullandı. Millî Savunma Bakanlığı ise "İlk atıştan sonra Rusya Federasyonu'nun bölgedeki yetkilileriyle koordine edilmesine rağmen bu saldırı gerçekleştirilmiş, ilk atışa müteakip bir kez daha uyarı yapılmasına rağmen bir saldırı daha yapıldı." ifadelerini kullandı. Yani orada 34 Mehmetçik'imiz ne yazık ki bir hava saldırısında şehit edildi. Fail de belli -biraz evvel bahsettiğim gibi- Rusya'yı saklamadılar. Biz ne yaptık? Biz hiçbir şey yapmadık yani nasıl bir tepki verdik? Soluğu hemen Moskova'da aldık hatta yanlış hatırlamıyorsam Cumhurbaşkanı ayakta bekletilmişti, Rus TV'leri bizi daha da rencide etmek için bu anları kronometre eşliğinde çekip servis etmişlerdi yanlış hatırlamıyorsam. Bu ve buna benzer olayların sayısını artırabiliriz, bu örnekleri çoğaltabiliriz, daha da çok çoğaltabiliriz. Mesela "darbenin sponsoru" dediğimiz Birleşik Arap Emirlikleri'yle yaşanan U dönüşü, mesela Suriye'de yaşanan ciddi U dönüşü, Mısır'la yaşanan -"darbeci sisi" diyorduk, "darbeci" diyorduk- U dönüşü, Suudi Arabistan'la yaşanan U dönüşü. Tüm bunları bir araya getirdiğimiz zaman, konuşmamın başında 2003 yılındaki bu çuval krizinden bahsetmiştim, yaşananlar bize o çuvalın hâlâ başımızda olduğunu göstermekte.

Teşekkür ederim.