KOMİSYON KONUŞMASI

CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Kısaca, önce NATO'nun geçmişine yönelik kısa bir giriş yapayım. Churchill hatıralarında Avrupa'nın bölünmesiyle ilgili kısmı anlatırken özellikle en son Almanya teslim olduktan sonra Potsdam'da yapılan toplantıda harita üzerinde Avrupa'yı nasıl böldüklerini gayet güzel anlatır. Stalin girdiği yerlerden çıkmaz. İşte onlar batı tarafını elde eder. Yunanistan batıda kaldığı için aslında komünistler güçlü olmasına rağmen komünistleri ezer geçerler. Dolayısıyla orada bir bölünme olur ve bu bölünme sonrasında NATO 1947'de, bildiğiniz gibi, Atlantik Paktı olarak kurulur ve sonrasında ilk giren ülkelerden biri de Türkiye'dir.

Şimdi, böyle global yani küresel bir organizasyonun genişlemesiyle ilgili bir konunun İsveç'teki üç beş tane PKK, FETÖ örgüt mensubunun iadesine sıkışmasını ben doğru bulmuyorum. Daha geniş düşünmemiz lazım. Aslında bana biraz da şeyi hatırlattı bu: Hani 1980'lerde, 1990'larda -yani diğer diplomat arkadaşlar alınmasın- bizim dış politika gündemimiz Kıbrıs, Ermeni meselesi ve PKK'ydı yani bu gündemleri biz aştık. Bu konuda da bu kadar dar bir alana sıkışması bence doğru değil. Elbette ki yani terör örgütlerine karşı olan konu konuşulur. Ben açıkçası İsveç'in yol haritasını tatmin edici bulmadım, daha doğrusu İngilizce deyimle "lip service" gibi geldi bana yani "yapacağız, edeceğiz" ama onaylandıktan sonra ne yapacaklarını bilmiyoruz.

Açık söyleyeyim, biz geçmişte bunu yaşadık yani aynı delikten bir daha nasıl ısırılacağız, anlamıyorum. 1980'de Kenan Evren o zaman Yunanistan'ın NATO'nun askerî kanadına dönüşüne -ki Türkiye'nin elinde büyük bir kozdu bu- özellikle Kıbrıs sorununu çözme açısından elimizde büyük bir kozken karşılığında hiçbir şey almadan General Rogers'ın, NATO Başkomutanının asker sözüne güvenerek imzayı attı ve biz karşılığında hiçbir şey almadan Yunanistan girdi. Son tahlilde dış politikada bu tür şeyler biraz al ver işleridir yani biz ülke olarak karşılığında ne alacağız, bunu bilmemiz gerekiyor. İsveç aslında burada, İngilizce deyimle "casualty" olacak. İsveç aslında benim sempati beslediğim bir ülkedir, Avrupa'da yabancı düşmanlığının az olduğu, İslamofobi konusunda gerçekten yabancıların, Müslümanların çok rahat yaşadığı bir ülkedir. O açıdan sempatim olan bir ülkedir ama bizim muhatabımız artık İsveç değil. Bu konuda bizim muhatabımız Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Avrupa Birliğidir yani NATO'nun patronları. Şimdi, bunların tavrı nasıl oluyor? Amerika Birleşik Devletleri, işte konuştuk yani F-16 konusu... Hani F-35'ten vazgeçtik artık, F-35 konuşulmuyor bile. Ben Amerikan Büyükelçisine sordum: "Türkiye S-400'leri gömse F-35'e tekrar dönebilir mi?" "Ortak olarak dönemezsiniz ancak müşteri olursunuz, alırsınız, o da sıranız geldiğinde." dedi yani ortaklık bitti. E, geriye ne kaldı? Teselli mükafatı F-16, o da Amerika'nın Silahlı Hizmetler Komitesinin insafına kalmış durumda. Biz o zaman niye kabul ediyoruz yani Amerika kendisine düşen hiçbir şeyi kabul etmiyorsa biz niye bunu kabul ediyoruz?

Burada gene Avrupa Birliğinin bir parçası olarak yani Avrupa'nın güvenliği açısından eğer Avrupa Birliği bunu önemsiyorsa Türkiye'nin Avrupa Birliğinden birtakım istekleri var, bu konularda niye bir adım atılmıyor? Yani bu konu diğer konulardan ayrıştırılmamalı, bu büyük bir paketin içinde görüşülmeli yani dediğim gibi, sadece 3 PKK'lı, 2 FETÖ'cünün iadesine indirilirse biz bu işte kaybederiz. Özellikle Avrupa Birliğinin ve Amerika'nın son Gazze savaşındaki tavırlarına bakarsanız son derece... Yani "üzüntü verici" demeyeyim artık, ben çok kızıyorum. Yani kendilerince oluşturdukları ahlaki üstünlüğü ayaklar altına alan bir tavır görüyoruz. Her çocuk öldürüldüğünde papağan gibi İsrail'in kendini savunma hakkından bahsediyor bu arkadaşlar ve gelen diplomatlar da -siz de vardınız Başkanım- Avrupa Birliğinden gelen siyasetçiler de biz bunu söylediğimizde karşılığında İsrail'in kendini savunma hakkından bahsediyorlar. Kusura bakmasınlar, o zaman Avrupa'yla ilgili bir sorun olduğunda da biz de "Rusya'nın kendini savunma hakkı." deriz. O zaman siz başınızın çaresine bakın arkadaşım.

Çok uzatmayacağım, son olarak, Ali Bey'in söylediği konu, Sykes-Picot işi önemli. Elbette ki tarihi geriye çeviremeyiz ancak şöyle bir konu var: Bakın, Avrupa'da savaş 1945'te sona erdi; birbirini boğazlayan, milyonlarca insanı karşılıklı olarak öldüren ülkeler daha üzerinden on iki yıl geçtikten sonra Avrupa Birliğinin temelini attılar ve devamında bugün Avrupa Birliği bu birbirini boğazlayan ülkeler tarafından ta 1970'lerde tam anlamıyla serbest dolaşıma falan dönüştü. Benim düşüncem şu: Orta Doğu'da sınırların değişmesi kan ve gözyaşı demektir, onun için sınırların değişmesi diye bir şey konuşulmamalı bile ama biz bu sınırları anlamsız hâle getirebiliriz. Mal ve hizmet geçişini, ekonomik aktiviteleri, kültürel geçişi, insan geçişi konusundaki sınırlamaların azaltılmasını ekonomik bir vaha hâline getirip bu bölgeyi aynı zamanda bir barış projesine dönüştürebiliriz. Bu anlamda, eğer Sykes-Picot'u yırtmak istiyorsak bence yol budur, onun dışında sınır değiştirmek her zaman -dediğim gibi- kan ve gözyaşıdır.

Teşekkür ederim.