KOMİSYON KONUŞMASI

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, sayın milletvekilleri, kamu kurum ve kuruluşlarımızın değerli bürokratları, değerli basın mensupları; konuşmama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, tabii, Sayın Bakan, büyüme teorileri aslında son dönemlerde özellikle eğitimi gittikçe kapsayacak bir şekilde genişledi. Şimdi, biz baktığımız zaman hemen hemen tüm dokümanlarda ve çoğu zaman da günlük konuşmada da söylüyoruz "Türkiye'nin en büyük zenginliklerinden biri genç ve dinamik bir nüfusa sahip olması." diyoruz. Doğru bir şey bu, gerçekten de genç ve dinamik bir nüfus aynı zamanda da bir "ataklık" demek "girişimcilik yeteneğinin daha yüksek olması" demek "yeniliklere açık olmak" demek ama burada önemli olan bu genç ve dinamik nüfusa sahip olmak kadar, onları da eğitebilmek, onlara doğru bir eğitim verebilmek ve bu eğitimi ülkenin ihtiyaçlarına göre planlayabilmek. Yani ülkenin gelecek vizyonu içinde ve bilimsel gelişmeler ışığında ne olacaksa ona göre bir eğitim sistemini kurmak gerekiyor, bizim en büyük problemlerimizden biri bu. Bugün Türkiye'de eğitim sistemi ile istihdam piyasası arasında ilişki son derece kopuk. Her gün, baktığımız zaman her yıl okullarımızdan, üniversitelerimizden insanları mezun ediyoruz ama sonuç itibarıyla istihdam piyasasında onlara yeterli imkânı, iş imkânını sağlayamıyoruz. Yani iş gücü arzı ve talebi arasında da bir uyumsuzluk var.

Diğer taraftan, 2023 vizyonu vardı, şimdi "2053 vizyonu" dedik, aslında bunların hepsine baktığımız zaman geleceğe ilişkin çok iddialı hedefler var burada. İddialı hedeflerin olması güzel bir şey ama bunun altını doldurabilmek lazım, eğer bunun altını dolduramıyorsanız o zaman o iddiaların hepsi çöpe gider. 2023 hedeflerinde nitekim öyle oldu, bütün o söylenenlerin hepsi bir biçimde bir süre sonra çöpe atıldı ve ondan sonra şimdi 2053 yılı, otuz yıl sonraya ertelendi, bu kabul edilebilir bir şey değil.

İktisat literatüründe büyüme teorilerinde 2 tane üretim faktörü vardır, iş gücü ve sermaye, bunlar denkleme konulur, o denklemde çözülür fakat gittikçe artan biçimde "içsel büyüme teorileri" de dediğimiz yapının içinde emeğin ve sermayenin yanına şimdilerde de beşeri sermaye yani eğitimi, eğitimin niteliğini de koyuyoruz. Bu anlamda eğitimin niteliğini yükselten ülkelerde de çok daha hızlı bir biçimde büyüme ve refah artışı sağlanıyor. Bakın, Güneydoğu Asya ülkelerinin hemen hemen hepsi bunu yaptı; Güney Kore bunu yaptı, Çin bunu yaptı, Hindistan bunu yaptı. Hem çok ciddi anlamda ülkede ciddi bir eğitim sistemi uyguluyorlar, müthiş bir matematik backgrounduyla eliyorlar. Özellikle yurt dışına gittiğimiz zaman görüyoruz oradaki o Çinli öğrencileri, Hintli öğrencileri yani konulara olan hâkimiyetleri, aldıkları o bilimsel temel, analitik düşünme yeteneği, bunların hepsi aslında bir biçimde o ülkelerdeki yukarıya doğru çıkışın çok tetikleyicisi oldu. Yani sadece yatırım yaparak sermaye stokunu arttırmak yetmiyor, en az onun kadar önemli olan da eğitim sistemine, beşeri sermayeye yatırım yapmak.

Şimdi, tabii, Türkiye'nin şu anda bulunduğu yeri OECD ülkeleriyle karşılaştırmak her zaman doğru bir şey çünkü OECD sonuçta 38 ülkeden oluşuyor. Yani onun içinde gelişmişlik düzeyi bizden daha fazla olan ülkeler de var, bizim gelişmişlik düzeyimizde olan, bizim gibi benzer gelişmişlik düzeyinde olan ülkeler var ya da daha az gelişmişlik düzeyinde olan ülkeler de var. Bu anlamda bu bir ortalama aslında ama bir kıyaslama ve oraya baktığımız zaman aslında eğitime ilişkin bütün göstergelerde OECD ortalamalarının altındayız. OECD'de okullaşma oranı yüzde 98, bizde yüzde 90; ortalama eğitim süresi orada on iki-on dört yıl, bizde 9,2 yıl -ki on iki yıllık zorunlu eğitim olmasına rağmen- ne eğitimde ne istihdamda olanlar orada yüzde 14,7; bizde yüzde 33,5. Bunun gibi -birçok arkadaşımız da söyledi- baktığımız zaman uluslararası kıyaslamalar açısından Türkiye'nin yeri parlak gözükmüyor.

Şimdi, tabii, başka bir konu da var, bunların içinde aslında özellikle AKP iktidarları döneminde, yirmi bir yıllık bir dönemde eğitim sisteminin yazboz tahtasına dönmüş olmasının da büyük etkisi var. Bakın, ben 24'üncü Dönemde milletvekilliği yaptım, 2012 yılında bir gün önümüze dört "4+4+4" adında yeni bir eğitim sistemi geldi. Fakat ilginç olan ne biliyor musunuz? Sonuç itibarıyla böyle bir şey olabilir tabii, bir hazırlık yapılır, görüşülür, devletin resmî dokümanlarına girer bunlar fakat Sayın Bakan, ne hükûmet programında buna ilişkin bir ifade vardı ne beş yıllık kalkınma planında vardı -ben plancıyım, DPT'de yetiştim- ne orta vadeli programda vardı ne yıllık programda ne kamu yatırım programında ne de Millî Eğitim Bakanlığının stratejik planında ya da bütçesinde vardı. Bir gün geldi ve bütün kamuoyunun, muhalefetin, bizim çok ciddi anlamda karşı çıkmamıza ve eğitimle ilgili bütün derneklerin, vakıfların, sendikaların karşı çıkmasına rağmen bu yasalaştı. E, ne oldu? Bir anda önce okula başlama yaşı aşağı indi. Bir taraftan neydi? İddialı hedefler vardı, sınıf mevcutları azalacak, birdenbire arttı, ikili eğitime geçildi yani aslında baktığımız zaman acayip bir şey oldu. Bu da şunu gösteriyor: Çok ciddi bir plansızlık var; eğitim sisteminde ne yapılacağına ilişkin kafalar karışık. Bu, aslında, her Bakan değişikliğiyle birlikte ortaya konan politikalarda da kendini gösteriyor; bir Bakan geliyor, bir politika uyguluyor, sonra gidiyor; başka bir Bakan geliyor, sil baştan, yeniden, başka bir şeyler yapılıyor.

Kamu eğitim sistemi âdeta çöktü; bakın, birkaç rakam vereyim: Kamu eğitim yatırımlarının -kamu yatırımları içinde 10'lu sektör ayrımı vardır, bir tanesi de eğitim sektörüdür 10 sektörden- kamu yatırımları içindeki payı 2002 yılında yüzde 12,3'müş, 2022 yılında yüzde 10,8'e düşmüş. Kamu eğitim yatırımlarının bir de millî gelire payı olarak da bakmak istedim: Kamu eğitim yatırımlarının gayrisafi yurt içi hasılaya payı 2002 yılında binde 5,9'muş, 2022 yılında binde 3,5'a düşmüş. Kamunun eğitim harcamalarının -komple- gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payı yüzde 3,1'miş, yüzde 2,9'a düşmüş. Yani bakın, bu işin sonunda tabii yatırım önemli çünkü fiziki altyapıyı sağlayacaksınız, alet edevatı, hepsiyle birlikte düşündüğünüz zaman, kamu eğitiminin ciddi biçimde hem millî gelir içindeki payının hem de toplam kamu içindeki payının azaldığını görüyoruz. Bunlar çok vahim rakamlar, tam tersini beklerdik; eğitim, sağlık gibi alanların ki bunlar sosyal devlet olmanın da gerekleridir, paylarının artmasını beklerdik. Hem nicelik hem de nitelik olarak yeterli eğitimi ve sağlığı vermek, bugün bir Hükûmetin en önemli görevidir diye düşünüyorum.

Üniversitelerin durumu ortada. 2015 yılı programında şöyle bir ifade vardı Sayın Bakan, okuyorum: "YÖK başta olmak üzere, yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılamaması ve buna bağlı olarak üniversitelerin idari ve mali özerkliklerinin sağlanamaması kaliteyi olumsuz yönde etkilemektedir." ifadesi vardı. Bu, devletin resmî programına girmişti, ne oldu? Hiçbir şey olmadı. Tespit yapılmış, o tespitin gereğini yerine getirmedikten sonra tespiti yapmanın bir anlamı yok ki. Her ile üniversite açarak başarı sağlanamaz, önemli olan, önce; o kadroların yetkinliğidir, o kütüphanesinin zenginliğidir, üniversitenin geleneğidir.

Şimdi, burada, bakıyoruz, YÖK üniversite bütçesinin gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payı 0,71'lerden 0,84'lere çıkmış; iyi ama Sayın Bakan, 2002'de 93 üniversite varmış, şimdi 208 üniversite var; tabii, bunun içinde hepsi kamu değil, vakıf da özel de var. Ama yani aslında, bakın, bu alanlar bizim sıçrama yapacağımız alanlar; bu alanlarda beklemeye, gecikmeye tahammülümüz yok. Üniversitelerin akademik, idari ve mali açıdan özerk olması gerekiyor, bu tespitler var; üniversitelerin özgür olması gerekiyor. Üniversiteler bilim üretilen yerlerdir fakat biz, Türkiye'de üniversitelerin başına neler geldiğini biliyoruz; Boğaziçi Üniversitesinin öğrencilerine, öğretim üyelerine reva görülenleri bilmiyor muyuz? Ben Mülkiyeliyim, Siyasal Bilgiler Fakültesi, bizim öğretim üyelerinin yarısı bir bildiriye imza attı diye okuldan atıldı, bir kısmı geri dönüyorlar yargı kararıyla. Böyle bir şeyin olduğu yerde başarı sağlamak mümkün değil.

Bakın, Türkiye'den yurt dışına ciddi bir beyin göçü var. Bu beyin göçünün nedenlerinden biri, tabii ki yurt dışında onlara daha iyi maddi imkânlar ve mesleklerini daha iyi icra edebilecekleri imkânların sağlanmasıdır ama bir taraftan da özgürlüktür, özgürlüğün olmadığı yerde bilim olmaz. Türkiye'nin buna ihtiyacı var, Türkiye'nin bir sıçramaya ihtiyacı var. Türkiye'den yurt dışına gidenlerin hemen hemen hiçbirisi geri gelmiyor; yurt dışında eğitim görenlerin... Millî Eğitim bursuyla gidenlerin hemen hemen hiçbirisi geri gelmedi. Giderken bunlara bir taahhütname imzalatmışlar; 2 kefil, memur kefil -ben tanığıyım- bitirdikten sonra okulu, üniversiteyi, ilk işe girdikleri firma onlara toplu para verdi, hepsi onu yatırdı, geri gelmediler.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Türeli, bir dakika veriyorum, toparlayın lütfen.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - "Sadece para da değil, önemli olan; bizim burada yaptıklarımızı Türkiye'de uygulayacağımız imkân yok, gittiğimiz zaman üniversitede nefes alamayacağız, üniversitede istediklerimizi söyleyemeyeceğiz, söylediğimiz zaman 'tu kaka' olacağız." Böyle bir yerde nasıl olacak bilim? Ve son dönem daha da vahimi: Yurt dışında eğitim görenler gelmiyordu, şimdi Türkiye'de eğitim görenler de yurt dışına gidiyor. Yani bu, çok ciddi bir eğitim politikası gerektiriyor; derli toplu vizyonuyla, onun altındaki politikalarla, alınacak tedbirlerle, kadrosuyla, fiziki altyapısıyla ciddi bir sıçrama gerektiriyor. Ben ne yazık ki bu bütçeye baktığım zaman bu sıçramayı göremiyorum, bu sonuçta böyle bir iddialı hedef görmüyorum. Yani, baktığımız zaman, aslında, daha önce söylenen şeylerin burada yeniden tekrarlandığını görüyorum, bundan da büyük üzüntü duyuyorum. Bu alan önemli bir alan, daha çok kaynak aktarılması ve ülkenin gelişmesi, kalkınması için temel lokomotif olması gereken bir alandır diyorum.

Teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.