| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/276) ve 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/274) ile Sayıştay tezkereleri |
| Dönemi | : | 28 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 26 .10.2023 |
SELCAN HAMŞIOĞLU (Tekirdağ) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; çok verilen bir örnektir, zamanın muhasebat müdürü 1930 tarihli Bütçe Muhasebei Umumiye Kanunu İzahları kitabında bütçe hakkını şöyle anlatır: "Vergiyi ödeyen milletin ona razı olması ve milletten alınan vergilerin nerelere sarf edileceğinin milletin tayin ve murakabe eylemesi milletlerin hakkıdır." ve devam eder "Bütçenin devlet hayatına tatbikatı, milletlerin çok pahalıya mal olan büyük mücadeleleri neticesinde elde edilmiştir. Millet meclislerinin en mühim ve esaslı meselesini bütçelerin tetkik ve müzakere safahatı teşkil etmektedir. Yani bütçe hakkının kaynağı korakor bir demokrasi mücadelesidir. Millet, hükümranların sınırsız vergileme ve harcama yetkilerini sınırlandırma yetkisine böyle kavuşmuştur." Buradaki anahtar kelime -herhâlde vurgulamaya gerek yok- "sınırlandırma" çünkü demokrasilerde hiç kimsenin sınırsız gücü, hakkı, yetkisi olamaz. Bütçeyi teklif edenin de onaylayanın da denetleyeninin de atayanının da aynı kişi olduğu yani günün sonunda kendi kendisiyle ibralaştığı bir sistem de zaten demokrasi olamaz. Peki, demokrasi olamazsa ne olur? Afganistan, Myanmar olur; hedef buysa başka şeyler konuşalım ama bu değilse ve hukukun üstünlüğüyle kalkınma arasındaki bağ en klişe örnek, aynı coğrafyada, aynı tarih ve kültüre sahip oldukları için Güney Kore ve Kuzey Kore arasındaki ekonomik farkla sabitken bütçe gibi dev bir ekonomik tasarımın hukuktan, adaletten, hak ve özgürlüklerden bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği Hammurabi'den bu yana ortadayken biz neden hak ve hukuk tanımazlıkta ısrar ediyoruz? Vadedilen öngörülebilirlik, kapsayıcılık, istikrarı, kurallılık olmadan sağlamak mümkün değil ve kurallılık da ancak hukukun üstünlüğüyle mümkünken, her gün bir yenisine maruz kalınan hukuk ihlallerini nasıl bu kadar kolay normalleştirilebiliyoruz?
Dün gece, Turhan Çömez Vekilimiz, Hatay Devlet Hastanesi depremde yıkılmamasına rağmen sırf bina yenilenirken elektrik ve doğal gaz sisteminin yenilenmesi ihmal edildiği ve hastane binasının içine merdiven yapmak unutulduğu için elektrik kesildiğinde yoğun bakım cihazlarının durduğu ve asansör de çalışmadığından hastaları tahliye imkânı bulunamadığından can veren insanları anlattı Genel Kurulda ve daha dün gece, Aydın'da KHK yurdunda asansörün çökmesi, düşmesi sonucu ailesinin devlete emanet ettiği bir öğrenci can verdi. Az önce öğrencinin babası açıklama yaptı: "Devlete güvenimi kaybettim." diye. Çünkü devletin korumasındaki bir öğrenciydi ve devletin yurdunda bu acı hadise maalesef meydana geldi.
Şimdi, bütün bunlar ne aslında? Bütün bunlar, yönetenlerin, en ilerisini vadettikleri demokrasi mefhumunu aslında zerre kadar içselleştirememesi. Zira, içselleştirmiş olsalar halka karşı sorumlu olma hâli illaki kendilerini daha tedbirli olmaya sevk ederdi diye düşünüyoruz. Hukukun üstünlüğünün pekişebilmesi, hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesine ama hak ve özgürlüklerin pekişmesi de -tam olarak neyin aslında biliyoruz- basın özgürlüğünün pekişmesine bağlı. 1700'lerden itibaren basın özgürlüğü diğer bütün özgürlüklerin kaynağı, dayanağı, üstelik de temel hak.
Ülkelerin basın özgürlüğü karneleri ile ekonomik büyümeleri arasında sıkı bir ilişki bulunuyor; basın özgürlüğünün gerilediği ülkelerde gayrisafi millî hasıla da geriliyor. Bakın, burası gerçekten -ironi olsun diye değil- çok önemli, basın özgürlüğü ülkedeki o baskı dönemi devran döndüğünde, sona erdiğinde kolaylıkla yeniden tesis edilebiliyor ama ekonomik büyümeyi tekrar eski seviyesine getirebilmek maalesef hiç kolay olmuyor. Bu, dünyanın farklı ülkelerinde defaatle tecrübe edilmesine rağmen neden hilafına bizim her şeyimiz. Anayasa Mahkemesinin de hak ihlaline uğradığına karar verdiği Can Atalay'ın hâlâ cezaevinde ne işi var? Hiçbir hukuk fakültesinin içinde suç ve delil bulamayacağı bir yargılama sonucunda cezaevinde bulunan emekli askerler "Uygun değildir." şeklindeki Adli Tıp raporuna rağmen bu rapor işleme konmadığı için neden hâlâ cezaevinde tutuluyor? Örtülü bir af düzenlemesi şeklindeki infaz düzenlemesiyle onu, bu düzenlemeden itinayla ayırarak Gazeteci Barış Pehlivan'a, sanki Türkiye'nin karşısındaki en büyük tehditmiş muamelesi yapmanın ne anlamı var? Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde bir yılda 16 sıra geriledi; 180 ülke içinde 165'inci sırada. Şimdi, biz bu karneyle mi büyüyüp kalkınacağız, bu karneyle mi gelişmiş olacağız?
Sırf kontrolsüz göç ve sığınmacı meselesinin Türkiye için büyük bir tehdide dönüştüğü haber verdiği için gencecik gazetecileri, Batuhan'ı, Süha'yı, Serkan'ı bir de üstelik milliyetçi paylaşımları işaret ederek hapsetmek ne demek, ne anlamı var?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Toparlayın lütfen, ilave bir dakika süre veriyorum.
SELCAN HAMŞIOĞLU (Tekirdağ) - Biz, vatanın bölünmezliği, milletin birliği, devletin bütünlüğü üzerinden dikkatinizi yıllar boyunca bir türlü bu meseleye çekmedik, sığınmacı meselesine. Belki, ümit ediyorum ki bütçe vesilesiyle madalyonun bir de başka bir yüzünden bakarsınız konuya. Sığınmacıların iş dünyasına ucuz iş gücü üzerinden sağladığı kâr mı daha yüksek yoksa misal, yol açtıkları, açacakları güvenlik sorunları dolayısıyla uluslararası alanda Türkiye'ye dair bir tehdit algısı oluşmasına katkılarından dolayı farklı sektörlerde oluşacak zarar mı? Yani, soru çok basit: Kâr mı, zarar mı? Vicdanlara yaptıramadığımız seçimi, belki, bütçe vesilesiyle cüzdanlara ya da kasaya yaptırırız.
Teşekkür ederim.