Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | On İkinci Kalkınma Planının (2024-2028) Sunulduğuna Dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresinin (3/770) Birinci Bölümü |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 23 .10.2023 |
ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, değerli Komisyon üyeleri, bürokratlar, basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Şimdi, ortada bir kalkınma planı var. 2 tane temel problem görüyoruz: Bir, kalkınma misyonu, kalkınma perspektifi yok; ikincisi, plan da yok. Şimdi, bunu biraz açıklamak lazım: Kalkınma perspektifini burada görmek isterdik, orada neyi kastettiğimizi birazdan anlarız ama ortada plandan çok bir iyi niyet belgesi var yani. Hatta o kadar iyi niyetli bir belge ki orta vadeli programı sizler önümüze getirdiğiniz zaman bizler ayağı yere basan, doğru hazırlanmış, Türkiye'nin gerçeklerini, küresel gelişmelerin gerçeklerini gören bir plan olduğunu görmüştük, program olduğunu görmüştük ve bunu da oldukça olumlu bir şekilde karşılamıştık ama burada önümüzdeki kalkınma planına baktığımız zaman çok iyi niyetli hazırlanmış bir kalkınma planı görüyoruz.
İzninizle, yıllar yılı kalkınma ekonomisi dersi vermiş birisi olarak size çok temel bir şey göstermek istiyorum: Bu, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi, biz kalkınmaya böyle başlarız genelde; yani kalkınma bir vatandaşın, bir insanın hangi ihtiyaçlarını ilk başta giderir? En altta gördüğünüz gibi barınma gibi, gıda gibi, hemen onun üstünde de güvenlik ihtiyaçları vardır, bunlar giderilirse ancak daha sonraki adımlar bu kalkınmanın üzerine yapı taşları olarak konulabilirler. Şimdi, ben biraz kalkınma perspektifinden baktığım zaman, Türkiye'deki bu fiziksel ihtiyaçları ve güvenlik ihtiyaçlarını şu ana kadar nasıl karşılamışız, bu planda bunlar ne derecede yer alıyor, onlardan biraz bahsetmek istiyorum.
İlk önce "kalkınma" demek, baktığınız zaman, barınma krizinin yaşanmadığı bir ülke demek. Bakın, Covid'den sonra biz barınma krizi yaşıyoruz ve şöyle söyleyeyim size: Bütün dünya, biraz önce Sayın Güneş'in bahsettiği gibi, Covid'den sonra aynı problemleri yaşamıyor, orada ayrışıyoruz. Bakın mesela kira endeksinin reel değişimine, Türkiye diğer ülkelerin çok çok üstünde. Bir barınma krizi var ve kiralar çok yüksek olduğu için, konut fiyatları da çok yüksek olduğu için insanlar kiradan ya da diğer barınma için harcadıkları diğer paradan, tabii ki onlardan vazgeçemiyorlar ve onun yerine ne yapıyorlar? Direkt olarak diğer bütçeden kısıyorlar dolayısıyla çok ciddi bir barınma krizi var. Kalkınma planı bu barınma krizinin nasıl karşılanacağını bir türlü bize anlatmıyor.
"Kalkınma" demek ücretiyle hayatını kazanan emekçinin başını sokacak bir ev bulması demek. Devam ediyorum. Konut fiyatı ortalama ücret... Eğer bugün siz ücretli bir vatandaşsanız yani kazancınızı, gelirinizi sadece ücretle kazanıyorsanız bir konut sahibi olmak sizler için bir hayal ve baktığınız zaman, bu ücret ve konut fiyatına baktığımız zaman Türkiye yine diğer ülkelerden çok olumsuz bir şekilde ayrışıyor. Ve ben isterdim ki bu kalkınma planında biz en azından, Türkiye'nin şu anda en şiddetli yaşadığı barınma krizine çok somut öneriler bulalım fakat böyle bir şey bulmuyoruz.
"Kalkınma" demek -bu planda en önemli ve en olumlu bulduğum şeylerden bir tanesi- afetlere karşı dirençli bir ekonomi, dirençli bir toplum yapısıdır. Gerçekten ben bunu çok önemsiyorum. Peki, gerçekte durum ne; biraz ona bakalım isterseniz. Bakın, bugün Türkiye'de sadece en zengin yüzde 5 yirmi yıldan daha genç binalarda oturuyor. Türkiye'de yoksulların, dar gelirli vatandaşların oturduğu evlere baktığınız zaman üçte 2'si yirmi beş yıldan daha yaşlı evlerde oturuyor. Kentsel dönüşüm şart ve Kentsel Dönüşüm Başkanlığı kurarak da Türkiye'nin bu afetlere karşı dirençli olmasını tek başına sağlayamazsınız. "Kentsel dönüşüm" dediğiniz zaman bunun "yerinde dönüşüm" ilkesine göre yapılması lazım, vatandaşlarımızın kendi oturdukları yerlerden çıkarılmaması lazım. İstanbul'daki gibi, İzmir'deki gibi "kentsel dönüşüm" adı altında vatandaşların yıllardan beri orada oturduğu mahallelerden çıkarılmayıp, ada bazlı bir kentsel dönüşüm yapılması gerekiyor. Burada biz şu anda afetlere karşı hiçbir şekilde dirençli olmayan bir toplum yapısı görüyoruz ve bugün, Allah korusun, bir afet geldiğinde bunun dar gelirli vatandaşlarımızın oturduğu yirmi beş yıldan daha yaşlı evleri vuracağını biliyoruz.
Şimdi, "kalkınma" demek gıdaya erişim demek. Önümüzde çok üzücü bir istatistik var, onu paylaşmak istiyorum. Bu, EUROSTAT'ın TÜİK'ten aldığı veriler. Ekonomik olarak iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren bir yemeği karşılayamayanların oranı Türkiye'de üçte 2, yüzde 68. Bakın, iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren bir yemeği karşılayamayan bir nüfusumuz var; nüfusumuzun üçte 2'si. TÜİK verileridir bu, EUROSTAT'ın TÜİK'ten aldığı veriler. Dolayısıyla "kalkınma" demek kaliteli gıdaya herkesin erişimi demek.
"Kalkınma" demek aynı zamanda tarım demek. Bütün gelişmiş ülkelere baktığınız zaman yani büyümeyi kalkınmayla taçlandırabilmiş ülkelere baktığınız zaman bu ülkelerin tarımdan çıkmadığını görürsünüz. Avrupa ülkelerine gittiğiniz zaman tarıma çok daha fazla destek olduğunu görürsünüz. Bakın, Türkiye'nin küresel tarım katma değerinden aldığı payın nasıl düştüğünü görüyor musunuz; kişi başına tarım, ormancılık ve balıkçılık katma değerini. Baktığınız zaman, o yüzden gerçekten bir kalkınma planı ortaya koyacaksanız eğer gıdaya erişimi ve bunu sağlayacak olan tarım sektörünü bu işin odağına koymanız lazım. Veriler, bizzat TÜİK'in verileri böyle bir tablonun maalesef tam tersinin yaşandığını gösteriyor.
"Kalkınma" demek tarımın ve çiftçinin desteklenmesi demek. Şimdi tarımsal amaçlı transferlerin bütçeden aldığı paya bakalım. Siz her ne kadar çiftçiyi desteklediğinizi söyleseniz de rakamlar burada: 2007'de 3,63; şu anda 1,28. Hem tarım girdi fiyatları artıyor hem de sizin bütçe giderleri içinde tarımsal amaçlı transferlerin oranı düşüyor. Dolayısıyla, bugün bizim tarımda geldiğimiz korkutucu tablo ve bir gıda krizinin ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi kalkınma perspektifli, kalkınma odaklı bir tarım politikamızın maalesef yaşanmaması.
"Kalkınma" demek en başında eşit bir gelir dağılımı demek. Bakın, 2007'de, son on beş yıl içerisinde gelir eşitsizliğinin en çok arttığı 5'inci ülkeyiz. Bizden önceki ülkelere baktığımız zaman, Rusya gibi, Moritanya gibi, Bulgaristan gibi aynı ligde yer almadığımız ülkeleri görüyorsunuz. Dolayısıyla, burada bir büyüme var. Bu büyüme rakamları tabii ki olumlu fakat bu büyümenin bir kalkınmayla desteklendiğini söylemek, bu gelirin, bu pastanın büyürken eşit bir şekilde dağıtıldığını söylemek de çok güç; gelir eşitsizliğinin en çok arttığı 5'inci ülkeyiz.
"Kalkınma" demek yoksulluğun azalması demek. TÜİK'in açlık ve yoksulluk sınırının artışından daha az ücret artışları, asgari ücret artışı yaparsanız ve asgari ücret Türkiye'deki neredeyse tüm kayıtlı çalışanların yarısını kapsıyorsa o zaman o ülkede yoksulluğun artığını görürsünüz ama yoksulluğun artmasından daha olumsuz bir tablo daha var karşımızda; o da çocuk yoksulluğu. "Kalkınma" demek daha az çocuk yoksulluğu demek. Bakın, bugün yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında olanların oranına baktığınız zaman Türkiye'de çocuklarımızın yüzde 45,2'si yoksulluk veya sosyal dışlanma riskiyle karşı karşıya. Türkiye'de 7 milyon yoksul çocuk var. 7 milyon yoksul çocuk İrlanda, Norveç, Danimarka gibi ülkelerin nüfusundan daha fazla. Bu kadar fazla yoksul çocuğun olduğu bir yerde ben kalkınma planında çocuk yoksulluğuyla ve çocuk emeğiyle, çocuk işçiliğiyle daha ciddi bir mücadele beklerdim.
Şimdi, dolayısıyla baktığınız zaman kalkınma perspektifinde bizim derslerde öğrettiğimiz, bütün dünyanın kalkınma planlarına koyduğu, yoksulluğun azaltılması, tarımın desteklenmesi, barınma krizinin yaşanmaması gibi eksenlerde maalesef bu kalkınma planında çok somut çözümler görmüyoruz.
Biraz da makro varsayımlardan bahsetmek istiyorum. Şimdi, burada temel hedefler sürdürülebilir yüksek büyüme, sıfır cari açık ve yüzde 5 enflasyon; iyi, güzel. Şimdi, sürdürülebilir ve yüksek büyüme şu anlama geliyor: Bizim kişi başı millî gelirimizin artması anlamına geliyor. Bakın, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım da geçmişte bu terimin üzerinde çok dururdu; orta gelir tuzağı. Bizler çok değil, bundan on sene önce, Türkiye'yi nasıl orta gelirli bir ülkeden yüksek gelirli bir ülke yapma yoluna gideceğimizi konuşurduk, artık bunu konuşmaz olduk. Neden biliyor musunuz? Çünkü orta gelir tuzağını ya da orta gelirli olmayı kanıksadık.
Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, burada önemli bir noktadan bahsetmek istiyorum. Türkiye'nin millî gelirini kıyaslarken genelde hep satın alma gücü paritesine göre alıyorsunuz. Bunda bana göre bir beis yok, satın alma gücü paritesine göre Türkiye'nin diğer ülkelerle kıyaslamasında herhangi bir sakınca yok. Fakat satın alma gücü paritesine göre bir millî geliri hesapladığınız zaman iki şeyi sağlamanız gerekiyor. Bir, enflasyonu doğru ölçeceksiniz. Şimdi, bugün enflasyonun doğru ölçüldüğü konusunda hepimizin şüpheleri var. İşte, önümüzdeki hafta Maliye Bakanlığının bütçe görüşmelerinde biz TÜİK'i de konuşacağız. Eğer bir ülkede enflasyonu doğru ölçemezseniz satın alma gücü paritesiyle hesapladığınız millî gelir de o zaman, olması gerekenin çok üstünde çıkar. İkincisi de kura müdahale etmemeniz gerekiyor.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
OTURUM BAŞKANI ORHAN ERDEM - Lütfen toparlayalım.
Bir dakika ek süre veriyorum.
ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Dolayısıyla satın alma gücü paritesi ile millî geliri hesapladıktan sonra orada enflasyonu ve kur müdahalelerini doğru bir şekilde hesaba katmazsanız Türkiye olması gerekenden çok daha iyi bir yerde gözükecektir. Bunu mutlaka sizin dikkatinize sunmak isterim.
Enflasyon meselesi, son elli beş yılda görüyoruz ki -enflasyonda yüzde 5'i hesaplıyorsunuz, bizzat Sayın Merkez Bankası Başkanımız önümüzdeki mayısa kadar enflasyonun artacağını söyledi- 7 tane yüzde 5'ten daha düşük enflasyon yaşadığımız ay var; 3'ü 1970'te, 4'ü 2011'de, 2011'deki küresel koşulları biliyoruz. O yüzden ben yüzde 5 enflasyona nasıl geleceğimizi bu kalkınma planında daha detaylı görmek isterdim, maalesef göremiyoruz.
Son olarak da bir ekonomide hem cari açığı sıfırlamanız hem yüksek büyümeniz hem enflasyonu düşürmenizin iki tane temel yöntemi vardır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Başkanım, bitiriyorum.
OTURUM BAŞKANI ORHAN ERDEM - Lütfen tamamlayalım.
ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Tamam.
Bunlardan bir tanesi, doğrudan yabancı yatırımları çekmeniz gerekir. İkincisi de verimliliği sağlamanız gerekir; turizme girmiyorum bile. Şimdi, hemen, baktığınız zaman yatırımı çekmek düşük risk primiyle olur. Türkiye şu anda Mısır'dan sonra gelişmekte olan ülkeler arasında risk priminin en yüksek olduğu ülke. Dolayısıyla buradan biz kaliteli bir yabancı yatırım çekemeyiz. İkincisi, yatırım çekmek kurumsal gelişmişlik ve inovasyonla olur. Tabii ki Türkiye doğrudan yabancı yatırım çekip bu ülkeyi, bu coğrafyayı bir cazibe merkezi hâline getirmektedir ama bir sonrakilere baktığınız zaman hesap verebilirlik, siyasi istikrar, hükûmetin etkinliği, düzenleme kalitesi, hukukun üstünlüğü, yolsuzluk gibi yerlerde biz devamlı geriye doğru gidiyoruz. Bütün bu eksenlerde bir gelişme gösteremezsek o zaman bizim orta, uzun dönemde doğrudan yabancı yatırımı istediğiniz -Türkiye'nin o cari işlemler açığını tasarruf açığı olarak da görürseniz- o tasarruf açığını giderebilecek bir doğrudan yabancı yatırımı da çekmemiz neredeyse mümkün değil. Bir de tabii ki verimliliği sağlamak ama...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Süremi aştığım için verimlilik sağlamayı salı günü, yarınki konuşmada bahsedeceğim.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.