| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/529) ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/297) ve Sayıştay tezkereleri (Devam) a) Sağlık Bakanlığı b) Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü c) Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu ç) Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu d) Türkiye Halk Sağlığı Kurumu e) Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 1 |
| Tarih | : | 10 .02.2016 |
BİHLUN TAMAYLIGİL (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın milletvekilleri, Sayın Bakanımız, değerli bürokratlar ve basın mensupları; yine, benim genelde kaderim olarak yeni bir güne başlarken ikinci bütçe görüşlerini anlatmak üzere söz alan milletvekili oluyorum. Hem yeni gün hem de geçmiş gündeki çalışmaların iyiliklerle tamamlanması dileğimi paylaşmak isterim.
Şimdi, Sayın Bakanım, Kadir Has Üniversitesi her yıl Türkiye Sosyal- Siyasal Eğilimler Araştırması olarak bir araştırma yapıyor. Ve 2015 sonu itibarıyla da bu araştırmanın sonuçları açıklandı. Türkiye'de 26 ilde ve kapsamlı yapılan bir kamuoyu araştırması bu ve burada çıkan sonuçlar... Herhâlde bu sonuçlar sizin bilginize sunulmuştur veya takip etmişsinizdir, ben değerli arkadaşlarımla da ana başlıklar hâlinde paylaşmak istiyorum.
Birincisi, tabii, bu sokaktaki kişinin tehdit açısından baktığında tehdit algısında oluşan değişikliği vurguluyor ve genelde tehdit listesinin yıllar itibarıyla başında...
Sayın Başkanım, güzel bir sohbet gerçekten güzel ama Komisyonumuzda dışişlerimizle ilgili..
BAŞKAN - Sayın Erdinç, sizi buraya alayım ben lütfen.
BİHLUN TAMAYLIGİL (İstanbul) - Ki bence Türkiye'nin bugün konuşması gereken en önemli başlığı herhâlde tartışıyoruz diye düşünüyorum. Belki bizim düşüncemizi önemsemeyebilirsiniz ama en azından konuşma hakkımızı burada rahatlıkla kullanabilelim.
Evet, araştırmada en önemli tehdidin vatandaş tarafından önceden İsrail ve Amerika görülürken şimdi yüzde 64 noktasında bir oranla artık Rusya'ya çevrildiği açıklanıyor, bunu araştırma dile getiriyor. Yine, tabii, burada, yaşanan hem uçak olayıyla ilgili olarak gelişme ve onun sonrası da sorgulanmış. Ve bu uçağın düşürülmesini destekleyenler yüzde 62, desteklemeyenler yüzde 36. Bu desteklemenin de temelinde Türkiye'nin sınırlarının korunması ki hepimizin angajman kuralları dâhilinde yapılan işlemler açısından değerlendirmemizde -muhalefet- bizim kendi liderimizin de bu konuda açıklamaları ortadadır.
Ama burada, baktığımızda, tabii, yine ortaya konan önemli bir eğilim daha var: Batı'ya yönelişle ilgili... Ki Batı'yla ilgili yönelişte zayıflama olmuştu, özellikle AB'yle ilgili süreç ve ondan sonra yaşanan olumsuz başlıklardaki gelişmeler, desteği epey bir düşürmüştü. Şimdi, görülen o ki, yine, araştırma sonucunda yüzde 65'lere çıkmış olan bir AB desteği kendini gösteriyor.
Ve yine iş birliği açısından baktığınızda da, AB ve ABD açısından iş birliği noktasında bir yönelim kendini göstermeye başlıyor. Yani, bundan önce, şu on-on beş yıllık süreç içerisinde halkın tercihleri ve yaşanan olaylar açısından verdiği tepki ve ortaya koyduğu şu bakış açısını çok net olarak aydınlatıyor diye düşünüyorum.
Diğer taraftan, bu araştırma Hükûmetinizin Suriye politikasını da vatandaşa soruyor. "Başarılı." diyenler sadece yüzde 29 Sayın Bakanım. Bu araştırmada -bir üniversitenin araştırması bu- "Başarısız." diyenler de yüzde 50. Ve burada Ankara'nın tarafsız kalmasını isteyenler de yüzde 46, yani, bu, farklı bir ülkede gelişen iç olaylara karşı Ankara'nın alması gereken tutumda, o aktif rol alışın yerine tarafsız kalmasını tercih eden, bu toplumun aşağı yukarı yüzde 50'si. Ve müdahaleyi de tek başına olarak kabul edenler de yüzde 3. Enteresan, yine, muhalif güçlere destek verilmesinden yana olanlar da yüzde 11. Yani, bu, Türkiye açısından yapılan bir değerlendirme ve bu rapor herhâlde paylaşılır ve ona göre bir değerlendirme süreci işler.
Tabii, burada mülteci konusuyla ilgili de sonuçlar var. Artık yüzde 63'lük bir oran mülteci kabulü noktasında, bunun tamamlanması tercihini ortaya koyuyor. Ve memnun olanlar yüzde 16'yken memnun olmayanlar yüzde 50'nin üstünde bir rakam.
Burada, bu oranlar aslında hem halkın dış politikaya olan bakış açısını anlatıyor hem eleştiriyi hem de değerlendirmeyi açıkça ortaya koyuyor diye düşünüyorum.
Şimdi, tabii, dış politikayla ilgili konuyu ve sorunları değerlendirirken, maalesef, görülen o ki Türkiye son on yılı aşkın süredir kapasitesini aşan hedefler belirleyerek dış politikayı gerçekleştirmeye çalışıyor ve bu önemli bir sorun. Ama bu yanlış hesabın ötesinde, yine, gördüğümüz bir eksiklik var ki bu da: Dış politikada biz hesap yaparken "Diğer devletlerin tepkisi ne olur?" diye bu tepkiyi ölçmekte ve bunu hesaplamakta da eksik bir öngörü veya o öngörünün getirdiği hareketi ortaya koymada bir tercih gerçekleştirdik. Ve, Türkiye olarak, bu göz ardı edildiğinde de, bu tepkilerin ne olacağını iyi hesaplamadığımız zaman bunun sonuçları karşımıza ağır faturalar olarak çıktı diye gözüküyor.
Yani, diyelim ki, Orta Doğu politikasını ve Suriye politikasını hesaplarken burada "İran'ın ve Rusya'nın oradaki stratejik menfaatleri ne?" diye bir değerlendirme yapmakta Türkiye ne kadar başarılı oldu, sürecin içerisinde yer aldığında? Veya "Amerika'nın bunlara göre daha mı az menfaati var, daha mı çok menfaati var?" bunun hesabını ne kadar yaptı Türkiye, orada dış politika uygulamalarını ortaya koyarken? Veya Irak'la olan ilişkiler, hatta hatta son, yine Irak'la ilgili, oradaki askerle ilgili bulunan, askerin girişi, orada eğitim vermesi, geri çekilmesi... Yani, biz oraya, işte, Irak Hükûmeti'yle... Hatta açıklamalarınız da var orada, Bakanlık tarafından resmî açıklamalar da burada yapılan o Irak Hükûmeti'yle diyalog eksikliğinin hatasını ortaya koyarken. Ama baştan bu iş, olay gerçekleştirilirken neler olacağı, ne tepkiler geleceği... Yani, "Obama'nın gece yarısı Sayın Cumhurbaşkanını arayarak, bir telefon görüşmesiyle, sanki ültimatom verirmiş gibi bir tavır içinde olmasını biz baştan düşünerek engelleyecek bir öngörülü hareket içinde neden olamıyoruz?"u sorgulamak gerektiğini, açıkçası, düşünmek gerekiyor diye paylaşmak isterim.
Diğer taraftan, tabii, dış politika "sıfır sorun" diye başladı, sonra, tabii, "sırf sorun" hâline dönüştü -çok konuşuluyor, bu her yerde kullanılıyor- ama dış politikada, sanırım, düşman yaratma şeklinde bir politik tercih içinde olmamak gerekiyor. Yani, dost kazanacak, bir yerlere müdahale etmeyecek, müdahalenin yanında, buna beraberce, bölgesel, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik açıdan baktığınızda, bunların bir arada harmanizasyonunu sağlayacak bir politik stratejinin güdülmesi gerekiyor.
Ama bir tarafta da, yine yapılan bir hata: Çok ani çıkışlarla, söylemlerle, kelimelerle dış politika yapmanın ve dış politika ile iç politikanın birbirine karıştırılmasının Türkiye'ye çok ağır etkileri olmuştur. İç politikadaki söylemler dâhilindeki birtakım kelimelerin dış politikada kullanılmasının ve onun da içeride bir siyasi rant hâline dönüştürülmesinin Türkiye'nin dış politikasına, bence, çok ağır etkileri olmuştur.
Bir de, tabii, benim sürem biraz kaldı ama çok...
BAŞKAN - Süre sorunu yok, buyurun.
BİHLUN TAMAYLIGİL (İstanbul) - Şimdi, bir de dış politika açısından baktığımızda, özellikle biz Arap Baharı sürecini ne kadar doğru okuyabildik. Arap Baharı sürecinde, dünyada, ilk başta o yaygın bir halk hareketi, özgürlükler, halkın uyanışı, diktatör rejimlere karşı bir demokrasinin harekete geçişi düşüncesiyle gelen Arap Baharı'nın sonrasında ortaya çıkan mezhep ve etnik kimlik bazındaki ayrışmaların hangi ölçüde değerlendirildiği veya bizim Türkiye olarak bu noktada, yine bu etnik mezhep ve etnik kimlikler üzerinden ortaya çıkan ayrışmalar üzerinden bölge siyaseti yapmamızdan kaynaklanan ve taraf olmaya tercih göstermemizden kaynaklanan hataların bugün sonuçlarını yaşıyoruz diye, açıkçası, düşünüyorum. Çünkü, baktığınızda, Arap Baharı'ndan bugüne çıkan tabloda -yani, işte, bir Tunus biraz daha derli toplu bir görüntü veriyor, onun da yapısının daha homojen olması, belki daha çağdaş tercihler içerisinde olması mıdır, bilemiyorum ama- iç savaşlara giden, işte, büyük darbe süreçlerinin kendini gösterdiği birçok sonuçla karşılaşan bir Arap Baharı vardı. Yani, Arap Baharı sürecinde de bizim üstlendiğimiz rol ve tercihlerimiz, Türkiye'ye bugün yaşadığımız ağır faturaları hazırlayan önemli bir etken oldu diye, açıkçası, düşünüyorum.
Şimdi, tabii, bundan sonra bir de dış politikada günlük veyahut kısa vadeli söylem ve ortaklık noktasında tercihlerin değiştirilmesinin ve bu değişikliklerin de istikrarı, ne yazık ki, olumsuz etkilemesinin sonuçlarını da yaşıyoruz.
Yani, şimdi, Türkiye'deki mülteci konusuyla ilgili karşımıza çıkan tabloda AB'yle ilgili ilişkiler, bu AB'yle ilgili ilişkilerde bir anda karşımıza çıkan bir yeni dönem ama bu geri kabul anlaşmasıyla ilgili oluşabilecek süreç -yani, siz, tabii ki, Schengen vizesiyle ilgili bir gelişmeyi dile getirdiniz konuşmanızda ama- Schengen vizesiyle ilgili olarak o gelişecek olan 2016 sürecinde biz Türkiye olarak neleri, hangi anlaşmanın tarafı olarak ortaya koyacağız, bunları da değerlendirmek gerekiyor.
Artı, tabii, dün Avrupa Konseyinin mali işler -yani bütçe- üyeleri Meclisimizi de ziyaret etti. Ben Sayın Başkanla beraber... Onlarla da genelde bu mültecilerle ilgili konu görüşüldü ama böyle peşin hükümlü, Türkiye'yle ilgili bakış açılarında çok samimi olmayan bir söylem içerisinde gerçekleşen... Yani, bu yürütülen sürecin -işte, Aylan bebekle beraber vicdanların harekete geçtiği sürecin- sonrasında -aslında biraz önce Aykut çok güzel bir kelime, tanım ortaya koydu- onların insanlara bakış açısı ile bizim kardeş gördüğümüz mültecilerin sorununu çözmedeki samimiyeti de bizi bir noktada sorgulatmayı beraberinde getiriyor.
Tabii, şimdi, bir mülteci olayımız var ama yenisini de hazırlayan süreç işliyor, yani, bir taraftan, baktığımızda, yeni bir göç dalgasının kendini gösterebileceği bir süreç de işliyor ama bir taraftan da bir Cenevre süreci, Londra süreci işliyor. Her iki toplantının içeriğiyle ilgili taraflar arası görüşler bildirilirken insanların öldüğü, mültecilerin yerlerinden kalkıp başka yerlerde kendilerine hayat bulmaya çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. O yüzden, tüm bu hassasiyetlerin gerçekliği içinde bakmamız gereken bir dönemdeyiz diye düşünüyorum.
Ayrıca, bu dönemde, tabii, Kıbrıs'la ilgili, daha doğrusu Kıbrıs sorunuyla ilgili, siz çözümü yönünde hızlandırılacak bir dönemin geldiğini dile getirdiniz ama Kıbrıs'la ilgili, tabii, bir şeyi de kaçırmamak lazım. Güney Kıbrıs, Yunanistan ve İsrail arasında doğudaki o enerji koridoruyla ilgili -Doğu Akdeniz'deki- yapılan son anlaşmalar ve ona bağlı kurulan ilişkiler ve orada dünyadaki ve bölgedeki enerji açısından yaşanan bu süreç içerisinde hangi noktalarda nelerle karşılaşmamız gerektiği konusunda da herhâlde bir çalışma yapılıyordur. Çünkü, daha önce bu bölgelerdeki sondajlarla ilgili süreç işlerken gerçekten, koymuş olduğumuz tavır açısından baktığımızda, ne kadar doğru adımlar attık, onun da sorgulamasını yapmak gerekiyor.
Tabii, Kıbrıs'la ilgili de Kıbrıs olayı, tamam, çözülecek, bitsin, aman ne güzel dediğinizde... Sayın Bakanım, Kıbrıs'la ilgili, 2000'li yıllarda, bu Güney Kıbrıs'ın üyeliği öncesindeki adadaki bu tekrar görüşmeler, yapılan referandum süreci ve ondan sonraki adımlarla baktığımızda, yani oradaki garantörlük ve o süreçteki Güney Kıbrıs'ın üyeliğiyle ilgili sürece baktığımızda daha etkin neler yapılabilir diye bir daha sorgulamamız lazım çünkü, bugün, karşımıza AB'yle ilgili fasıllar geldiği zaman en önemli konularda Güney Kıbrıs'ın rezervleriyle karşı karşıya geliyoruz. O yüzden, o gün için baktığımızda, yani ne yaptık, işte, AB'nin aldığı karardan sonra biz gittik -İngiltere'ydi herhâlde o dönemde Dönem Başkanı- dedik ki: "Tamam, biz bu hava yolları ve limanlarla ilgili anlaşma geldiğinde biz şerh koyuyoruz."
BAŞKAN - Lütfen toparlayalım Sayın Tamaylıgil.
BİHLUN TAMAYLIGİL (İzmir) - Hemen bitiriyorum.
Sayın Gül'dü hatırladığım kadarıyla o zaman ve İngiltere dedi ki: "Şerh koymaya hakkınız yok, durum ortada." Yani, şimdi, böyle süreçler işlediği zaman, bugünkü Kıbrıs'la ilgili yaşanan süreçte de kendi millî davamız olarak gördüğüm konudur Kıbrıs benim. Yani, kimi zamanlar farklı başlıklarla çok ağır eleştiriler olur ama Kıbrıs'ta muhakkak iki kesimin mutlak eşitliğine dayalı bir çözümün olmasından ve Türkiye'nin, garantörlük olarak baktığınızda, garantörlük olarak iki kurucu devleti görüp ve garantörlük haklarının da güvence altına alınmasında bizim görüşlerimizi dile getirmemiz gerekiyor ve Kıbrıs'ın ne pahasına olursa olsun değil, çözüm ortaya konulurken de taviz vermeyen bir çözüm içerisinde olması gerekiyor ve hem temel hak ve çıkarların hem de stratejik çıkarların dikkate alınarak çözümün sağlanması gerekiyor. Onun için özellikle bu Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs toplantısı ve anlaşmasının altını çizmiştim.
Ben umut ediyorum ki -hani hep deniyordu- proaktif bir siyasi ve politika uygulamaları... Türkiye'nin dış politikası çok önemli çünkü Türkiye'deki dış politik ayrışmalar ve problemlere ekonomik açıdan baktığınızda -ki buna paralel gidiyor- Türkiye'nin komşularıyla veya ilişki hâlinde olduğu ülkelerle -Kuzey Afrika ülkeleri olsun veya komşu Orta Doğu ülkeleri olsun- ticaretinde büyük kayıplar var. Türkiye'nin ekonomik gücünü zayıflatan gelişmeler oluyor dış politik zafiyetler. Ha, burada, tabii, kendi duruşundaki doğru temelli mücadelelerde her şey göze alınır ama yanlış yapmadan...
Yine söylüyorum, biz, Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh." ilkesinden vazgeçmeyecek ve aynı zamanda bölgenin demokrasinin işlediği bir İslam devleti... İslam kökeninde yaşayan yapısı hep örnek olarak konuşuldu çünkü Müslüman bir toplum ve demokratik bir devlet. Demokratik, laik hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti ve baktığınızda, dini ağırlıklı olarak İslam. Bütün Orta Doğu'ya örnek olmuş ve çağdaş modernleşme temelinde bir devlet yapısı ki bu, Arap Baharı'nda da pek çok ülkenin örnek aldığı bir yapıydı. O yüzden, bunları temelinden sarsmayacak bir politika anlayışıyla devam etmenin gerektiğine inanıyorum.
Sabrınız için ve sizin de verdiğiniz süre için teşekkür ediyorum.