KOMİSYON KONUŞMASI

İSMAİL TAMER (Kayseri) - Milletvekili arkadaşımın sözlerine katkı anlamında ifade ediyorum. Şöyle ki arkadaşlar: Yurt dışına işçi olarak giden ilk kişilerden biri babam, bunu ifade etmek istiyorum. Şöyle ki, sene 1959, ben 2 yaşındayım o zaman, babam Kayseri'de traktör tamircisi. Alman Konsolosluğuna, İngiltere ve Fransa Konsolosluğuna mektup yazıyor; üçünden de davet geliyor "Gelin." diye. Ama kalifiye bir eleman, sıradan bir eleman değil. O zaman Kayseri'de evimiz. Bizi Kayseri'den köyümüz olan Şarkışla'nın Maksutlu Köyü'ne taşıyor, kendisi gidiyor. İlk gittiğinde hiç işçi yok kesinlikle, resmî işçi alımı 1961'de başlıyor yani o dönem için söylüyorum. Babam ilkokul mezunu ama çok zeki ve çok becerikli birisi, hemen Almancayı öğreniyor, akabinde daha sonra gelen Türklere tercümanlık da yapıyor orada. Çok geçmiyor, sene 1965 yani gidişten beş buçuk altı yıl sonra Almanların adına Türkiye'de Çaycuma SEKA Kâğıt Fabrikasını kurmak için teknik eleman, montör olarak Türkiye'ye geldi ve on yıl kadar orada kalarak hem İzmit SEKA'yı hem Balıkesir SEKA'yı hem de Çaycuma SEKA'yı başından sonuna kadar kendisi kurmuştu.

Şimdi, ben, oraya zaman zaman gittim; benim ilk Almanya'ya gidişim 1975 civarı, o dönemde liseyi bitirdim. Hayalim doktor olmak ama ilk dönem kazanamadım ben tabii. Babamın da "Orada okuturum." gibi bir ifadesi vardı. Biraz hikâye anlatıyorum ama kusura bakmayın yani bu -bizdeki olay- gerçek anlamda, oradaki işçilerin şeyidir. Ben de Almanya'ya gittim. Orada gördüğüm şey şuydu: Ben sarışın, mavi gözlü, saçlarım da vardı -böyle değildim tabii- beni Alman'a benzetirlerdi. Konuştuğumuzda, benim Türk olduğumu anladıklarında 180 derece değiştiklerini görürdüm. Hakikaten o dönemlerde birinci kuşak dediğimiz o kuşak, aslında... Behiç Hocam, orada bunlar ilk etapta eğitildi dedik ama öyle bir eğitim falan verilmedi; sadece gidecekleri yer, çalışacakları fabrika, gelecekleri, "heim" dediğimiz kalacakları yerlerdeki gidiş geliş kurallarını gösterdiler; o değildi aslında. İşte ifade etmiş olduğunuz gibi, önce Almancayı öğrenebilmek veya gittiği ülkenin dilini öğrenmek çok önemliydi; bunu yapamadık biz, devlet olarak da bir şey veremedik o dönem içerisinde ama kendisi, böyle becerisi olanlar bir şekilde şey oldu. Sonra o insanların -ben de bilirim- yıllarca, yirmi sene, otuz sene kalıp da bir yabancı dil öğrenmediklerine şahidim. Hatta kendi aralarında çeşitli semtlere isimler verirlerdi; işte "İstanbul" "Ankara", diyelim "Kayseri" vesaire. Birbirlerine gidip -ben çok rastladığım için de söylüyorum, mesela Hamburg'da İstanbul vardı- soruyorlar: "Nereden geliyorsun?" "İstanbul'dan geliyorum." "Nereye gidiyorsun?" "Ankara'ya gidiyorum." gibi -buna benzer- kapalı bir toplum içerisinde yaşadılar. Tabii -tabiri caizse - gettolaşmak gibi -çok benzemez gibi gözüküyor ama- bir şeye gidilmiş oldu o dönem içerisinde. Ama ikinci ve özellikle de üçüncü kuşak kendisini yırttı ve tam tersi, ikinci kuşak, dediğiniz gibi, o kültür kargaşası içerisinde kaldı "Acaba Alman mıyım?" veyahut da "Türk müyüm?" bunun sıkıntısını çekti. İyi Almanca bildiler onlar. O dönemi de atlattıktan sonra, üçüncü kuşaktan sonra, hakikaten, şimdi, orada okumuş olan insanlar, doktorlar, hâkimler, savcılar, mühendisler, iş adamları büyük şekilde böyle bir gelişim sağladılar. Bu zaman zarfı içerisinde de -yanlış hatırlamıyorsam, o 70'li yılların sonuna doğru- bunlara o ülkenin vatandaşlık hakları verildi. Ya, o kadar şey oldu ki çoğu olmamak için elinden geleni yaptı, hâlbuki olacaksın ki orada oy kullanma oranı... İşte bunu biz izah edemedik, bunları yeteri kadar izah edemedik ve birtakım sıkıntılar çektik. O anlamda şunu ifade etmek lazım: Şimdi, buradaki bu gelen problemleri ortadan kaldırmak adına böyle bir ziyaretin çok anlamlı ve iyi olacağı kanısındayım.

Ben de bir katkı yapmış oldum Başkanım, sağ olun.