| Komisyon Adı | : | DİJİTAL MECRALAR KOMİSYONU |
| Konu | : | Ankara Milletvekili Mehmet Naci Bostancı'nın, iletişim tarihi ve teknoloji ile insan arasındaki ilişki hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 08 .07.2021 |
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Şimdi, bir kere bu kuşakları harflerle ifade etme akademisyenlerin de pek sevdiği soyutlamalardır; bunlar ne kadar doğru çok tartışmaya açıktır çünkü aynı tarihsel zaman içerisinde çok farklı toplumsal sınıflarda, ilişki biçimlerinde, yaşama mekânlarında bulunan insanlar var ki onları âdeta homojen bir kuşak gibi tahayyül etmek biraz fazla kolaycılık, biraz fazla stilize etmek anlamına gelebilir. Bu biraz da şuna benziyor: Modernleşme süreçlerinde mesela, Philippe Aries diye bir tarihçi vardır, bu Annales, Tarih Okulu'ndan bir adam, onun takipçilerinden. "Çocukluğun Batı'da Keşfi" diye, çocukluğun... Mesela, Charles Dickens -o da çok geç değildir- romanlarını yazdığı dönem sanayileşen İngiltere'deki çocuk ile sonraki dönemlerdeki çocuk fikrinin aslında ne kadar farklı olduğunu bize de anlatan, bir bakıma öyle bir tarihsel seriyi ifade eden çalışması da var. Mesele şu: Mesela, İngiltere'de sanayileşme döneminde 6 yaşındaki bir çocuk da büyüklerin bir kopyası olarak görülür, ayrıca çocukça bir muameleye maruz kalmazdı. Diğer büyükler neler yapıyorlarsa, büyüklere düşen görevler neyse bir bakıma çocuklara da sadece fizik ölçüleri çerçevesinde sınırlanmış görevler atfedilirdi fakat modernleşmeyle birlikte insan hayatını ayrıntılandırma, her birini bir bakıma uzmanlara emanet etme, her birine ilişkin ayrı bir endüstrinin teşekkül etmesi şeklindeki eğilimle de -bir iktisadiyata tekabül ediyor- görüyoruz ki insan hayatını ayrıntılandıran, bir programa dönüştüren bir hayatla karşı karşıya olduk.
Ufak çocuğumuz vardı kreşe giden, kreşte bir hafta sonu ebeveynleri uzman psikolog ve psikiyatristlerle toplantıya çağırdılar; oraya gittiğimde görmüştüm, modern hayatın çekirdek ailesindeki okuryazar ebeveynler geniş aile içerisinde çocuk yetiştirmeyi bir kenara bırakmış ve kreşler marifetiyle çocuklarını yetiştirenler ki son derece kaygılı insanlardı ve uzmanların çocukların yetişimine ilişkin hangi kıymetli sözleri söyleyeceği ve onları kendi hayatlarına nasıl taşıyacaklarına ilişkin büyük bir kaygı içerisinde, kulakları acayip açık bir tarzda onları dinliyorlardı yani ben yapıyorum, doğru mu yapıyorum, uzmanlar acaba ne söyleyecek, çocuğu yetiştirirken nerede hata yapıyorum gibi öylesine bir kaygı ortamı da doğuyor; endüstri zaten kaygıyla da bağlantılıdır. O bakımdan insan hayatını bu kadar ayrıntılandıran, çocukluğu kendi içinde bölen anlatımlara karşı biraz mesafeli olmakta ve kuşaklar hikâyesine ilişkin mesafeli olmakta fayda var ama bütün toplumlarda mesela, erginleme törenleri vardır, tırnak içinde diyelim "vahşi" kabilelerde de erginleme törenleri vardır, modern toplumda o erginleme törenleri pek olmaz veyahut başka türlü geçer ama çok detaylı bir şekilde insan hayatını, çocukları tasniflemek yahut da kuşakları tasniflemek doğru bir iş değil.
Traktör meselesine gelince; ümit ve korku işi bitmiş değil. Herkes traktör alıyor bir taraftan ama unutmayalım bir taraftan da organik tarıma geçiş, dolayısıyla teknolojinin uzaklaştırıldığı daha doğal ortamlarda ürün yetiştirme, daha az kimyasal kullanma, hatta mümkünse kara sabanla toprağı işleme şeklinde eğilimler olduğunu unutmayalım çünkü pulluk marifetiyle daha derinden kavranılarak altüst edilen toprakta zaman içerisinde bir çoraklaşmanın olduğuna dair anlatımlar mevcut. Tabii, teknolojiyle toprağın ve üretimin ilişkisi zaman içinde nasıl bir sonuç doğuracak onu kestiremiyoruz ama teknolojinin sadece olumlu anlamda, nihai noktada hayatımıza yön verdiği ve Kızılırmak'taki o insanların yahut Kızılderililerin bütünüyle haksız oldukları söylenemez.
Fotoğraf makinesi mesela, yüz elli yıllık tarihi var, o da bir teknoloji ama Kızılderililer yine onlardan söyleyeyim fotoğraflarının çekilmesini asla istemezler, ruhlarının gasbedildiği şeklinde bir duyguyla itiraz ederler. Şimdi, herkes her şekilde fotoğraf çekiliyor ama fotoğraf dediğimiz durum bir tuhaf ve nekrofil bir eylem olarak tanımlanır biliyorsunuz; belirli bir zamana sabitliyorsun görüntüyü ve orada kalıyor, hatta şimdi herkes cep telefonlarıyla o kadar çok fotoğraf çekiyor ki ne zaman dönüp tekrar o fotoğraflara bakıyorlar? Daha önceki fotoğrafları düşünün albümler malbümler olurdu -onları arkadaşlar hatırlarlar- şimdi öyle şeyler de yok. Bir yazarın dediği gibi "Çekmeceler eşyaların mezarlığa atılmadan önce dinlenme yerleridir." diyor, fotoğraflar da telefonların hafızalarına çekiliyor, oraya konuluyor daha sonra telefonlar değiştikçe kısmen atılıyor, sonra tamamen atılıyor ve gidiyor. Bütün bunları niye yaptık? O da ayrı bir bahis. Dolayısıyla teknoloji meselesinin o iki taraflı etkisi hâlâ sürüyor. Dijital alana karşı da o ikili etki yani korku ve ümit muhakkak var. O dediğiniz bir tür mükemmellik evreni olarak dünyanın takdimi, aslında bir yanılsama olarak görüntüler ve yazılar üzerinden ifadesi yahut da dijital mecralardaki dilsel alışveriş üzerinden insanların başka bir kimliğe oynamaları, maskeli balolarda yahut da insanlar birbirlerini görmeden ve gerçekliğine nüfuz etmeden Bernard Shaw'ın o dediği gibi "İdeal imgeler üzerinden alışveriş yaptıkları konuşmalar." bütün bunlar bu dünyaya ait unsurlar değil, bir tür ilahlar dünyası kuruluyor. Instagram'da insanların fotoğraflarına baktığınızda hep tırnak içinde tanrılar ve tanrıçalar var ama gerçek hayat öyle değil, insanlar kusurlarıyla birlikte varlar fakat bu imge insanın zihninde zaman içerisinde nasıl bir kültür oluşturacak ve gerçek insan ilişkilerini nasıl tahrip edecek düşünmek lazım.
Yüz yıl önce insanlar mutluluk üzerine bu kadar düşünmezlerdi. Bir yazarın bir ifadesiyle "Mutluluk üzerine düşünecek kadar boş vaktiniz varsa mutsuzsunuz demektir." diyor ya, yani daha baştan mutsuzsunuz. İnsanlar "Mutlu muyum?" diye kendilerine sorarlarsa, bu, tehlikeli bir sorudur ama dijital mecralar ve onunla ilişkiler, biraz önce söylediğiniz gibi, işte "like"lardan mutlu olma yahut da çok güzel bir fotoğraf çekip üzerine biraz da işlem yaparak orada paylaştığınızda dönüp dönüp ideal imgenize, aslında gerçekte olmayan imgenize bakarak, bu seyirlik unsur üzerinden insanlarla alışveriş yaptığınız yanılsamasının getirdiği mutluluk nasıl bir mutluluk olabilir? Bunlar hep insanın sadece kişisel yanılsaması bakımından değil, aynı zamanda bir kolektif yanılsamaya da aracılık edebilir mi? Kişisel olarak yanılsama içinde olabilirsin ama gerçek dünyada yanılsamalara yer yok.
Sosyal medya dediğimiz alanın bir bakıma kendi içine gömülü ve sadece kendi dünyasında yaşayan kabile mantığındaki insanlarla da bağlantılı bir tarafı var; o kadar tarihsel zaman akmış, yeni teknolojiler çıkmış ama herkes kendisi söylüyor, kendisi dinliyor. Sonuçta, sosyal medya dediğimiz yerde bakın, orada da kabileler var. Twitter mecralarını düşünün, herkes kendi kabilesine bakıyor, diğerlerini dinlemiyor, diğerlerine bakmıyor. Zaten kullanılan dil, anlatım biçimi ve yaklaşım Twitter'ın karakterleri düşünüldüğünde, sınırlılığı düşünüldüğünde, buna karşılık insani etkinlik ve eylemlerinin derinliği düşünüldüğünde bu orantısızlık dolayısıyla ne yapılıyor; en kolay yol yöntem en kışkırtıcı dil, mahrem duyguların ifşa edildiği bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Bu, gerçek hayatın duplikasyonu mu? Değil muhakkak. Peki, bu ne, ne tür bir işlevi yerine getiriyor? Bana kalırsa insanların fantastik duygularını, bir tarafıyla, olmak istedikleri kimliği ve tahayyüllerini, tasavvurlarını ifşa ettikleri bir mekân olarak... Belki rehabilite edici bir yanı vardır, belki insanın hayat karşısındaki genel manada muhalif enerjisini boşaltan bir işlevi vardır ama acaba bu iyi bir şey midir? Çünkü hayat dediğimiz şeyi biçimlendiren aynı zamanda insanların muhalif enerjileri değil midir? Bunu bir yanılsama mecrasına aktardığınızda gerçek hayata akması gereken bir enerji, bir tutum, bir tavır, üstelik Almanların dediği şekilde "kitsch" bir tarzda yansıdığında bunun insanlığa ne faydası olacak? Muhakkak korku tarafı bana, en azından bugün baktığımda çok daha baskın geliyor.