| Komisyon Adı | : | DİJİTAL MECRALAR KOMİSYONU |
| Konu | : | Ankara Milletvekili Mehmet Naci Bostancı'nın, iletişim tarihi ve teknoloji ile insan arasındaki ilişki hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 08 .07.2021 |
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Ben de teşekkür ediyorum.
Şimdi, Hüseyin Bey'in konuşmasından sonra başlık "Dijital Çağın Felsefesi" gibi kocaman, kallavi bir başlık; artık bize şapkadan tavşan değil Boeing 737 çıkarmak düşüyor ama bunu nasıl yapacağız?
Hocalık meselesine gelince, "Bize kim konuşuyor?" diye arkadaşlar merak edebilirler, hepimiz birbirimizi tanıyoruz ama çok kısa bir ne diyorlar özgeçmiş... 57 Amasya; yatılı okul Türkiye'nin hikâyesi; memur çocukları giderler, uzak diyarlarda yatılı okurlar, ben de dört yıl Rize Öğretmen Okulunda... Yağmur başlayınca on beş gün sürer ki okulun yatakhanesinin çatı katı da çinkoydu, geceleri uyurken -yatılı okul çocukları iyi bilirler, efektler de onlara birçok hikâye anlatır- tıpır tıpır yağmur yağardı. İnsanın kimliğinin teşekkülünde bütün yaşadıklarının muhakkak katkısı var; dört yıl yatılı okul, devletin verdiği elbise, devletin verdiği ayakkabı... O yüzden devlet fikri de kafamızın gerisinde aynı zamanda daha derin bir anlam taşıyor, görünmeyen fakat hep var olan, biraz kutsal ve mistik bir şey -Hegel'e gönderme yapmayacağız tabii-. Daha sonra Ankara Siyasal... 1980'de Siyasalı bitirdim, 12 Eylül oldu. 12 Eylül olduğunda, yaşım müsaitti, bir yıl Mamak Cezaevinde kaldım, o da ilginç bir tecrübeydi. Anadolu'da dama girmeyeni çok hesaba katmıyorlarmış, baktık dam işi de fena değil, öğretimin bir parçası, insan tabii her yerden öğrenebiliyor. Daha sonra rahmetli Erol Güngör'ün yanında biraz akademik hayata intisap etmeye çalışırken Erol Bey vefat etti Konya'da. Sonra Ankara'ya geldim, Gazi İletişim'de akademik hayatı sürdürdük; 90 yılında doçent, 96'da milliyetçiliğe ilişkin bir tezle profesör oldum. 2011 yılına kadar Gazi Üniversitesinde hocalık yaptım ama hocalık dediğimiz şey zannedildiği gibi öğreten, sürekli anlatan, sürekli bilmeyenlere birtakım hususları aktaran kişi olmuyor; hoca aynı zamanda kesinlikle sürekli öğrenen, dolayısıyla akademik mekânlarda kimin hoca kimin öğrenci olduğunun karıştığı bir sürece atıf yapıyor. Tuncay, bizim öğrencimiz, aynı zamanda hocamız.
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - Estağfurullah.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Gerçekten de ilişkiler öyledir. Ben Tuncay'ı ilk gördüğümde acar bir Cumhuriyet muhabiriydi, kafayı uzatmıştı kapıdan, oradan konuşmaya başladık. Zaten bilirsiniz, bazı insanlarla ilk birkaç cümleyi konuştuğunuzda artık o konuşmanın nasıl gelişeceğine ilişkin bir kanaatiniz teşekkül eder, orada yakınlık ve ünsiyet dediğimiz hadise yaşanır. Birçok insanla böyle ilişkilerimiz oldu, öğrencilerim ve hocalarımdı aynı zamanda. Bir de derslerin dışında gruplar teşekkül ettirir ve birtakım okumalar yaparak paylaşımlarda bulunurduk, bütün bunların çok faydası oldu.
Siyasete girişimiz biraz isteyerek olmadı, onu söyleyeyim; hep böyle olur, istemedim cebime koydular tarzında bir şey de değil, sonuçta kendimizi milletvekili adaylığında ve oradan milletvekilliğinde bulduk. Bütün bu süreçleri de hem yaşayan hem de gözleyen bir pozisyondan ne olup bitiyor diye baktığımı söylemeliyim. İnsan belli bir formasyondan geldiğinde etrafındaki olayları anlamak için hayli efor sarf ediyor ve sahip olduğu referanslar eğer olup bitene ve yaşanana çok tekabül etmiyorsa anlamakta zorlanıyor. Mesela Meclise ilk geldiğim sıralarda, ilk bir ay, Mecliste bu arkadaşlar ne yapıyorlar ben anlayamamıştım -2011'de geldim- çünkü Meclis açılmış, grup önerileri geliyor, konuşuluyor, sonra reddediliyor sonra Meclis kapanıyor, herhâlde yasa plan da gelmediği için. Baktım, sürekli böyle bir durum. Bizim Amasya milletvekili vardı Avni -kulakları çınlasın- "Avni, biz burada ne yapıyoruz? Ben anlamıyorum." dedim yani siyaset hocasıyım ama ne olup bittiğini anlamakta zorlanıyorum çünkü bir şey yapıyoruz ama sonuçta yapmıyoruz. O çok veciz bir ifade kullanmıştı, "Ne konuşmamız gerektiği üzerine konuşuyor, sonra onu konuşmamak gerektiğine ilişkin karar alıp dağılıyoruz." dedi. "Bu Meclis enteresan bir yermiş." dedim fakat sonradan süreç içerisinde aslında bütün bunların da çok derin, sembolik, temsilî, kamusal iletişime tekabül eden yanları olduğunu hepimiz öğrendik. Son derece önemli süreçler, Mecliste yaşananların hiçbiri boş değil, tabii, bunun için biraz zaman gerekiyor.
Bir de siyasette şunu gördüm: İnsan hocalık yaparken daha çok ağzını kullanıyor, konuşuyor yani anlatıyor fakat siyaset daha çok kulakların kullanılmasını gerektiren bir iş bunu öğrendim. Konuşmaktan ziyade dinleyeceksin, insanları dinleyeceksin, başkalarını dinleyeceksin; onlar seni dinlemek için gelmiyorlar, kendi dertlerini anlatmak için geliyorlar. O yüzden siyasal süreç, kulağın parladığı, ağzın biraz köreldiği bir süreç oluyor; böyle bir tecrübeyi de gördük.
Değerli arkadaşlar, konumuza gelecek olursak, mevzu derin. Aslında modernlik, dijital çağ, kullandığımız çeşitli mecralar, araçlar... Bunların manası üzerine doğrudan bir konuşma yapmak bana kalırsa çok yeteri kadar açık ve anlaşılır bir perspektif sunmayacaktır. O yüzden belki temelde insan ve teknoloji arasındaki ilişkiden başlamak lazım, tarihsel süreci içerisinde insanın teknolojik araçları kullanma tarzı ve varsa mütekabil ilişkilerle teknolojinin insan üzerindeki etkisi, onun insanoğlunun içeriğini nasıl dönüştürdüğüne ilişkin bir değerlendirme icap ediyor. Mevzu derin dememin nedeni, Marx'ın bir sözü var: "Görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı." diyor. Her şey gördüğümüz gibi olsaydı zaten anlamak için ayrıca bir çaba göstermemiz gereksiz olurdu. Dolayısıyla olup bitenleri değerlendirirken bir arka plana, bir derinliğe, bir nedensellikler zincirine, onu teşekkül eden dinamiklere, bunlara ilişkin bir okuma olmaksızın ne olup bittiğini anlamak mümkün olmaz.
En başta "görünen" dediğimizde -oradan başlayacak olursak- neyi görüyoruz? Gören kim? Neyle görüyor? Şimdi, bütün bu soruların sanki basit bir cevabı var gibi de; şu anda buradayız, birbirimizi görüyoruz, göz dediğimiz bir organ marifetiyle buradaki manzarayı, fotoğrafı, insanların duruşunu, Dijital Mecralar Komisyonundaki toplantıyı görüyoruz. Acaba görmek bundan mı ibaret? Biraz ilerlediğimizde daha görmeden başlayan bir problemler zinciriyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bir kere görmek sadece gözle ilişkili bir şey değil, o işin elif bası. Onun arkasında, mesela ideoloji var çünkü görmemizi biçimlendiren aynı zamanda sahip olduğumuz ideoloji, aynı zamanda müktesebatımız, aynı zamanda gözün işlevine ilişkin birtakım çalışmalar bize görmenin alışkanlıkla bir bağlantısı olduğunu söylüyor. Alışkanlık... Mesela 6 yaşında gözlerine eskilerin ifadesiyle "perde inmiş" yani çok küçük yaşta katarakt olmuş ve 42, 43 yaşına kadar kör bir şekilde kırsal alanda hayatını sürdürmüş bir insanın bir ameliyatla gözlerini açıyorlar; katarakt mercek alınıyor, yerine mercek konuyor ve göz normal işlevine kavuşuyor. Ne bekleriz? Adamın görmesini bekleriz fakat adam bizim gibi görmüyor çünkü uzun yıllara dayalı alışkanlıkların onun görme biçimini etkilediği bir geçmiş var. Mesela biz gökyüzünde uçan bir uçağa baktığımızda uçak bizim üstümüze geliyor gibi hissetmeyiz; görme mesafesi vardır, uzaklık, derinlik vardır ama o ameliyattan çıkmış insan dışarıda bir uçak gördüğünde kendisine çarpacakmış gibi kaygılanıyor çünkü mesafeyi görme biçimiyle ayarlamasına ilişkin bir geçmişi yok. Görmüş olmasına rağmen masalara vuruyor ve bir süre sonra depresyona giriyor çünkü bildiği dünya bildiği dünya değil başka bir dünya. Birçok tıbbi tedavi görme lüzumu doğuyor, psikiyatrik tedavi görme lüzumu doğuyor, hatta tekrar görmeme şeklinde bir tercihte bulunmak istiyor çünkü görmediğinde alıştığı, bildiği, güvenlikli dünyaya geri çekilecek ve her şey yerli yerine oturacak, gördüğünde öyle değil. Bir kere görmenin kendisi bizatihi problemli, ideolojik dedik... Şimdi, mesleklerimiz neyse bir bakıma mesleklerimiz üzerinden görürüz. Mesela Bahçeli 7'nci Cadde bir zamanlar popülerdi, şimdi bilmiyorum yine popüler mi?
Akşamları böyle insanlar gidip gelirler, 18'inci yüzyıl bulvarlarının açılması gibi bir etki yaratır yahut da...
BAŞKAN HÜSEYİN YAYMAN - Hocam, bir akşam gidelim, beraber dondurma yiyelim, Tuncay Hoca'yı da alalım...
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Walter Benjamin Pasajlar'da Paris'i anlatır. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında hem Paris'te pasajlar nasıl teşekkül etti hem de bu şehirlerin değişimiyle birlikte Haussmann'ın malum 3'üncü Napolyon döneminden sonra Paris'i yıkıp, yeniden yapması vardır. İlk bulvarlar çıktığında insanların görme biçimini düşünün; 7'nci Cadde'den bahsettik, orada yürüyen insanlar... Eğer bu kişi bir şehir peyzajı müktesebatına sahipse onun 7'nci caddeyi görme biçimi farklı olacaktır, bir öğretmense farklı olacaktır, bir güvenlik elemanıysa farklı olacaktır, otomobillerden anlayan birisi ise farklı olacaktır, anlamayan birisi ise farklı olacaktır. Otomobillerin markasını, modelini hiç bilmeyen birisine sordum, ne görüyorsun? dedim. "Hep aynı arabalar." dedi. Dedim ki: Aynı arabalar değil, şu bin cc, şu 2 bin cc, şu 5 bin cclik bir canavar. "Öyle mi? Ne farkı var?" dedi. Görmek... İdeolojiye ilişkin Althusser'in iyi bir tanımı vardır: "Maddi hayat şartlarıyla hayalî ilişkilerini temsili." der. Yani insan hangi maddi hayat şartları içinde ise -maddi hayat şartları dediğimiz de sadece geçim değil, toplumsal, kültürel olarak içine doğduğu sınıfsal her şey- bütün o unsurlar insana görme biçimini, sahip olduğu ideolojiyi tayin eder ama bunun üzerine bir de tahayyüller girer, dünyanın nasıl olması gerektiğine ilişkin, nasıl kodlanması gerektiğine ilişkin hususlar girer. O yüzden maddi hayat şartlarıyla hayalî ilişkilerin temsili ideolojiyi oluşturuyor. Böyle olunca diyorsun ki: Aynı köyden çıkan 2 insan niçin birisi -öyle diyelim- x tarafına giderken birisi y tarafına gidiyor; aynı maddi hayat şartları ideolojiyi tayin etseydi ikisinin de aynı istikamette davranması lazımdı. Hayır, hayalî ilişkiler değişiyor. Şevket Süreyya Aydemir'in "Suyu Arayan Adam" okunmuştur muhakkak, orada İstiklal Savaşı başlamadan önce Moskova'ya gider ve bir Marksizm eğitimi alır. Önce Turancıdır, Türkçüdür Şevket Süreyya, Türkiye'nin kısa tarihi gibidir. "Suyu Arayan Adam"da da bunu gayet neşeli bir şekilde anlatır. Marksist perspektifi içselleştirdikten sonra İstanbul'a gelir, rıhtıma daha indiğinde İstanbul'a ilişkin okuması Marksizmin sınıf çelişkileri üzerinedir; öğrendiği bilgiler istikametinde okuyor şehri. Yürürken bir tane yalıdan camdan piyano sesi dökülür, oraya doğru yaklaşır. "Fakir fukarayı ezen sınıflar kâsanelerinde zevküsefa içindeler." diye düşünmeye başlar çünkü Şevket Süreyya oradaki resmi, sesleri, insanların ilişkilerini sınıf çelişkileri üzerinden okuyan bir eğitimden geçmiştir. Dolayısıyla bu "görme" dediğimiz hadise son derece karışık bir iş.
Bu Charles Baudelaire, meşhur şair 46 yaşında ölmüştü, ilginç bir adamdır. "Paris Sıkıntısı" kitabında "Yoksulların Gözleri" diye bir hikâye anlatır. Marshall Berman "Katı olan her şey buharlaşıyor." manifestodaki o ifade üzerinden modernliği anlatırken de yoksulların gözlerine atıf yapar. "Paris Sıkıntısı" da ince bir kitaptır. "Yoksulların Gözleri" hikâyesi şu: Yeni bulvarlar açılmış -onlar da çok önemli o bulvarların açılması- Haussman eski 1,5-2 metrelik Paris sokaklarını niye geniş bulvarlara dönüştürdü, niçin altüst etti oraları, yıktı? Bunun siyasal sistemle, modernleşmeyle, yükselen burjuva sınıfıyla, proleterlerin hareketleriyle, iktidarın merkezîleşmesiyle, her şeyle bağlantısı var; hiçbir şey olduğu gibi durup dururken olmuyor yahut da "Teknoloji gelişip o çerçevede bunlar yaşanıyor." Hayır, öyle bir şey yok.
"Yoksulların Gözleri"nin şu: Baudelaire sevgilisi olan bir hanımla birlikte şık bir pastanede oturur. Pastane, vitrinleri bulvara dönmüş bir pastanedir; içinde çok şık ve çekici yiyecekler vardır. Orada oturup ruhani meselelerden bahsederlerken -bulvarlarla birlikte ki bulvarlar her tür sınıftan insana da açılmıştır eski Paris, Haussman öncesi Paris yoksulların kendi gettolarında yaşadığı zenginlerin de yine kendi alanlarında yaşadığı, arada da irtibatın olmadığı bir Paris'tir, bulvarlar bunu da değiştirdi, bütün sınıfları birbirine kattı aynı zamanda- pastanenin vitrinine bir yoksul aile yaklaşır; bir adam, bir çocuk, küçük bir çocuk, bir kadın. 3'ü de alnını cama dayarlar ve içerideki yiyeceklere bakmaya başlarlar -aralarında kalın bir cam var- o yiyecekleri satın almaları mümkün değil. Fiziki mesafe yok, coğrafi mesafe yok ama derin bir sosyal mesafe var, incecik, kalın bir cam daha doğrusu o kadar derin bir sosyal mesafe ortaya koyuyor ki ve gözleriyle yiyeceklere bakışları üzerine Baudelaire çeşitli düşünceler geliştirir. İşte çocuk "Ah şundan olsa yesek." diye iş geçiren bir bakışla bakmaktadır. Kadın ezik bir bakışla bakmaktadır. Adam onları satın alamayacağı için son derece üzgün bir bakışla bakmaktadır. Baudelaire onlara bakarken karşısında oturan sevgilisi garsonu çağırır "Şu serserileri vitrinden uzaklaştırır mısınız?" der. Garson "Hemen, peki." der. Baudelaire kadına bakar ve der ki: "Hanımefendi, biz sizinle aynı dünyada değiliz." Herhangi bir açıklamaya lüzum görmeden kalkar. Şimdi, gözler, görmek, bunların mevzusu aynı zamanda teknolojiyle, aynı zamanda insanın yeryüzünde var oluşuyla, içine doğduğumuz toplumla, sahip olduğumuz değerlerle, normlarla, soluklandığımız kutsallıkla veyahut da sekülerlikle, her şeyle bağlantılı bir iş.
Değerli arkadaşlar, "Teknoloji ve insan arasındaki ilişki." dedik ama her şeyden önce insana ait hususu biraz daha toparlayıp ondan sonra teknolojiye girmek gerekir. Bernard Shaw, meşhur İngiliz oyun yazarı -İrlandalı, "İngiliz" demeyelim İrlandalı- ölürken diyorlar ki: "Ne yapmak isterdiniz, ne olmak isterdiniz?" Çok zeki bir adam. "Ben olmak istediğim insan olmak isterdim." diyor. İnsanın kafasında kendisine ilişkin bir ideal kimlik var ama aynı zamanda toplumsal şartların olmasına izin verdiği bir kimlik biçimi var. Sanırım "kimlik" dediğimiz şey yani konumuz olan insanın kimliği, olmak istediği insanla olmasına izin veren toplumsal şartlar arasında bir ilişkiyle teşekkül ediyor; demek ki işin bir tarafında insanın tam anlamlandırmakta zorlanacağımız ve üzerinde çok konuşmamız gereken tahayyül ettiği kimlik ama diğer tarafında da ayrı okumalara tabi kılınması gereken toplumsal şartların izin verdiği kimlik meselesi var. "Toplumsal şartlar" deyince de insanlık tarihi içerisinde yaşanan ortamları, örgütlenme biçimlerini, kullanılan teknolojileri, insanların birbirleriyle ilişkilerini, buradaki törenleri, normları, bütün bunları hatırlayarak belki muhakeme etmek lazım. Sadece hepimizin insan olarak paylaştığı ve her yerde gördüğümüz bir iki hususa aslında gördüğümüzün ötesinde ne tür anlamları olduğuna işaret ettikten sonra bu teknoloji mevzusuna geçeceğim. Birincisi gülümseme. Mesela, Hüseyin Başkanımız toplantıyı açarken hafif bir gülümsemeyle toplantıyı açtı, ben de şu anda sempati alışverişinde bulunmak için tebessüm ediyorum, birbirimize tebessüm ediyoruz. Gülümsemelerin temel anlamlarından birisi karşılıklı sempati alışverişidir. Acaba ondan mı ibaret? Bir insani eylem olarak gülümsemenin başka ne tür anlamları olabilir? Bu mevzu da derin, tek başına sadece gülümseme mevzusu derin. İnsandan ve teknolojiden bahsederken her bir ifadenin aynı zamanda bir başlık ve altında çok derin bir müktesebat taşıdığına işaret etmek için söylüyorum. Mesela, hiyerarşinin olduğu bir mekânda o hiyerarşinin tepe noktasındaki bir insanın yaptığı esprilere oradaki insanlar hazır bir şekilde gülerler yani sürekli zaten, dikkat ederseniz, merkezî figür, hiyerarşide asıl otorite her kimse insanların kafaları genellikle ona dönüktür ve yüzlerinde hep bir gülümseme vardır, hele bir de fıkra filan anlatırsa anlattığı fıkrayı biliyor olsanız bile muhakkak gülerseniz. Niye güleriz? Çünkü gülmek onu onurlandırmaktır. Demek ki iktidar ilişkilerinde vehiyerarşiye dair bir anlamı var gülmenin. Mesela o merkezî otorite bir fıkra anlatıyor ve siz de asık bir suratla izliyorsunuz, imkânı var mı? Demek ki birincisi onurlandırıcı bir eylem olarak insan güler. İkincisi, yine hiyerarşiden, iktidar ilişkilerinden bahsedelim, alt taraftan birisi, alt sınıflardan birisi, hiyerarşik olarak altta olan birisi sizin mantığınıza, aklınıza, bildiğiniz dünyaya uymayan saçma sapan bir ifadede bulundu, insan biraz onu aşağılamak için güler, o gülmeyi de biliriz. "Ne diyorsun sen?" falan derken kızgınlık yerine gülme aynı zamanda hiyerarşik olarak bir hafif medenileştirilmiş, estezi edilmiş bir aşağılama ifadesidir.
Üçüncüsü, gülme; 12 Eylülde bizi içeri alırlarken -bir hatıramla gideyim, tanıdığım insanlar da var -hepimizi duvara yasladılar, "Kafanı çevirme." falan diye son derece sert komutlarla kımıldamadan duruyoruz, yanımızda da diğer arkadaşlar. Coplu birisi sürekli arkada dolanıyor, havada dehşet kol geziyor; böyle bir ortamda hafif yan dönüp birbirinize bakarak gülümsersiniz. Bu gülümsemenin anlamı nedir? Bu da karşılıklı dayanışma ve cesaret gülümsemesidir ama en temelde insan niye güler? Mesela, yine, iktidar ilişkilerinden bahsedelim. Merkezî otoriteyi temsil eden bir insan üniversitede diyelim ki rektör, dekanlarla beraber bir yere giderken rektörün ayağa kaydı ve düştü, düşen insana güleriz. Güler miyiz? Gülmeyiz, kafamızı çeviririz, gülersek de görülmesin diye. Burada da gülmenin farklı bir anlamı var ama en temelde gülme, insanın çok eski dönemleriyle bağlantılı bir jestidir. İnsanın avlanmada henüz aletler, araçlar çok söz konusu değilken iki temel silahı vardır: Tırnakları diğer vahşi hayvanlar gibi, bir de dişleri. İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi avına dişlerini göstererek onu büyülemek ister, onu paralize, felç etmek ister; gülümsemenin bir de avına yönelik bir etkisi vardır.
Selamlaşma... Niçin selamlaşırız? Niçin "Günaydın." deriz tanımadığımız insanlara? Niçin bazen selamlaşmak istemediğimiz insanlardan yolumuzu çevirir ve başka taraftan gideririz, "Beni görmesin." deriz, kafayı çeviririz? Selamlaşma da bir ritüel olarak karşılıklı bir emniyet teatisidir. Afrika'da Fas'ın derinliklerinde yaşayan Mavi Peçeliler, Tuaregler, onların selamlaşma ritüeli selamlaşmanın manasına ilişkin bize manalı bir fikir veriyor. Çölde düşünün iki insan ikisi de atına yahut devesine binmiş, uzaktan birbirini gördü, kim kimden nasıl emin olacak haydut mudur, eşkıya mıdır? Polis yok, devlet yok. Bu iki insan selamlaşacaksa yani karşılıklı birbirlerinden emin olduklarına ilişkin bir teatide bulunacaklarsa, bunun yarım saat süren töreni var. Önce birbirlerine belli bir mesafeye kadar yaklaşacaklar, sonra silahları varsa onları yere bırakacaklar, sonra karşılıklı "Bana güvenebilirsin." diye üçer adım atacaklar, sonra yavaş yavaş yaklaşacaklar ve nihayet buluşacaklar. Öyle sokaktan geçerken "Merhaba. " demekle olmuyor; demek ki bir emniyet duygusu, insanın bunlara ihtiyacı var. Bütün bu jestlere ilişkin derin okumalar yapabiliriz. Kastım şu: Gerçekten mevzu derin.
Teknoloji konusu, dijital alan da teknolojilerle teşekkül ettiği için burada diyelim ki sosyal medyanın, buradaki araçların insanlarla olan ilişkisine dair bir muhakeme yürütebilmemiz, yeni teknolojiler insanları nasıl etkiliyor bunu kavrayabilmemiz için geçmişe bakıp, geçmişte insanın teknolojiyle ilişkileri, korkuları, kaygıları, umutları üzerine bir perspektif geliştirmek lazım. Mesela okuryazarlık, okuryazarlığa ilişkin kitaplar, bunun insanla olan ilişkisi.
Biliyorsunuz kitap, zamanımızın kitapları gibi değildi, tarihsel seyri son derece farklıdır. Önce, deriler, papirüsler, tomarlar, onlara yazılmış olan kitaplar, eski Yunan eserleri, vesaire; sonra tahta baskılar derken Gutenberg'in matbaası ve onunla birlikte teşekkül eden yeni bir kitap işi. Kitaplar 13'üncü, 14'üncü yüzyılda çok pahalıdır, eğer zenginseniz evde 3-4 tane kitabınız olabilir, daha fazla değil, her biri son derece kıymetlidir, zaten onlar ince işçiliklerle de zenginleştirilmiş olan kitaplardır ki öyle kütüphane yapmak, oraya kitapları doldurmak; böyle bir şey 13, 14, 15'inci yüzyılda mümkün değildir. Zaten Osmanlı'da İbrahim Müteferrika'ya kadar malum, elle yazmalar devam etti; onun da nedenleri farklıdır, bu matbaa meselesi, tartışması da ayrı bir bahis tarihte.
Matbaa olmazdan önce okuryazar sayısı da son derece azdı. Peki, insanlar okuryazarlıkla nasıl buluşuyorlardı? Az sayıdaki okuryazar insan diğerlerine yüksek sesle okuyor. Mesela, matbaa öncesinde sessiz okuma diye bir şey yoktur, sessiz okuma hemen hemen hiç yoktur. Okuma dediğin eylem yüksek sesle olur ve muhakkak birilerine olur.
Alberto Manguel "Okumanın Tarihi"nde Borges'e kitap okumalarından bahseder. Borges, gözleri görmeyen bir şair malum ve ona okuyorlar. Bizde de Cemil Meriç Borges'e benzer, onun da okuyucuları vardı rahmetli Cemil Meriç'in. "Borges'e kitapları okurken aynı zamanda fark ettim ki kendime okuyorum." diyor. Kitabı bir içten okuyun, bir de yüksek sesle okuyun, ikisi arasında anlam farkı olduğunu göreceksiniz; kitabı okuyun, bir de okuduğunuz kısmı elinizle yazın anlam farkı olduğunu göreceksiniz; kitabı okuyun, sonra bir daha okuyun anlam farkı olduğunu göreceksiniz. Şimdi, benim yaptığım gibi bazı kitapları ben 4-5 kere okuyorum, Orta Çağ rahipleri de esasen öyle yaparmış, az sayıda kitabı çok defa okurlarmış, o da öğretici bir yöntem. Eğer Eco'ya kulak verirsek o dönemi bu şekilde anlatıyor, bir de okurken giyilen kıyafetlerin önemine atıf yapıyor, kıyafet de bir teknoloji gibi düşünülürse. "Amerika'ya gittiğimde kendime bir "blue jean", kot pantolon almıştım." diyor, onunla okurken "Sürekli kendisini hatırlatan bir pantolon okumamı engelliyordu." diyor; birden Orta Çağ rahiplerinin niye geniş elbiseler giydiğini anladım çünkü onlar okumaya odaklanabilmek için elbisenin kayıtlarından kurtuluyorlardı. Modern insan için biraz okuma işi elbiseleri düşünüldüğünde "slim fit" miydi biraz okumayı engelleyici bir mahiyeti olabilir diye düşünüyorum, gerçi modern insan okumaktan çok şöyle bir göz atıyor galiba, okumak daha ayrı bir iş.
Yüksek sesle okuma vardı eskiden. İkincisi, yüksek sesle okumanın bir nedeni de yazma tekniği -o da bir teknoloji- kelimeleri birbirinden ayırarak değildi. Oğuz Atay'ın o meşhur Tutunamayanlar kitabında da öyle bir paragraf vardır, hiç ara koymadan çok uzun bir cümle yazmıştır, orayı yüksek sesle okursanız ne yazdığını daha kolay anlarsınız, gözle takip edemezsiniz ama 10'uncu, 11'inci yüzyıla kadar esasen Latin alfabesinde ara verme, kelimeleri birbirinden ayırma diye bir şey yoktur ve insanlar bir metni okurken kaçınılmaz olarak yüksek sesle okumak durumundaydılar çünkü yüksek sesle okuyunca kelime nerede bitiyor, diğer kelime nerede başlıyor o zaman görüyorsun.
AYHAN ALTINTAŞ (Ankara) - Göktürk Kitabeleri de öyle galiba.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Evet, o da öyle devam eder, Arapça da öyledir, İbranice de öyledir. Zaten bu kabala işinin ortaya çıkması ve hahamların yorum meselesini öne çıkartmaları biraz da yazma tekniğiyle ilgili; o esreler, ötreler de sonradan çıkmıştır, eklenmiştir metnin daha iyi okunabilmesi için. Kabala işi bir metin yorumculuğu işi Yahudilik'te.
Değerli arkadaşlar, matbaa öncesi kitaplar elle çoğaltılıyor. Elle çoğaltan iki tür insan var; bir, okuryazarlar, okuyorlar ve çoğaltıyorlar, bir de ressamlar, okuma yazma bilmiyor da resim gibi çoğaltıyor. Sizce hangileri daha çok hata yapıyordur? Çünkü hepimiz hata yaparız çoğaltırken. Okuryazarlar daha çok hata yapıyor, yanlış okuyorlar -metin orada- ressamlar, daha çok görmeye dayalı olduğu için onlar daha az hata yapıyorlar okuryazar olmadıkları hâlde. Ben de bazen gazetelerin manşetini bile yanlış okuduğumu fark ettim, aslında başka bir şey yazıyor, ben gönlüme göre bir şey okumuşum. İnsan böyle bir yanılsamanın, okumanın ve görmenin içine düşebiliyor.
Matbaanın devreye girmesi; kitapların böyle güzel kelimeler arasına ara koyarak, o şekilde metni yazmalarıyla birlikte insanın kendi içine okuması, sessiz okuması, kendi başına okuması, böyle bir durum ortaya çıkıyor. Peki, kendi başına okuma, kitapla ilişki, daha doğrusu, kültürel evreler olarak düşünürsek şifahi evreden yazılı kültür, sonra da ne diyoruz, "seyirlik kültür" yani dijital dünya... Yazılı kültüre geçerken insan aynı insan mıdır? Yazılı kültürün insanı nasıl bir insandır? Okuryazarlıkla ilişkisi olan insanı şifahi kültürün insanından nasıl ayırt edebiliriz?
Değerli arkadaşlar, yazılı kültürle temasa geçen ve insan olarak varlığını yazı üzerinden teşekkül ettiren insan kesinlikle şifahi kültür aşamasındaki insandan köklü bir şekilde farklıdır.
İngilizcede "kişi", "kişilik" kelimesi "person". "Person" Latince "personale" kelimesinden geliyor, o da şahıs demek, biliyorsunuz fakat etimolojik olarak kelimenin anlamı "per", kişi başı; "sonar" da derinliği ölçmek anlamına geliyor. "Per sonare", "person", derinliği olan kişi anlamını taşıyor. "Kişilik" demek, "kişi" demek derinliği olan insan demektir yani bir içi olan insan, bir derinliği olan insan, olup bitenlere karşı bir varlığı, bir hacmi, bir müktesebatı, üçüncü boyutu olan varlık. İnsan nasıl iç oluşturur? İnsan okuyarak iç oluşturur. Şifahi kültür aşamasındaki insan ile okuryazar insan arasındaki temel fark okuryazar insanın bir kişi oluşudur, kişi, kendi başına bir kişi oluşudur. Şifahi kültür aşamasındaki insan ise bir kolektif kimlik üzerinden, bir asabiyye üzerinden, bir kabile üzerinden, yaşadığı yer üzerinden, muhakkak daha ortak birtakım anlamlar üzerinden kendisini tanımlayan kişidir. Bu, şifahi aşamada yer alan insanlarla çeşitli mülakatlar çerçevesinde nasıl bir kişidir, anlamak için yapılan testler vardır. Mesela soruyorlar: "Sen kimsin?" diyor. Hiç okuryazarlıkla ilgisi yok adamın. Adam sıkılıyor, düşünüyor kendisini nasıl tanımlayacak -gerçi okuryazarlar bile bir hayli zorlanırlar, "Sen kimsin?" denildiğinde hepimiz özgeçmişimizi anlatmaya başlarız- sonra diyor ki cevap olarak şifahi kültür aşamasındaki insan: "Efendim, bizler iyi insanlarız." Seni soruyorum, "Bizler iyi insanlarız." Kim? Bir grup. Mesela okuryazarlıkla ilişkisi az olan yerlerdeki kabile duygusunun baskınlığını yahut da kabilenin yeniden üretilme biçimini bununla bağlantılı bir şekilde düşünmek bize ilginç fikirler verebilir.
Hiç otobüs görmemiş hayatında, şifahi kültür aşamasındaki insana "Otobüs nedir?" diye soruyorlar "Otobüsü bize tanımla. Gördün mü?" diyorlar. "Bir kere görmüştüm." diyor. "Nedir?" diyorlar. "Otobüs, üstünde bir gölgeliği olan, altında 4 ayağı olan, kendi kendine giden bir şey." diyor. Hangi okuryazar insan otobüsü bu şekilde tanımlar? Bir kere, o teknolojinin içinde, onunla sürekli bağlantılı ve okuryazar insanların kendilerine ait bir dili, toplumla bağ kurdukları kavramları var, ortak, kendiliğinden gönderme yapan kelimeleri var. Şifahi kültürdeki ise birkaç stilize anlatımla yahut da klişe birtakım ifadelerle bunu anlatmaya çalışır. Deyimler şifahi kültür aşamasına aittir ve dikkat ederseniz şifahi kültür aşamasındaki insanlar daha çok klişeler ve deyimler üzerinde konuşurlar, yazılı kültür aşamasındaki insanlar ise yazının kendisinde olduğu gibi giriş, gelişme, sonuç mantığına uygun bir tarzda anlatırlar olup bitenleri. Şifahi kültür aşamasındaki insan -"in medias res" diyorlar- söze ortasından girer; giriş, gelişme, sonuç; o tarzda bir anlatımın sahibi değildir; bir yerden başlar, sonra toparlamaya çalışır, sen de okuryazarlığa uygun bir mantıkla; giriş, gelişme ve sonuç mantığına uygun bir şekilde onun ortadan başlayıp sondan gelip başa aldığı hikâyeyi kompoze etmeye çalışırsın. Dolayısıyla, okuryazarlık, bir teknoloji olarak kitap, kitapla insanın ilişkisi gerçekten de başlı başına kimliğin teşekkülünde, insanın teşekkülünde son derece önemli.
Yazma işi...Düşünün ki kil tabletin üstüne yazan insanı hesap edelim, Sümerler ilk defa yazı yazmaya çalışıyorlar. Bize her şey o kadar olağan geliyor ki. İnanılmaz ve insanoğlu için çok şaşırtıcı bir iştir yazı. Bir kere konuşmanın kendisi öyledir; düşünün ki soyut birtakım sesler üzerinden iletişim kuruyoruz, sonra da onları yazıya çeviriyoruz. Muazzam bir iş, inanılmaz bir iş; tekerleğin icadından daha büyük bir icat. Sümerler kil tabletlere ilk defa ticaret dolayısıyla -ticaretin teşvik edici gücüne bakın- ovalılar ile dağlılar arasındaki ilişkide dağlıları ve ovalıları temsil etmek için birtakım şekillerle başlıyor, sonra da daha detaylı bir şekilde yazı zaman içerisinde oluşuyor. Kil tablet, taşın üzerine yazıyorlar, ceylan derisine yazıyorlar.
Bir zamanlar hıfzetmek, hafız olmak, ezberlemek, hafızayı bu şekilde kullanmak yazının gelişmediği dönemlerde son derece önemlidir. Şimdi modern insan telefon numaralarını bile hatırlamıyor. Aslında beynimiz, hafızamız diğerlerinden çok farklı değil. Kur'an'ı ezberleyen hafızlar ilginç, onlar bir sene, iki sene içerisinde bu işi hallediyorlar; tabii, belli bir yaşta olmak lazım geliyor. Koskoca Kur'an'ı ezberliyorlar. Herodot'un tarihini düşünün veyahut da Odesa'yı düşünün, eski Yunan metinlerini düşünün, Homeros'u düşünün, gözleri görmeyen bir ozandı, gerçi yaşayıp yaşamadığı da meçhuldür. Homeros bir şairdir ve ezbere söyler, bütün o anlatımları ezberedir, yazılı değildir. Mesela bizdeki ozanları düşünün, hâlen o ezber ve klişe geleneğini sürdüren ozanlar, yine, doğudaki bazı kahvehanelerde, Erzurum'da, Kars'ta vardır; onları görürüz. Bir ayak verirsiniz, hemen onun üzerinde şiir söylerler. Hangi modern insan bunu yapabilir? Yapamaz. Peki, bu bir mucize mi? Hayır, mucize de değil. Bir gelenekten, bir ortak repertuardan, zihnindeki bir hafızadan kaynaklanarak bu işi yapıyor yahut da lebdeğmez yarışmaları vardır, arkadaşlar bilirler; dudaklarının arasına toplu iğne alır, "B", "P" gibi harfleri söylemeksizin bir şey söyler. Niçin? Hafızada var çünkü hangi kelimelerle konuşacağını biliyor. Bizim böyle bir şey yapabilmemiz için çok temrin yapmamız lazım, kâğıda yazmamız lazım, ondan sonra yapabiliriz. Bu da şifahi kültür aşamasına ait hafıza ve klişe dil üzerinden teşekkül etmiş insanla ilişkili bir şey.
Değerli arkadaşlar; teknoloji, mekânların değişimi, insanların teknolojiyle ilişkisi, oradan dijitale geleceğiz tabii ki bunların hepsi insanla karşılıklı ilişki ve bir kültür oluşturan unsurlar. Dostoyevski kaz tüyüyle yazıyordu; düşünün, hokkaya batırıyor, o şekilde yazıyor; ben şöyle bir denedim, bir kelime yazamıyorsunuz kaz tüyüyle veya işte hangi tüyü kullanıyorsa. Bilgisayar kullananlar, tabii onlar Dostoyevski'nin yazma biçiminden son derece farklı. Sizce her bir kelimeyi batırarak yazan Dostoyevski'yle, bilgisayarın başına oturup tıkır tıkır yazan insan aynı şeyleri yazabilir mi; aynı muhakeme, aynı bilinç akışı, dünyayı aynı şekilde temsil, böyle bir şey yapabilirler mi? Zamanları farklı, tamam ama kullanılan teknoloji de insanın muhakeme biçimini de etkilemez mi? Yahut da elle yazan bir insan... Şimdi, bilgisayarı çok kullananlar, yoğun kullananlar elle yazmaya kalktıklarında... Benim başıma geliyor, bazı harfleri atlıyorum, okuma yazmayı yeniden öğrenmem lazım gibi geliyor, bakıyorum bir harfi atlamışım yazarken, hemen düzeltiyorum, tekrar okuyunca düzeltiyorum. Çünkü nasıl alışırsan o şekilde teknolojiyle bir bağın oluyor, bu da insanın muhakeme etme biçimini muhakkak ki belirliyor. Modern zamanlarda bilinç akışı, roman tekniğinin ortaya çıkışı ile yazma teknolojisinin gelişmesi arasında bir bağ düşünülebilir.
Değerli arkadaşlar, "Ne görüyoruz?" dedik öyle başladık. Marshall McLuhan "Medeniyetler ikiye ayrılır; göz medeniyeti ve kulak medeniyeti." diyor. Bizim bildiğimiz medeniyetler gibi değil de görme ve duyma üzerine teşekkül etmiş medeniyetler. Mesela diyor ki: Afrika'daki insanların gözleri çok işe yaramaz; vardır gözleri, elbette görürler ama savanda avlanan bir vahşi için savanın aldatıcı görüntüsü değil, savanın görüntüsü arkasındaki seslerin kulağına söyledikleri av için daha önemlidir, hangi çalılığın arkasında hangi av var? O yüzden Afrika'daki vahşi gözlerinden ziyade kulaklarını kullanarak çevreyi okumaya çalışır. Bu şekilde alışmış bir insanın, çevresini, tabiatı, yaşadığı ortamı kulakları üzerinden çözümlemeye alışmış bir insanın, diyelim ki bir Batılı büyükşehre gittiğinde orada ne gördüğü meselesi çok kontrast oluşturacak bir iştir; muhakkak çok farklı, orada bulunan bir insanla kulak üzerinden tabiatı okuyan bir insanın çevrede gördüğü çok farklı. Göz medeniyeti de her şeyi görerek, her şeyi ancak gördükten sonra inanarak, gözle yoklayarak, kulaktan ziyade... Kulağa kalkışırsak tabii, dinmez bir gürültü duyarız ama göz, modern dünyada bütün metropollerde, yaşadığımız her yerde en önemli organımız. Demek ki yaşama biçimiyle organlarımız ve onun üzerinden okuma biçimimiz ve neticede bunun insana etkisi bir içerik doğuruyor.
Değerli arkadaşlar, teknolojik gelişme karşısında insan hep korku ile umut arasında olmuştur. Gerçi Nietzsche'nin de insana ilişkin böyle bir tanımı vardır: "Ümit ile korku arasında gerili bir ip." diye ama insanoğlunun teknolojiyle ilişkisi hep ümit ile korku arasında olmuştur. Şimdi, aslında, dijital teknolojilere ilişkin de bir taraftan ümitlerimiz, bir taraftan korkularımız var; tanıdık bir ümit ve korku ikilemi, geçmişte de tıpkı diğer teknolojilere, diğer araçlara karşı insanın takındığı tavrın bir benzeri. Mesela, ilk lokomotifler çıktığında, buhar marifetiyle lokomotifler yürümeye başladığında saatte 40 kilometre hız yapıyor lokomotifler. Şöyle bir tartışma yaşanıyor: "Acaba lokomotifler 40 kilometre hızla giderken açık olan camlardan hava boşaldığında içerdeki insanlar havasızlıktan ölebilir mi?" Korku... Yahut da Kızılderililerin bu demir atlara karşı korkularını düşünün, topraklarından tren geçsin istemiyorlar, gerçi onu aynı zamanda topraklarına gelen beyaz adamın demir atı olarak gördükleri için, sömürmenin bir ileri unsuru olarak değerlendirdikleri için de ayrıca itirazları var ama toprağın betini bereketini kaçırtan bir demir, teknolojik bir unsur olarak da itiraz ediyorlar.
Çankırı'nın Kızılırmak ilçesi vardır, 50'li yıllarda buradaki kooperatife traktör getirmişler, herhâlde Menderes dönemi bu, bol miktarda traktörler falan geldi, toprakta üretimi artırmak kastıyla. Traktör geldiğinde köylüler demişler ki: "Kesinlikle traktör istemiyoruz, tarlalarımıza biz traktörü sokmayız çünkü bu traktör toprağın bereketini kaçırtır." Biraz Kızılderililerle benzer bir tarafımız var, teknolojiye karşı bir tepki, alışmadığı unsura karşı alıştığını, güvendiğini arayan bir okuma yazma biçimi, dünyayı görme biçimi, önce sokmuyorlar. Şimdi, düşünün, 50'ler çok geç değil, daha sonraki yıllarda köylerimizde traktör, artık toprağı işleme aracı olmaktan çıkıp bir prestijin ve statünün aracı olmaya başladı ve her evin kapısında, bazen yıllara göre orada yaşayan insanların statüsünü ifade eden, gittikçe büyüyen traktörler, yerleşen traktörler. Teknoloji de asıl işlevinin, kullanım değerinin yerine gösteri değerinin aldığı bir unsura dönüşebiliyor, nerede? Köyde.
Otomobiller ilk çıktığında 19'uncu yüzyılın sonlarıdır, saatte 15-20 kilometre giden otomobiller, at arabaları ile otomobillerin mukayesesi vardır "Şehirlerimiz mahvolacak, at arabalarının o dingin tıkırtısı yerine bu garip mekanik motor zırıltısı olacak." diye itirazlar vardır ama otomobiller yaygınlaşır, sağladığı kolaylık baştan çıkartıcıdır, hatta şöyle bir anekdot var: 1892 Londra'da ilk trafik kazası yaşanır, bir adama çarpar otomobil ve o kişi ölür. Düşünün ki trafik polisi yok, trafik nedir bilinmiyor, bu durumun hukuki karşılığı nedir, hukuk ile teknoloji arasındaki ilişki; işte, hukuk sonradan gelişiyor. Bir polis memuru tutanak tutar "Müessif bir kaza neticesinde kişi ölmüştür." diye, altına da bir temennisini koyar "Bu kazanın ilk ve son olması dileğiyle." 1892; otomobillere ilişkin... Tabii, şöyle benzetmeler de var: 1906 yılında New York'ta otomobiller çok azdı ve at arabalarıyla Manhattan'dan saatte 18 kilometre hızla gitmek mümkündü; şimdi, New York, en gelişmiş şehirlerden biri, otomobiller var, daha hızlı araçlar, saatte ortalama hız 10 kilometre diye, bu da modernliğin bir paradoksu olarak... At arabalarını geçtik, otomobiller geldi; hız, sürat canavarları ama şehirlerdeki şehirleşmenin getirdiği ağlar "network" kullanım ve kalabalık sonuçta teknolojiden murat edilen asıl anlamın ifa edilemediği bir ortam doğuruyor ama insan tabii biraz tuhaf bir varlık.
Telefon, hepimizin telefonları var, cep telefonlarını hayal edemezdik. Tuncay ilk cep telefonun ne zamandı?
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - 90'lı yıllar Hocam.
BAŞKAN HÜSEYİN YAYMAN - 92 ya da 93'te galiba.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - 92-93... Telefon, muazzam bir şeydi yani benim ilk 522'li hattım olmuştu, kocaman bir telefondu, cebimde taşıyordum böyle ama arayan da kimse yoktu çünkü pek kimsede... O 522 herhâlde PTT'nin miydi, öyle bir hat vardı.
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - Ericsson.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Efendim?
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - O sizin cebinizdeki koca telefon Ericsson.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Doğru, doğru, kocaman bir telefondu, sonra araç telefonları çıktı.
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - Onu herkes kullanıyor, sizden başka herkes.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Sonra, şöyle görüntüler çıkmaya başladı; şehrin kalabalık mekânlarında cep telefonuyla konuşan ve bunun üzerinden prestij gösterisi yapan insanlar. Sonra, tabii, telefon, alelade bir şeye dönüştü ama telefon dediğimiz hadisenin, cep telefonlarının sonuçta yirmi beş otuz yıllık bir tarihi var ama hep cep telefonlarıyla doğmuş gibiyiz. Cep telefonları olmadan önce insanlar nasıl iletişim kuruyorlardı? Muhakkak kuruyorlardı, muhakkak. Mesela, İzmir'de ne pastanesiydi? "Onun önünde buluşalım." derlerdi.
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - Sevinç.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Başka tür konuşma biçimleri, "network"ler, iletişim söz konusuydu. Teknoloji, insanın iletişim biçimini dönüştürüyor ama çok değil 1860'lı yıllarda bu Graham Bell telefonu icat etmeye çalışırken diyelim... Biliyorsunuz "Alo" hitabı sevgilisinin isminin baş harflerinden oluşur, "Alo" uluslararası bir kelime. Graham Bell telefonu hemen hemen icat etmek üzeredir, yeni bir teknoloji geliştirdiğinin heyecanı içindedir ama parası yoktur, bir İngiliz lorduna gider ve der ki: "Efendim, müthiş bir icadım var." Lort gayet "cool" "İcadın nedir?" der. "Bir alet üretiyorum, insanlar uzaktaki kişilerle o alet marifetiyle konuşabilecekler." der. "Nasıl? Anlamadım yani siz başka yerdeki bir insanla o alet üzerinden konuşacaksınız; çok tuhaf yani yüzünü görmediğin bir insanla mı konuşacaksın?" der. "Evet." der. "Sevgili dostum, yüzünü görmediği bir insanla kim konuşmak ister ki ne kadar saçma bir icat." der. Şimdi, sanırım ilişki biçimi tersine döndü; hepimiz telefonla konuşmayı öncelikle tercih ediyoruz, İngiliz lordu yanıldı. Bunların hepsi insan ilişkilerini dönüştürür ama bizatihi insanı dönüştürüyor.
Değerli arkadaşlar, kitle iletişim araçları dediğimizde -yavaş yavaş dijitale doğru geliyoruz- gazete, radyo, televizyon ve nihayet internet. Bunların hepsinin tarihi şöyle bakarsanız yüz elli yıla gider, gazete daha eskidir muhakkak; bu kervanlar, onların taşıdığı haberler, yazılı haberleşme iletişim unsurları vesaire ama işte Mors... İlk defa telgrafı düşünün, telgraf marifetiyle haberleşmeyi, sonra da radyonun ortaya çıktığını, derken televizyon; bunların hepsi yüzyılı biraz aşkın bir zamana sahiptir. Gazete, radyo ve televizyon; bu teknolojilerinin ortaya çıkışı modernleşmeyle ve yeni teşekkül eden modernleşmeyle birlikte toplumsal, siyasi ve iktisadi dönüşümle derinden bağlantılıdır. Zaten modernleşme... Biliyorsunuz "modern" kelimesi yeni anlamına gelir, tam karşılığı yenidir, "modern" demek "yeni" demektir ama biz modernleşme derken, son iki yüzyıl içerisinde dünyayı altüst eden teknolojik, iktisadi, toplumsal örgütlenmeye, yükselen yeni sınıflara, yeni iletişim biçimlerine, yeni siyasal sistemlere dair anlamları ifade ediyoruz. Modernleşme dediğimizde aynı zamanda siyasette ulus devletlerin ortaya çıkışına atıf yapıyoruz, toplumsal örgütlenmede "millet" dediğimiz homojen olduğu varsayılan ama sonradan devletler marifetiyle de ayrıca homojenleştirilen yerel kültürler yerine ulusal ölçekte kültürel pazarların egemen hâle geldiği siyasal ve toplumsal yapıları kastediyoruz; iktisadi olarak da kapitalizmi, yükselen burjuva sınıfını, proleter sınıfın ortaya çıkışını, bunlar arasındaki ilişkileri, oluşan pazarı ve kapitalizm marifetiyle inanılmaz ölçüde niceliksel artışı kastediyoruz, üretimin artışını, hatta o kadar ki "Bu kadar üretim ne olacak?" diye 19'uncu yüzyılda kimi insanlar kaygı içerisine de girerler fakat kısa zamanda çözüme kavuşturulur -ne derler?- kullan, at mantığıyla üretim, böylelikle sürekli üretim ve sürekli tüketim şeklinde kendi içinde... Faust'a da ilham veren yani Goethe'ye de ilham veren kapitalizmin kendi dramatik hikâyesine bir gönderme vardır.
Kitle toplumu... Artık yerel, mahallî, yüz yüze ilişkilerin yerini daha geniş ölçekte dolaylı ilişkilerin aldığı bir toplumsal yapıda siyasal anlayış ve bunun nasıl olması, nasıl formüle edilmesi gerektiğine ilişkin kanaatler de değişmeye başlamıştır. Neticede insanlar bir yönetici imparatorun, kralın padişahın tebaası olmak ve o şekilde toplumsal, siyasal sistemin bir parçası olmak yerine aktif bir birey, vatandaş olmak, haklara ve ödevlere sahip olmak şeklinde yeni bir evreye girmişlerdir modernleşmeyle birlikte. Şöyle ki siyaset, biliyorsunuz yakın zamanlara kadar aslında sıradan insanın iştigal sahasına giren bir iş değildir yani imparatorluklarda, krallıklarda yahut da tebaa-devlet ilişkisinin bulunduğu siyasal formüllerde siyaset denildiğinde bu ancak elitlere has, yönetici elitlerin karar vereceği bir alan olarak görülür ve siyasete sıradan insanların burnunu sokması beklenmez, istenmez ve bunlar aynı zamanda cezalandırılır. Mesela, 1650-1700'lü yıllarda Viyana'da kahvehaneler açılıyor peş peşe, ilk kamusal mekânlar, insanlar orada bir araya gelince ne konuşuyorlar? Ülkenin durumu, imparatorun açtığı yeni savaş, sefer, oraya adam gönderme, kendilerine dokununca vergi verme vesaire; o siyaset doğruydu, yanlıştı, öyle olmamalıydı böyle olmalıydı tarzında konuşulmaya başlanınca fermanlar yayınlanıyor: "Siyaset sizin işiniz değildir, siz sadece size verilen görevi yaparsanız; imparator 'gel' der, gelirsiniz 'git' der gidersiniz." Fakat insanlar kendi hayatlarını etkileyen siyasetin sonuçlarıyla yüzleştikçe o siyasette bir fail olarak rol almak için de teşekkül eden kamusallıklarla birlikte yeni bir evrenin, yeni bir dönemin kapısını açıyorlar.
Mesela yakın tarihimizde, 19'uncu yüzyılda İslamcılığın teşekkülüne ilişkin Kemal Karpat'ın o meşhur kitabını muhakkak arkadaşlar okumuştur, Türkiye'de İslamcılık... Çok yerli yerinde bir değerlendirme vardır, 19'uncu yüzyılda İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık, artık Türkiye'deki mevcut siyasal akımları düşünelim bunların hepsinin teşekkülünde tırnak içinde bir cemaat oluşturma, bir kamusallık oluşturma bakımından gazetelerin hayati rolü vardır; gazete çıkmış ve gazete üzerinden kamular oluşmaya başlamıştır. Şinasi'nin, Ali Suavi'nin, Ali Rıza Efendi'nin, Mehmet Ali Ayni'nin, bunların hepsinin o dönemde popüler olması, Namık Kemal'in popüler olması gazetelerde yazmaları sebebiyledir. Gazeteler marifetiyle düşünün ki insanlar bir kamusallıktan, gazetelerin yazdığı haberler, oluşturduğu gündemler üzerinden ortak bir kamusallıkta buluşmaya başlamışlardır. Demek ki şöyle bir şey görüyoruz: Siyasal sistem değişmeye başladığında, tebaa ilişkisinden bireyin bir fail olarak siyasette rol sahibi olduğu bir yere doğru kayma sürecinde buna tekabül eden bir teknoloji olarak da kitle iletişim araçları ortaya çıkıyor, bunlar birbirini tamamlıyor yani modernleşme, toplumsal, siyasal ve iktisadi dönüşüm; bu paralelde insanoğlunun yeniden yeni bağlar, yeni "network"ler oluşturması, tam da bu süreçte buna tekabül eden teknolojilerin ortaya çıkışı. Demek ki teknoloji dediğimiz hadise, ilgili kişinin, üretenin, bulanın, icat edenin tesadüfen laboratuvarına gömülüp bulduğu bir iş olmaktan ziyade toplumsal ortam içerisinde ihtiyaçlara tekabül eden teşvik edici bir arka plan üzerinden yapılıp edilen bir iş; demek ki teknolojik gelişmenin arkasında ortaya çıkan yeni toplumsal ihtiyaçlara cevap verme dinamiği var. Zaten Toynbee'nin de o meşhur medeniyete ilişkin tanımını hatırlayacak olursak "Tabiatın sorduğu sorulara insanların verdiği cevaplar." diye, teknolojik gelişme de tam bu bağlamda ortaya çıkan bir durumdur. Gazeteler bu şekilde cemaatler oluşturuyor, keza radyo, radyoyu düşünün; radyo marifetiyle insanlar ortak programlarda buluşuyorlar. Radyonun özellikle Naziler tarafından nasıl etkin bir şekilde propaganda aracı olarak kullanıldığını hatırlayalım; hakeza televizyonlar da öyledir. Burada önemli olan unsur şu: Yavaş yavaş "vatandaşa" diyelim ki demokrasiye benzer rejimlere yani kitlelerin yöneticisinin, seçtiği yöneticinin ilahi bir şekilde değil olağan bir şekilde meşruiyetini insanlardan seçilerek aldığı sistemlere doğru biz evrilirken burada ikili bir ilişki var dikkat edilmesi gereken. Bunlardan birincisi, yönetime talip olan insanların ortaya çıkışı ve kendi durumlarını anlatması, ikincisi de kitlelerin bunların durumlarını değerlendirerek ona göre davranması, oy vermesi. 19. yüzyıl tarihi oy hakkının genişlemesinin tarihidir aynı zamanda; İngiltere'de, Fransa'da ve sonra tabii, cumhuriyetle birlikte Türkiye'de fakat bu ilişkide yani yönetici adayları ve halkın bu yönetici adaylarını seçmesi ilişkisinde kitle iletişim araçları farklı, eşsiz, değişik ve aynı zamanda çok tartışmalı bir rol oynarlar. Nedir o rol? Yönlendirme, propaganda, manipülasyon, etkileme ama aynı zamanda görüşleri açıklama, programları iletme, gündemin ne olacağına ilişkin haber verme, bilgi verme, paradoksal bir şey, çelişkili bir şey. Yani tek taraflı, sadece bir propaganda unsuru değil aynı zamanda programı, ortak kamusallığı, problemlere çözüm yollarına ilişkin hususları da içeren bir durum. O zaman teknolojik gelişmeye ilişkin yine ümit ve korkuyu hatırlatan bir durumu bizatihi kitle iletişim araçları üzerinden görüyoruz.
BAŞKAN HÜSEYİN YAYMAN - Değerli Hocam, seksen dakika oldu. Biz sizi tabii, büyük bir keyifle dinliyoruz.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Hüseyin Bey, hocalar böyledir. "Ne zaman dijital mecralara geleceksiniz?" diye bekliyorsunuz.
ONURSAL ADIGÜZEL (İstanbul) - Naci Hocam "Bir toplantıya daha çağırın." diyor.
BAŞKAN HÜSEYİN YAYMAN - Hocam, biz sizi keyifle dinliyoruz fakat arkadaşların başka programları var. Sizi dinlemekten çok mutluyuz. İsterseniz soru-cevaplarda bu dijital işine biraz daha gelelim.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Şimdi, aslında mevzu tabii gidecek.
BAŞKAN HÜSEYİN YAYMAN - Tamamen buydu, biz anladık onu.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Şöyle yapayım, tamam. Şimdi ben bir buçuk saat daha konuşabilirim ama bunu üniversiteyi özleme unsuru olarak da görebiliriz fakat ben burada noktalıyayım çünkü herkesin programı var muhakkak. Kusura bakmayın, böyle bir...
BAŞKAN HÜSEYİN YAYMAN - Estağfurullah.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Ankara) - Bu giriş önemliydi, bütün bu işleri anlamak bakımından aslında şöyle bir değinerek, atlayarak tarihleri eskizleyerek yaptığımız bir iş oldu ama sorular olursa biraz soru-cevap üzerinden gidelim.