| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/278 ) ile 2018 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/277) ve Sayıştay tezkereleri a)Kültür ve Turizm Bakanlığı b)Radyo ve Televizyon Üst Kurulu c)Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ç)Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü d)Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı e)Vakıflar Genel Müdürlüğü f)Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı g)Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ğ)Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu h)Atatürk Araştırma Merkezi ı)Atatürk Kültür Merkezi i)Türk Dil Kurumu j)Türk Tarih Kurumu k)Kapadokya Alan Başkanlığı |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 14 .11.2019 |
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Bakanım, şahsınızda yardımcılarınızı, bürokrat arkadaşlarınızı saygıyla selamlıyorum.
Ayrıca, basın mensupları da burada bulunmaları dolayısıyla burada olan biteni doğru bir şekilde inşallah kamuoyuyla paylaşırlar diye düşünüyorum, her zaman yaptıkları gibi.
Efendim, şimdi, demokrasilerde ülkenin yönetimi belli aralıklarla milletinden yetki almış siyasi heyet tarafından yapılır. Siyasi heyet bu yetkiyi aldıktan sonra, o süre zarfında ülkeyi kendi tercihleri doğrultusunda kurumların başına getirdikleri insanlarla ülkeyi yönetirler. Dolayısıyla bazı insanlar bazı kurumların başındaki yöneticiler doğrudan doğruya siyasiler tarafından atanır, bazılarının da işin nezaketinden ve ehemmiyetinden dolayı atama süreci paylaşılır. İşte bir kısmı icracı erk tarafından yapılır, bir kısmı Büyük Millet Meclisi tarafından yapılır ve dolayısıyla da bir dengeleme hedeflenir. Burada siyasi heyet tarafından atanan bürokratın elbette kendisini o makama getiren heyete bir borcu var. O borç, bir teşekkür borcudur, onun ilerisinde onun borcu milletinedir ve onun görev alanını çizen yasalaradır. Dolayısıyla sadakati, milletine ve görev alanını çizen yasalaradır.
Biz bürokratların -kendim de geçmişte bürokrasiden geldiğim için- oturduğumuz sandalyeler, oturduğumuz makamlar babamızın malı değil. Biz milletin bize tahsis ettiği makamlarda oturduk. Dolayısıyla biz, o sandalyelere ne kattığımızı bilmiyoruz; zaman içerisinde biz bu dünyadan göç ettikten sonra yaptıklarımızı, ettiklerimizi bu ülkenin insanları değerlendirecekler ve bizi o akış içerisinde bir yere yerleştirecekler. Ama şu kesin ki biz bunu yaşarken biliyoruz, biz o sandalyeye ne kattığımızı bilmemekle birlikte, o sandalyenin bize ne kattığını ben biliyorum.
Ben, bilinen, uzun bir tarihî hiyerarşisi olan bir aileden vesaireden gelmiyorum, Anadolu'nun bir köyünde -tabiri caizse tırnak içinde söylüyorum- anası sarımsak, babası soğan olan bir ailenin çocuğuyum ve bu ülkedeki yöneticiler, AK PARTİ beni Merkez Bankası Başkanı yaptı. Ben sıradan bir insandım, o makama geldikten sonra ben bilinen bir insan hâline geldim. Dolayısıyla bunun idrakinde olan birisi olarak yine beni oraya getirdikleri için AK PARTİ'ye teşekkür ettim ama sadakatim AK PARTİ'ye, o siyasi iradeye değil. Benim sadakatim, Türk milletine ve benim görev alanımı çizen yasalara. Dolayısıyla o görevimi yaparken herhangi bir şekilde bir eksiklik, yanlışlık olursa bu yanlışı söylemek de bürokratın görevi. Dolayısıyla bu makamlar doldurulurken, bu makamlarda bu görevler yapılırken bu göz ardı edilmemeli. Biz bu işleri, bu görevleri yaparken de birtakım yanlışlıklar da yapabiliriz, insanız ama yaptığımız yanlışın ortaya çıkmasından sonra bu yanlışın kabul edilmesi de bir fazilettir, bir erdemdir. Bugün, burada, RTÜK Başkanı arkadaşımız TÜRKSAT'ta görevliydi yani "Evet, bir yanlışlık oldu, şu anda değilim." deseydi bu iş bitecekti ama ısrarla hâlâ "Maaş almadım, ben şu anda aldığım maaştan başka maaş almıyorum..." Doğru, inanıyoruz, şu anda aldığın maaştan başka maaş almıyorsun ama bundan önce böyle bir görevin vardı. Dolayısıyla doğruları söylemek, hataları kabul etmek bir erdemdir, bir fazilettir ve dolayısıyla da ülkenin bundan sonraki yönetimden de bence -her zaman söylüyorum- sürtünme katsayısını azaltacaktır. Eğer bu toplum biz yöneticilerin yaptığı bir hatanın kasten yapılmadığına insan olarak sehven yapıldığına inanıyorlarsa bunu tolere ediyorlar ve bunu bir kenara koyuyorlar ve diyorlar ki: "İnsandır yapar." ve buradan da toplum fayda görüyor. Söylemek istediğim şey şu: Bağımsız kurumların olduğu yerde demokrasi açığı var ama bu demokrasi açığını kapatacak olan o makamda görev yapan kişinin duruşu, tavrı, hâl ve hareketidir. O hâl ve hareketi de belirleyecek olan ona, o görev alanını çizen Parlamentonun yaptığı kanunlar dairesinde iş yapmaktır, onun dışına çıkmamaktır. Onun dışına çıktığınız zaman her şey bozuluyor.
Bizim şu anda ülke olarak karşı karşıya olduğumuz en önemli sorun şudur: Kuralsız bir topluma doğru gidiyoruz. Her defasında maslahatı ön plana çıkarıyoruz, gereğini yapmıyoruz. Maslahat, zaman içerisinde gelenek hâline geliyor, norm hâline geliyor; o norm yanlış olan normları legalize ediyor, kültürel hâle getiriyor ama doğru olan marjinalleşiyor, doğru olan bir kenarda, bir köşede kalıyor. Bizim şu anda en büyük yanlışımız bu. Dolayısıyla maslahattan ziyade kural ne diyorsa onun gereğini yapmak. Örneğin, İstanbul'da Bakırköy'de 3 kule var, bu kule yanlış, İstanbul'un siluetini bozdu, plana projeye aykırı olarak yapılıyor. Eğer biz bunu zamanında ceza verip yıktırsaydık, birisi bir zarar görseydi, bunu cezasını çekseydi, herkes bundan sonra kuralı dikkate alırdır. Ama maalesef, bir işi yapıyoruz, yaptığımız iş yanlış, iş büyüyor, büyüyor, büyüyor orada bir şirketleşme ortaya çıkıyor, onlarca insan çalışıyor, gelir elde etmeye başlıyor ve ondan sonra da diyoruz ki: "Biz bunu düzeltmeye kalkarsak şu kadar insan işini kaybedecek, bu kadar gelir kaybedeceğiz, şu olacak, bu olacak." Bu yanlışı sineye çekiyoruz ve yanlışı üst üste yığmaya devam ediyoruz. Onun için bizim, dünyada medeni bir ülke olarak yerimizi alacaksak ve de yarışmada geriye kalmayacaksak, rekabet edeceksek ve herkesten de ileriye gideceksek bu maslahatçılığı bırakıp kurallı topluma geri dönmemiz mutlaka ve mutlaka şart. Bunu bu şekilde belirledikten sonra Sayın Bakanım, sunumunuzla ilgili olarak bir iki söz edip sözlerime son vereceğim, zaten yedi dakikam kaldı.
Şimdi, sunumununuz, bize şu ana kadar sunum yapan bazı bakanlıkların sunumundan çok çok iyi yani gerçekten içinde önemli bilgiler var. Dolayısıyla da -benden önceki arkadaşlarımın belirtiği gibi- çok geniş bir görev alanınız var. Dolayısıyla, belki de söylemek isteyeceklerinizin hepsini de söyleyemediniz ama elimizde bir belge var, inşallah biz bunu okuyarak devam ederiz.
Turizm, ülkelerin ekonomik yaşantılarına son yıllarda girmiş yani son yıl derken belki de bir asrı bile geçmeyen bir ekonomik faaliyet kolu ve son derece önemli bir ekonomik faaliyet kolu çünkü bunun içsellikleri var, dışsallıkları var, istihdamla ilgili olanları var; gelir getirici bir işlem, döviz kazandırıcı bir işlem vesaire vesaire. Dolayısıyla son derece önemli bir ekonomik aktivite kolu ve sektörü. Tabii, bunun birtakım yan etkileri de var. Çevresel sorunlar yaratıyor, suların kirlenmesiyle ilgili sorunlar var, ekolojik düzeni bozma yönleri var vesaire... Dolayısıyla bu faydalar ile bu kötü dışsallıkları optimize eden bir plan ve projenin olması lazım. Yani benim bu konularda çok ihtisasım yok ama görebildiğim kadarıyla, okuyabildiğim kadarıyla turizmle ilgili olarak bizim yaptığımız 1980'lerin sonunda rahmetli Özal'ın orta koyduğu bir master plan var. Şu anda Türkiye'de turizm politikaları -orta vade demeyeceğim- uzun vadede hâlâ aynı perspektiften yürütülüyor. Dolayısıyla bugün itibarıyla yeni bir master plana ihtiyaç var mı, yok mu? Açık söylemek gerekiyorsa benim ihtisas alanımı aşıyor. Fakat gördüğüm kadarıyla şu sorunlar da ortada yok değil.
Şimdi kaynakların etkin kullanılabilmesi için -dediğim gibi- birtakım planların, projelerin olması lazım. Ülkeye gelen turist sayısına baktığımızda, istikrarlı bir artış var fakat yüzdeler olarak baktığımızda 2003, 2004'teki artışlar daha önceki veya daha sonraki yıllardaki artışlardan yüzde olarak daha fazla. "Acaba bunun sebebi ne olabilir?" diye baktığımda ben şu sonuca vardım, belki de yanlış düşünüyorum: Demek ki o dönemde Türkiye'de bir Avrupa müktesebatı vardı, Kopenhag Kriterleri vardı, demokratikleşiyorduk ve aynı zamanda Türkiye'ye en fazla yabancı sermayenin girdiği dönem de o dönem. Dolayısıyla demokrasiyle, insan haklarıyla, birbirimizle olan barışçıl ilişkilerimizle vesaireyle de turizmin çok yakın bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Sunumunuzla ilgili olarak tabii söylenecek çok şey var ama vaktim de kalmadı dört dakikam var. Şunu iki konuya da değinmek istiyorum, özelikle vakıflarla ilgili konuya değinmek istiyorum.
Vakıflar bizim kültürümüzde çok önemli bir yer tutuyor. Cenab-ı Hak kitabında bize "Malıyla, canıyla Allah yolunda hizmet edenler." diyor, böyle bir şey var. Dolayısıyla demek ki bizim dışımızdaki ihtiyaç sahipleri insanların ihtiyaçlarını gidermek için mallarımızla mücadele etmemiz ve onlara yardımcı olmamız Cenab-ı Hak tarafından teşvik ediliyor. Dolayısıyla biz bunu kendi kültürümüzde kurumsallaştırmışız ve bunun adına da "vakıf" demişiz. Şimdi, benim vakıftan anladığım şu: Çalışıp didinip, kazanç elde edip elde ettiği kazancın vergisini ve zekâtını verdikten sonra kalan kısmının başkasının yararlanması için kendisiyle olan mülkiyet ilişkisini koparıp toplumun yararına vakfetmektir, kullanımına tahsis etmektir. Vakıftan benim anladığım bu. Fakat bugün geldiğimiz nokta itibarıyla vakıf işi bence çığırından çıkmış vaziyette. Daha ekonomik üretkenlik kapasitesini tamamlamamış yani ekonomik üretken olabilmek için eğitimini tamamlamamış, üniversiteyi bitirmemiş veyahut da bitirse bile örneğin masterını yapmamış, doktorasını yapmamış ve arkasında da herhangi bir iş kurmamış veya bir işe girmemiş 28 yaşındaki, 30 yaşındaki delikanlıların veya hanımefendilerin, kendileri başkalarının gelirlerine muhtaçken vakıf kurup bu vakfı toplum yararı adına tescil ettirip sonra da devletin kamu malının üzerine el atması gibi bir durum var şu anda. Yani 30 yaşındaki adam hangi kazancı sağladı da o kazancı vakfedecek? Benim vakıftan anladığım, kazanılmış gelirin vakfedilmesi, mülkiyet ilişkisinin de koparılması. Ama şu anda 3 kişi bir araya geliyor, 3 kuruş para koyuyor, ondan sonra kamuya müracaat ediyor, oradan birtakım ayrıcalıklar elde ediliyor, ondan sonra kamudan "Gel, şu binayı bana tahsis et, şu arsayı bana tahsis et." "E, ne yapacaksın?" "Öğrenci okutacağım, fakire fukaraya aş yedireceğim, onların ihtiyaçlarını gidereceğim." Ya, bu güzel de sen önce vakfa ne vakfettin, neyi kazandın da bunu koydun? Tabii, bunun arkasında ideolojik davranışlar var. Bugün iktidarda "A" var, o belli bir aktiviteyi ön plana çıkarıyor, o tür vakıflara öncelik tanıyor, yarın bir başkası gelecek, "B" gelecek "B" de başka bir şey söyleyecek.
Biraz önce, en başında söylediğim bu maslahat var ya yine maslahata dönüyoruz ve kendi ellerimizi ayaklarımızı bağlıyoruz. Vakıfçılık bu değil. Helalinden kazanmış, vergisini vermiş, zekâtını vermiş, tertemiz malını vakfedenler başımızın tacı. Ama maalesef, vakıf bugün çığırından çıktı. Bugün vakıfçılık, zenginin bu dünyadaki malını mezardan kontrol etme aracına dönüşmüştür; mesele budur. Onun için, bu vakıflar konusuna... Tabii, bunun sermaye birikim boyutu, vesairesi vesairesi var. Bu konuda söylenecek çok laf var fakat burada bırakıyorum. Dolayısıyla bu vakıf konusunu, eğer biz bu medeniyeti tekrar dirilteceksek böyle bir hevesimiz, arzumuz, isteğimiz de varsa onu aslına döndürelim, maslahatçılığı bırakalım ve bu insanlara geldikleri zaman "Nereden kazandın, kaç kuruş koyuyorsun, üç kuruş para kazanıp benden on kuruş isteme, kamu malına el atma." diyelim, şu andaki vakıfçılık budur.
Teşekkür ediyorum.