KOMİSYON KONUŞMASI

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Herkese merhaba.

Bu yasa tasarısıyla ilgili olarak söyleyeceklerimden önce bunu çevreleyen siyasi ortamla ilgili bir iki değerlendirme yapmama izin verin. Yanılmıyorsam daha önceki gün, Cumhurbaşkanı, biz burada Avrupa Birliği Uyum Komisyonu olarak toplanıyoruz, "Avrupa Birliği umurumuzda değil." demişti. Şimdi, "Biz aslında neyi konuşuyoruz?" diye de insan kendini bir tuhaf hissediyor, yani devletin umrunda değilse bizim umrumuzda mı olmalı? Fakat ben tabii bunun tamamen bir retorik olduğunu...

AFİF DEMİRKIRAN (Siirt) - Normları kastetmedi, biz normları konuşuyoruz, Avrupa Birliği normlarını konuşuyoruz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Sözüme karışmazsanız memnun olurum. Ben ne konuştuğumu biliyorum.

Avrupa Birliği normunun dışında Avrupa Birliği var mı? Ne biçim konuşma.

AFİF DEMİRKIRAN (Siirt) - Kıbrıs'ı onun için üye yaptılar.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Şimdi, bunları onlarla tartışın. Ben aslında Avrupa Birliği üyelik tasavvurlarınızı da problemli buluyorum ama o başka.

Şimdi, buradaki genel standartlara, Ayşe Hanım'ın da söylediği gibi, Avrupa Birliği üyeliği olsun olmasın, Avrupa Konseyi üyesi olduktan sonra zaten uymanız gereken hükümler, esaslar var, bunlardan kaçamazsınız, hiçbir yere kaçamazsınız. Anayasa'mız zaten uluslararası sözleşmelerin Anayasa hükmünde olduğunu -yerel mevzuatla çelişmesi hâlinde- söylediğine göre, tartışacağımız şey Avrupa Birliğinin hangi ülkesinde neyin nasıl olduğu değil, bizim bu normları Türkiye için gerekli ve önemli bulup bulmadığımız meselesi.

Ben, Komisyona gelen tasarının bunları gerekli bulmadığı kanaatindeyim. Çünkü buraya nereden geldik? 2005'te yapılan Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu değişikliği polisi tatmin etmedi. Polis, bu yasayla çalışamayacağını gördü, yasayı boşa çıkaracak bir dizi gösteriden sonra geriye doğru bir değişiklik yapıldı. Şimdi, Hükûmet polisi istediği gibi kullanamadığını düşündüğü için bir dizi değişikliği daha bizim önümüze getirdi. Bu yasanın encamı budur.

2005'teki değişiklikler Avrupa Birliği normlarını, Kopenhag Kriterleri'ni karşılamaya uygunduysa bunların hiçbirinin uygun olmadığını kabul etmek zorundayız. Hangi ülkeden norm getirirseniz getirin, onların her birini, kendi kültürel, politik, idari gelenekleri içerisinde yorumlamadıkça kâğıt üzerinde nasıl işlediğine bakarak çok karar veremeyiz, "Uygundur." ya da "Değildir." diyemeyiz. Esasen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına göre hareket etmek daha yerinde olur ve bu ülkelerin bütün yurttaşları aslında sadece Türkiye değil Rusya, İtalya, Fransa başta olmak üzere hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde mevzuatın yurttaşlar aleyhine tecelli etmesi dolayısıyla açılmış davalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi idareyi yurttaşa karşı tavrından ötürü pek çok kez mahkum etti ve etmeye devam ediyor, özellikle, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü bakımından. O nedenle ben Fransa'da ne olduğundan çok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki mevzuata, içtihada bakarak bu kararların verilmesi gerektiğini düşündüğümü söylemek istiyorum.

İkincisi, bunun -Gaziantep Milletvekilimiz de söyledi- haklı bir sebep olup olmamasından bağımsız olarak 6-8 Ekimdeki Kobani protestolarına reaksiyon olarak bu kanunun getirildiğini hepimiz biliyoruz. Bu tür reaksiyonlarla kanun çıkartmak ve bunlara meşruiyet aramak için bin dereden su getirmek burada olduğu gibi bizim işimizi görmez. 6-8 Ekimdeki Kobani protestolarında hayatlarını kaybeden 50'yi aşkın kişiden 28'i, bizim Partimizin taraftarı, seçmeni ya da ona yakın kuruluşlarda ya da çevrelerde çalışan, faaliyet gösteren insanlardı. Bu insanların akıbeti hakkında bugüne kadar hiçbir doyurucu soruşturma yapılmadığını gördüğümüz ortada olduğuna göre, bütün bu kuralların yeniden sıkılaştırılması, yeniden polisin her bakımdan yetkili hâle getirilmesinin ancak benzer olaylarda ya da benzer protestolarda daha çok ölümle sonuçlanacağını görebiliriz ve bu ölümlü protestoların arkasındaki asıl sebebi incelemeye kalktığımızda, sivil yurttaşların üzerine başka sivil görünümlü kişilerin, toplulukların zor yoluyla yürümüş olmasından doğan bir çatışma hâlinin esasen buna yol açtığını anlarız. O nedenle, bence derinlemesine bir Meclis araştırması teklifimizi kabul etmiş olsaydı Hükûmet, böyle alelaceleye getirilmiş, bu fırsattan istifade, yurttaşın özgürlükleriyle ilgili her şeyi bir polis vesayeti altına alma teşebbüsünde bulunmazdık. Biz bu yasayı esasen Türkiye'yi bir polis vesayeti altına sokma girişimi olarak görüyoruz. Ruhuna da, özüne de, maddelerine de, biçimine de karşıyız.

Ancak, birkaç hususu belirtmeme izin verin. Birincisi: Bunu söylerken dayandığım gerekçe, örneğin polise verilen durdurma yetkisi. Anayasa'da tanımlanmış olmayan bir hâldir. Anayasa'daki yakalama ve tutuklamanın ötesinde yeni bir hâl ve durum tanımlamaktadır. Anayasal bir kaynaktan almamaktadır bu yasadaki değişiklik teşebbüsü bu özelliğini. Durdurma ne demek? Bunu hangi çerçeveye oturtabilirsiniz? Hangi Anayasal bağlama oturtabilirsiniz? Polise böyle bir yetki veriyorsunuz.

İkincisi: Siz hepiniz benden iyi biliyorsunuz Türkiye'yi, özellikle idari bakımdan, polisiye bakımından yönetenler... Polis zaten bu meseleleri bir genel arama kararı çıkartarak, hâkimlerle anlaşarak son on yıldır hâllediyor. Herhangi bir İstanbul mahkemesinden bütün İstanbul'da hatta bütün Türkiye'de bir genel arama kararı çıkarttığınız an genel arama hükümleri geçerli hâle geliyor. Yani aslında, bu yasaya karşı hile yolunu hem elde tutuyorsunuz hem de öte yandan yasayı da daha bu açıdan polisin elini güçlendirecek hâle getiriyorsunuz. Bence böyle bir şey olamaz. Polis kimsenin yolunu kesemez, kesmemelidir. Bütün bunları, o amire, bu amire yetki verdik diyerek de halledemezsiniz. Çünkü yargıda olması gereken bir yetkiyi bir idari görevliye verdiğiniz andan itibaren yargı denetimi dışına çıkıyorsunuz demektir ama bu açığı şöyle kapatmaya çalışıyorsunuz: Yirmi dört saat sonra yargıya dönerek bu açığı kapatma ihtiyacı duyuyorsunuz. Ben bunun baştan sona sakıncalı, kişi özgürlüğünü sınırlama yetkisini idari birimlere veren bir yasa olduğunu söylüyorum.

İkincisi: 13'üncü maddenin (1)'inci fıkrasına eklenen hüküm. Şimdi, eylemin durum ve niteliğine göre koruma altına almak, uzaklaştırmak ya da yakalamak ve gerekli kanuni işlemleri yapmakla görevlendirdiğiniz polisin, bu uzaklaştırma görevinin, koruma altına alma görevinin neler olduğuna dair hiçbir hüküm burada içermiyor. Mesela bu şu mu, ben bununla çok karşılaşıyorum, herkes de karşılaşıyor: Polis bir yere dikiliyor ve diyor ki gelenlere: "Buradan geçme." O da diyor ki: "Niye geçmeyeceğim?" "Geçme diyorum!" ve ondan sonra sizin tartışmanız gereken bütün her şey başlıyor. Bu keyfîlik, durdurma, uzaklaştırma vesaire gibi şeyler, ancak ve ancak bir can güvenliği meselesine bağlı olarak ele alınabilirdi. Fakat bu da doğru dürüst tanımlanmıyor.

Bu, polisin müşteki, mağdur ve tanık ifadelerini almak... Polisin ifade almak diye bir yetkisinin olmadığını polislere hatırlatmamız mı gerekiyor. Polisler ifade falan alamaz, ifade atma yetkisi savcılıklardadır, hukuki mercilerdedir. Nasıl polis kendisini "İfade alırım da, orada alırım, burada almam..." Polis ifade alamaz. Polis, vatandaşın ifadesini alamaz, vatandaş polise ifade vermeye mecbur değildir. Polis vatandaşa bu soruları soramaz. Bunların akla yerleşmesi lazım. Bu, bizde geçerli yasaların da mevzuatı, ruhu böyledir ama polisin davranış ve geleneği, Türkiye'de yasa yerine geçiyor. O alacağını düşünüyor, "Orada alırım da, iş yerinde alırım da, evinde almam." Hiçbir yerde ifademizi alamazsınız beyefendi, bunu bakanlığınıza söyleyin.

Bu, zor ve silah kullanma meselesi... Şimdi, burada çok ağır bir durum var. Molotof patlayıcı mıdır, zararlı mıdır, değil midir ayrı mesele. Bu yasa, buna karşı silah kullanma yetkisini tanımlıyor. Yani "Elinde molotofkokteyli ya da sapan bulunanı vurabilirim." Şimdi, siz niçin vuruyorsunuz elinde sapan bulunanı? Niye vurabilirsiniz? Çünkü, bu yasadaki bu değişiklikten sonra elinde molotof cinsinden bir alet veya işte bir sapan bulunan kişiyi kurşunlayabilir polis ve diyebilir ki: "Ben, yasadaki yetkiye göre buna ateşli silah muamelesi yapıyorum, çünkü yasa böyle değişti, şimdi artık ben seni öldürebilirim." Bu hakikaten böyle mi, böyle olabilir mi, bu yetki verilebilir mi? Çünkü, bu, elinde molotof bulunduranın tutulması, onun suçlu muamelesi görmesiyle ilgili bir tartışma değil yaptığımız. Bu konudaki cezai hükümler şiddetlendirilebilir vesaire, ama buna karşı silah kullanma yetkisi verdiğiniz zaman, gözünüzün önüne getirin, polise bu yetkiyi niye verirsiniz? Bu durumda karşısındakini etkisiz hâle getirmenin ateşli silahtan başka bir yolu olmayacağı. Allah'ınızı severseniz, elinde sapan bulunan bir çocuğu tesirsiz hâle getirmek için elinize silah almanız gerekir mi? Sonuçta zaten sapan kullanan, işte evet daha benim yaşıma yakın olanların da kullandıklarını son zamanlarda görüyoruz ama daha çok gençler ve çocuklar, bunları silahla bertaraf etmeden önce düşünebilecek başka bir yol yok mu Allah'ınızı severseniz?

Devam edelim, toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili olarak, demin sözü edildi, yüzlerini kapatanlara altı aydan dört yıla kadar ceza verilmesi söz konusu. Şimdi, Aykan Bey'in söylediği, yüzünü dinî sebeplerle kapatma gerekçesi bir yana, özellikle son on yıldır Türkiye'de boğucu, neredeyse öldürücü nitelikli gazlarla ya da içine bu gaz unsurları katılmış tazyikli sularla yurttaşlara yapılan zulümden sonra insanlar toplantılara giderken eğer harekete geçme niyetleri olsun ya da olmasın başlarına gelebilecek herhangi bir şeyle gösteriye katılma istekleri arasındaki çelişkiyi şununla gideriyorlar: Olurda herhangi bir durumla maruz kalırsam kendimi koruyabileyim. Sizin eğer bir mendiliniz ya da poşunuz yoksa, o gaz sıkıldığında orada bir hamamböceği gibi devrilip kalıyorsunuz. Böyle bir duruma karşılık hâlâ yurttaşlık görevlerini yapmak için insanlar yüzlerini kapatacak bir şeyi beraberlerinde getiriyorlar.

Şimdi, bunun, bir başkası tarafından daha sonra girişeceği herhangi bir eylemde tanınmaması için örtü olarak kullanılabileceği gerekçesiyle niyete ceza biçerek insanları suçlu ilan edecek bir yaklaşım bence baştan sona yanlıştır. Ben, milletvekili olarak katıldığım gösterilerde, örneğin 1 Mayıs vesair gösterilerde başıma gelecekleri düşünerek bir gaz maskesi alıyorum. Gaz maskesini yüzüme geçirdiğim zaman da o poşudan daha farksız mı? Hiçbir farkı yok. Şimdi, benim gibi davranan insanlar da bu yasa kapsamına girecek mi? Çünkü yüzümüz tanınmıyor. Şimdi, bunları yapacak yerde bence toplantı ve gösteri özgürlüğünün önünü açmak... Örneğin, demin İdris Bey söyledi, hoşuma gitti öyle telaffuz etmesi ama gerçekte böyle mi? "İzinsiz gösteri" diye bir kavram var polisin dilinde, medyanın dilinde, herkesin dilinde. Anayasa'yı açın bakın, Anayasa diyor ki: Yurttaşlar toplantı ve gösteri yapmak için izin almak mecburiyetinde değillerdir. İzin almaksızın, önceden izin almaksızın toplantı ve gösteri yapabilirler.

Şimdi, eğer Anayasa'nın bu hükmü, genelgelerle, yönetmeliklerle, geleneklerle önleniyorsa ister istemez bir gerilim ve çatışma durumu kendiliğinden çıkıyor. İzin almaksızın gösteri yapabilirim. Herhangi bir yerde toplandığımda benim karşıma polis geliyor, diyor ki: "Siz buradan izin almadınız." diyoruz ki: "Biz izin almak zorunda değiliz yurttaş olarak, siz nerede gösteri yaparsak yapalım bizi korumak zorundasınız." "Hayır, izin almadınız, sizi dağıtıyorum, gaz sıkıyorum, onu yapıyorum." Bütün bu tartışmanın gerisinde esasen yurttaşların yüzünü örtmesi değil, polisin yurttaş üzerinde zorlayıcı, önleyici, onu demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmaktan alıkoyucu geleneklerinin ve buna gösterilen müsamahanın payı olduğuna dikkat çekmek isterim.

Sonda zararların ödenmesi meselesi... Herhangi bir gösteride ve toplantıda ki gerilimler dolayısıyla ortaya çıkmış olan zararların ödenmesini yurttaşlara aktarmak, idarenin kendi sorumluluğundan kaçmasıyla ilgili bir husustur. Nasıl olabilir, bir toplumsal olaydan sonra, binlerce kişinin katıldığı olaydan sonra diyelim ki siz 5 kişiyi yakaladınız, mahkûm ettiniz, bütün bu zararı o beş kişiye ödetebilir misiniz? Bence, bu, ne suçların ve cezaların şahsiliğiyle uyuşur ne de topluma karşı idarenin sorumluluğu kişilere aktarılabilir. Bu da bütünüyle baştan sona yanlış. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden, Anayasa Mahkemesinden dönmeye mahkûm bir girişim. Ancak, bir kişinin bir başka kişiye verdiği zarardan söz edebilirsiniz bu gibi durumlarda. O da o kişinin şikâyetine bağlı husustur. Resen böyle bir kararı da alamazsınız.

Katalog suçlara eklenen önleyici, gözaltı ve tutuklama meseleleriyle ilgili olarak... 2911 sayılı Yasa'nın 33'üncü maddesiyle Terörle Mücadele Kanunu'nun 7'nci maddesi yani her ikisi de gösteri ve propaganda eylemlerini tanımlayan suçlar, bunlar da katalog suçlar kapsamına alınarak otomatik olarak tutuklanmayı gerektiren suçlar hâline getiriliyor. Düşünce ve gösteri özgürlüğünün kullanılması ya da bu kullanım sırasında ortaya çıkan tartışmalı durumların katalog suç denilen, ki ben kendi payıma, bir yurttaş olarak ve özgürlükçü bir insan olarak bazı suçların ötekilerden daha korkunç olduğuna dair bir kataloglama hikâyesini tamamen saçma sapan buluyorum. Böyle bir rasyonel olamaz, yasaların bir bölümünü diğerlerinden ayırıp bunları -nasıl desem- bir düşman ceza hukuku kapsamında görmek, diğerlerini ise alelade yurttaşlar tarafından işlenebilecek suçlar hâline getirmek... Dolayısıyla, birinci kategoride olanlar derhâl zapturapt altına alınacak, hapishaneye konulacak işler yapmış insanların fiilleri olarak değerlendirmek saçmayken, şimdi burada artık Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nın şu ya da bu şekilde ihlalini de katalog suçu kapsamına alarak devlete düşmanlık ya da düşman ceza hukuku kapsamını durmaksızın genişleten bir yerde kendimizi buluyoruz.

BAŞKAN - Toparlayabilirsek...

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Toparlıyorum ama o kadar çok maddeniz var ki ne yapabilirim?

BAŞKAN - Genel Kurula da saklayabilirsiniz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Genel Kurula saklayayım peki.

O zaman size şunu söyleyeyim: Bu yasayı iade edelim arkadaşlar, çok iyi olur. Bundan hiçbir fayda yok. Hakikaten burada cezalandırılması düşünülen fiillerin neredeyse tamamının Türk Ceza Kanunu'nda şöyle ya da böyle bir karşılığı var. Bunları derleyip toparlamak, işte bir şeyden sonra, bir başa çıkılamayan ve yorumlanamayan bir büyük olaydan sonra hemen Ceza Kanunu'na sokmak ve her durumda polisi yetkilendirmek, toplumu yetkilendirmek, toplumun önünü açmak yerine polisin önünü açmak bence özgürlükçü bir yürüyüşle ilgili değildir ama bu tabii Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının giderek merkezileşme, otoriterleşme, özgürlükçü değil egemenlikçi bir tutuma yerleşen politikası göz önüne alındığında onlara uygun olabilir ama yurttaşlarımıza uygun değil. O nedenle önümüzdeki, sert geçeceği anlaşılan siyasi mücadeleler döneminde yurttaşlarımızın mağdur olmaması, Türkiye'nin çatışmalı bir ortama sürüklenmemesi için bundan geri çekilinmesi ve yurttaşların bütün toplantı, gösteri ve yürüyüşlerinin önündeki engellerin kaldırılması için çaba gösterilmesini temenni ediyorum. Bu çerçevede bugüne kadar polise tanınmış bu yetkiler kapsamında hayatını kaybetmiş olan insanları da rahmetle anıyorum. Bu silah kullanma yetkisinin böylesine gelişigüzel kullanılması sonucunda bugüne kadar 178 insan dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle öldürüldüler.

Başbakan Davutoğlu'nun Bingöl'deki polis şeflerinin katledilmesinden sonra "Cezalandırdık." dediği insanların, aslında o cinayeti işleyen kişiler olmadığı ortaya çıktı. Gördüğünüz gibi, bu yetkinin böyle kullanılmasının ne kadar büyük geri dönülmez vahim sonuçlara yol açtığını bir kere daha hep birlikte gördük. O nedenle bir kere daha tekrar ediyorum: Polisin yetkilerini artırmak, polisin adam öldürme yetkisin çoğaltmak değil yurttaşın, konuşma, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önünü açmak, Meclisin, Komisyonun görevidir. Bu bizi Avrupa'ya yaklaştırır ya da yaklaştırmaz. Bunun hiçbir önemi yok, bu bizi insanlığa yaklaştırır.

Teşekkür ederim.