| Komisyon Adı | : | İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONU |
| Konu | : | Mülteci Hakları Alt Komisyonunun hazırladığı Göç ve Uyum Raporu'na ilişkin görüşmeler |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 07 .03.2018 |
ATAY USLU (Antalya) - Evet, teşekkür ederim.
Tabii, biz bu çalışmayı bütün arkadaşlarımızla beraber yaptık. Isparta Milletvekilimiz Said Yüce, Konya Milletvekilimiz Leyla Şahin Usta, Sakarya Milletvekilimiz Ali İhsan Yavuz, yine Osmaniye Milletvekili Ruhi Ersoy, Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, yine İzmir Milletvekili Zeynep Altıok; Şenal Hanım -kendisi de ifade etti- hakikaten neredeyse yüzde 80, yüzde 90 toplantılarımıza katıldı, fahriden öte tam anlamıyla Komisyonumuzun üyesiydi; biz bu çalışmanın tamamını hep beraber yaptık, onu ifade edeyim başta.
Şimdi, ben, tabii, göç konusuna siyasete girmeden önce de hasbelkader girdim. Daha Suriye olayları ortaya çıkmadan beni Göç İdaresine -Türkiye o zaman Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çıkarmıştı- bürokrat olarak atadılar hem de orada Uyum ve İletişim Dairesi Başkanlığı süreci içinde bulundum. Sonra arkasından tabii Suriye'deki iç savaştan sonra ciddi bir akın oldu, kitlesel akın oldu; onlarla o süreçte de sahada çalıştım. Ayn El Arap'tan, biliyorsunuz, bir tahliye süreci olmuştu, o süreçte de görev aldım, sınırda bulundum. Oradan birkaç anekdot da anlatmak istiyorum. Tabii, oradaki durum çok vahim bir durumdu. Karşıda yaklaşık 200 bin insan vardı ve bir savaş ortamı var, bombalar atılıyor, insanların bir yere sığınması gerekiyor; en yakın yer de Türkiye, sınır komşusu olarak. Türkiye de karar aldı, hep öyleydi zaten. Açık kapı politikası gereği oradaki insanların ırkına, dinine, diline bakmadan kabulü aşaması oldu. Orada kayıt aşamasında görev aldım. Kayıt yaparken şunu gördüm, gelen insanlara sorduk: "Bize kim olduğunuza dair bir pasaport, nüfus cüzdanı belge verebilir misiniz?" Veremediler. Dediler ki: "Biz -birçoğu için söylüyorum- orada kayıtsızdık. Bizim orada nüfus cüzdanlarımız yoktu. Biz orada kayıt dışıydık." Oradaki belli gruplar...
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Arap kimliğinden bahsediyorsunuz.
ATAY USLU (Antalya) - Evet, herhâlde, daha çok Kürt ve Arap kökenlilere nüfus cüzdanı verilmemişti oradaki rejim tarafından. Düşünün, onların tabii ki biz kaydını yapmak zorundaydık, işte biyometrik kayıtlarını aldık ve 200 bin kişiyi üç günde tahliye etmek zorundaydık, kabul etmek zorundaydık. Zor bir süreçti, işte, aşıları yapılıyordu çocukların, tek tek üzerleri de kontrol ediliyordu. Biliyorsunuz yani göç yollarını teröristler de sık bir şekilde kullanıyor, bu anlamda güvenlik önlemlerinin de alınması gerekiyordu. Diğer taraftan, barınma ihtiyaçlarının çok hızlı bir şekilde giderilmesi, iaşe ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyordu ama orada hem toplumun, -orada Suruç, Urfa- bölgede bulunan insanlarımızın katkısı hem devletimizin, kurumlarımızın katkısıyla o süreci idare ettik, yönettik. Yönetirken birkaç sorunla karşılaştık. Mesela dediler ki: "Biz araçlarımızla gelmek istiyoruz Türkiye'ye. Araçlarımız var, onları da getirmek istiyoruz." Onları Türkiye'ye kabul etmemiz zordu. Belgeleri yoktu, kendilerine ait olup olmadığını bilmiyorduk, olsa bile Türkiye'deki standartlara uyup uymadığını bilmiyorduk ama getirip sınıra bıraktılar. Dediler ki: "Bu araçlar olmadan biz geçmeyiz buradan." Onun üzerine, hemen o gün, Türkiye olarak bir tedbir aldık, dedik ki: "Biz bir yediemin müessesi kuralım burada. Araçlarınızın fotoğrafını çekelim. Size ait olduğunu fotoğraflayalım. Buna ait size bir belge verelim ve bunları güvenli bir bölgede..." Çünkü orada çok büyük bir kitle, yaklaşık olarak 40 bin aracı biriktirdik, 40 bin aracı o bölgede tuttuk, biriktirdik, yediemin olarak aldık daha sonra Türkiye'ye alınmak üzere; aynı anda alma şansımız yoktu. Bununla mesela Avrupa hiçbir zaman karşılaşmıyor çünkü sınır ülkesi değildi. Tam bunu halletmişken oradan gelenler dediler ki: "Bizim ikişer tane ineğimiz var, 15 tane koyunumuz var -bu bir vaka, sahada karşılaştığımız vaka- bunları almak zorundasınız, alacaksınız. Bütün mal varlığımız bunlar." İnsanlar sırtlarında birer tane çuvallarla geliyorlardı. "Çuvalları getirmeyin, içinde ne var?" dediğimizde işte 2 tane battaniyeleri vardı. "Biz size yeni battaniye vereceğiz." dememize rağmen kabul etmiyorlardı, belki alamayız diye. Tüm mal varlıkları 2 tane inekleri ve 2 tane battaniyeleriydi. İşte, o inekleri de alma konusunda çok direttiler, istediler. Bunun üzerine biz Ankara'da Sayın Başbakanımıza ulaştık, o zaman Faruk Çelik Bakanımız vardı bölgede, Faruk Çelik Bakanımıza söyledik, dedik: "Böyle bir sorun var, ne yapalım?" Hükûmet çok hızlı bir şekilde o gece karar aldı, dedi ki: "Tüm hayvanları biz Et Balık Kurumuna alıyoruz. Parasını nakit olarak ödüyoruz." Çünkü onları alıp öbür tarafa geçirdiğimizde hastalıklar bulaşma ihtimali vardı. O gece o karar alındı. Tamamı Et Balık Kurumunun uygun gördüğü fiyatın üstünde fiyattan -onların da gönlünün olması gerekiyordu- aldık, veteriner ve sağlık kontrolünden geçti, daha sonra bu hayvanlar kesildi, yine o Suriyelilere bir şekilde iaşe olarak, kavurma olarak verildi. Şimdi, biz bu ciddi sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu kolay bir süreç değil. 3,5 milyon, 4 milyon insandan bahsediyoruz ve çok kısa bir sürede... Farklı bir kültürden ve farklı bir toplumdan geliyorlar. Mutlaka sorunlar var ama Türkiye bu konuyu -kim ne derse desin, dünya kabul ediyor- çok iyi bir şekilde idare etti. Ben Türkiye dışındaki kampları da gördüm. Mesela Ürdün'deki kamplara, Lübnan'daki kamplara da gittim -Birleşmiş Milletler bunları idare ediyor- hakikaten şartları çok kötüydü. Türkiye'deki kampların şartları çok iyi.
Kamplar konusunda Sibel Hanım bazı şeyler söyledi, istismar olaylarının olduğu. Türkiye'de Antep'te bir istismar olayı ortaya çıkmıştı, çıkar çıkmaz biz Komisyon olarak hep beraber oraya gittik, oradaki süreci bire bir, kamu görevlilerini dışarı çıkararak -Şenal Hanım şahittir- kadınlarla hanım milletvekilleri, erkeklerle biz ayrı olmak üzere konuların tamamını konuştuk. Bu tür olayların olduğu, olabileceği, bunların ne kadar olduğuyla ilgili konuların hepsi raporumuzda var, gizlenen hiçbir nokta yok. Ama bir gerçek ortaya çıktı: İstismar olaylarının yüzde 99,99'u Suriyelilerin kendi arasında oluyor yani birbirlerini istismar ediyorlar. O kampta bir güvenlik görevlisiyle olmuş, başka bir şey olmuş, onlarla ilgili soruşturma süreçleri burada hepsi var, raporun içinde, okursanız görürsünüz. Bir başka gerçek daha ortaya çıktı: Bizim "istismar" dediğimize Suriyeliler "istismar" demiyor. 13 yaşında, 14 yaşında, 15 yaşındaki kızlarla evlenmeyi doğal kabul ediyorlar. Onlar için böyle yani ve biz bunu tespit etiğimiz andan itibaren suç olarak ortaya koyuyoruz. İstatistiklere giriyor ama onlar diyorlar ki: "Bu suç değil." Ama biz bunları da tespit ettik, tabii burada da bir eğitim çalışması yapılması gerektiğini gördük.
Kamp konusunda benim fikrim şu: "Kamplar sayı olarak yetersiz." dendi. Siz dediniz herhâlde Sibel Hanım. Yani bunları ben bilgi olarak söylemek istiyorum. Bana göre kampların kapatılma zamanı geldi. Yeni kamp açmanın bir anlamı yok. Kamplar -adı üstünde- geçici barınma merkezleridir. Birkaç yıl -hakikaten iskânı zor olan insanlar için- bu görevi yaptı ama artık insanların altı yıl kamplarda kalmasının bir anlamı yok çünkü yardıma bağımlı hâle gelebiliyorlar. O bağımlılık da kötü bir bağımlılık. O yüzden kampların yavaş yavaş kapatılması gerektiğini, azaltılması gerektiğini düşünüyorum. Ha, kampların birkaç tanesi kalabilir. Kim kalır? Refakatsiz çocuklar kalır veya yaşlılar kalır, engelliler kalır, hani bakıma muhtaç, üçüncü kişilere ihtiyacı olanlar için -kamplar çok güzel çünkü özellikle konteyner kamplar çok güzel- o kamplarda yaşam devam ettirilir ama çalışma çağında olan veya çalışabilecek insanların artık kamplardan da yavaş yavaş tahliye edilmesi gerektiğini düşünüyorum ki tahmin ediyorum bu da herhâlde -birazdan arkadaşlar açıklayacaktır- 350 binler civarındaydı, bildiğim kadarıyla 200 binler gibi rakamlarla düştü, yavaş yavaş aşağı doğru da düşüyor.
Diğer bir konu: Çocukların kaybı konusu, Şenal Hanım söyledi. Türkiye'de kaybolan çocuklarla ilgili herhangi bir veri yok. Niye yok? Biz tüm çocukların, tüm Suriyelilerin biyometrik kayıtlarını yapıyoruz. Eğer kaybolurlarsa zaten anneleri, babaları veya yakınları ihbar ediyorlar, ihbarlar sonunda kaybolduğuyla ilgili bir şekilde tespitler yapılıyor. Siz de bana bir bilgi göndermiştiniz, İskitler'de çocukların kaybolduğu, çöplüklerin içerisinde yaşadığı vesireyle ilgili. İşte, hemen o olaydan sonra Ankara Valisiyle görüştük, bölgeyle görüştük. Hakikaten o bölgede çocuklar o zor koşullar altında, o çöp toplama merkezlerinde bulunuyor. Yapılan tespitte oradaki çocukların yüzde 80'inin bizim çocuklarımız olduğu, yüzde 20'sinin yabancı olduğu görüldü ama gazeteye öyle düştü ki tüm çocuklar, oradaki çocuklar Suriyeliymiş gibi söylendi. Kayıp konusunda da ben hem Emniyetle, hem Ankara Valiliyle hem de İçişleri Bakanıyla görüştüm. Bu konuda kayıp gözükmüyor hani Türkiye'de ancak Avrupa'da bu gözüküyor. Şöyle söyleyeyim: Biz tüm Suriyelilerin biyometrik kayıtlarını alıyoruz. Avrupa ise hiçbir sığınmacının başvurusunu kabul edinceye kadar biyometrik kaydığını almıyor arkadaşlar çünkü kaydını aldığı gün kendisinde kalacağını biliyor, düşünüyor. Diyor ki: "Ben kaydı aldım, sisteme girdi. Ondan sonra ben bunu bir yere gönderemem." Orada insani davranmıyor. Biz kapıdan girdiği andan itibaren tüm sığınmacıların biyometrik kaydığını alıyoruz. Avrupa'da biyometrik kayıtlar alınmıyor. Başvuruyu yapıyorlar. Sonra o insanların nereye gittiği, nasıl gittiği ne olduğunu kimse bilmiyor. Bizim sahada Almanya'da yaptığımız araştırmalarda -Şenal Hanım'la beraber orada bulunmuştuk- işte bir sığınmacı yurdunda da bu kabul edildi, dediler ki: "Bir çocuk istismar edildi, sonra da öldürüldü bir şekilde." diye raporda da geçiyor, onu da ifade edeyim. Hani bizde de kaybolan çocuk çok miktarda ifade ediliyor bazen ama bununla ilgili yakından benim aldığım bilgilere göre herhangi bir ihbar yok. Ama Avrupa'da var, Avrupa bunu kendisi de kabul ediyor; Avrupa Interpolu, Almanya Interpolu "Bende 7 bin çocuk kayboldu, yok." diyor. 7 bin çocukla ilgili ihbar var; Nerede olduğu bilinmiyor, hangi suç örgütünde, hangi istismar örgütünün kurbanı olduğu bilinmiyor ve Avrupa bunu da kabul ediyor işin ilginç tarafı.
Vatandaşlıkla ilgili süreçler tabii hızlı bir şekilde ilerliyor. Bu rapor hazırlandığında 40 bindi, belki bugün 50 bindir, 60 bindir, 70 bindir. Başvuru süreçleri devam ediyor ama ben bu konuda da -birazda söyleyeceğim- yavaş davrandığımızı düşünüyorum, daha hızlı vatandaşlık verilmesini gerektiğini düşünüyorum -rakamları birazdan alacağız- çünkü ortada bir potansiyel var, bir ekonomik potansiyel var, bir entelektüel akademik potansiyel var. Bu potansiyelin kayıp gitmesine engel olmamız gerektiğini düşünüyorum veya kimsesiz çocuklar var. Bu anlamda bu çocukların vatansız kalması, herhangi bir nüfus cüzdanlarının olmaması da bir insanlık dramıdır. O çocuklara da hızlı bir şekilde vatandaşlık verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Fikri Bey "Net bilgiler yok." vesaire dedi. Hakikaten, mutlaka muallaklıklar vardır, kayıt işlemlerinde yanlışlıklar vardır ama bizdeki kayıt sistemi, biyometrik kayıt sistemi 50'ye yakın kişinin bilgisi alınarak yapılıyor. Yani ayakkabı numarası da alınıyor, diğer bilgileri de alınıyor ama bu bilgilerin hepsi, kabul etmek lazım ki beyan üzerine alınıyor. Sahada biz evlilikle ilgili problemler gördük -Şenal Hanım da biliyor, Leyla Hanım da biliyor- dediler ki: "Biz evlenemiyoruz." Neden evlenemiyorsunuz? "Suriye'den bekâr olduğumuza dair belge getiremiyoruz, bir otorite yok." Bekâr belgesi getirecekler ki evlenecekler. Bu belgenin gelme ihtimalî var mı? Yok. Olmayınca resmî evlilik yapılamıyor. Resmî evlilik yapılamayınca ne oluyor? Gayri resmî evlilikler ortaya çıkıyor. Göç İdaresiyle o dönemde biz konuştuk, Göç İdaresi de zaten hazırlık yapıyormuş ve o dönemden sonra işte şahitlerin ve beyanların da kabul edilebilirliğiyle evlenme süreçleri düzenlendi. Komisyon olarak biz diğer partideki arkadaşlarımızla da beraber bu konuyu konuştuk yani çözüm ne olabilir? Dedik ki: Beyan olsun veya birkaç kişiyi de bu konuda şahit göstersin bekâr olduğuyla ilgili en azından bu süreçleri düzenlensin. Daha sonra İçişleri Bakanlığı da bu süreçleri düzenledi.
Değerli arkadaşlarım, raporda tabii benim de eksik bulduğum, bizim de eksik bulduğumuz konular var. Bir kere, en başta Türkiye, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çıkarmış. Bu kanun Mecliste oy birliğiyle geçmiş -muhalefet şerhi de yok muhalefetin benim gördüğüm kadarıyla- çok iyi bir kanun; insan hakları, temel haklar açısından, hak temelli yaklaşım açısından çok güzel bir kanun. Bundan önce Türkiye bu süreci yönetmeliklerle düzenliyormuş, 1951 yılındaki kanunlarla düzenlemeye çalışıyormuş ve süreç çok zormuş ama bu kanun, ciddi bir düzenleme ortaya koymuş. Ancak kanunun adı şu: "Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu." Bir kere ben kanundaki "yabancı" kelimesinin kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Yani onun "göçmen kanunu" şeklinde değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir terim birliği, terim oluşması, bu anlamda Türkiye'de bir felsefe, paradigma oluşması anlamında bu kanunun isminin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
İkinci olarak: Bu raporda Türkiye'ye göç hareketlerinden bahsediliyor. Hakikaten biz ilk defa şimdi göç almıyoruz. Cumhuriyet döneminde aldığımız göç miktarı 1,5 milyon. 1923'ten 2011 yılına kadar biz 1,5 milyon göç almışız, ondan sonraki tarihte de 4,3 milyon göç aldık. 4,3 milyon göçün açılımı - 3,4; 3,5 oldu bugünlerde artık o sayı artıyor kayıtlarla beraber- geçici koruma altındaki Suriyeliler. Diğerleri yaklaşık 300-350 bin uluslararası koruma arayan, sığınma arayan farklı ülkelerden, Afganistan'dan, Filistin'den, Myanmar'dan veya Afrika ülkelerinden gelenler var; bunlar da uluslararası koruma başvurusu yapmış durumda Türkiye'ye. Bir de Türkiye'de 600 bin civarında ikamet izniyle kalan yabancı var; bunların hepsine göçmen diyoruz birlik olarak. Bunlar sanat için geliyor, spor için geliyor, iş kurmak için geliyor, bazısı da güneşe göç ediyor. Ben Antalyalıyım mesela, Alanya'da 30 bine yakın Alman ve İskandinav yaşıyor ikamet izniyle. Türkiye bu anlamda son yıllarda hedef ülke oldu istikrarı, ekonomik gücü, doğası, güzelliğiyle. Avrupa ülkelerinden İngilizler Kaş'ın Kalkan beldesine, Didim'e yerleşiyorlar. Bunlarla beraber Türkiye'de şu anda 4,3 milyon göçmen yaşıyor. Bunların hepsine "göçmen" diyoruz ve bu ciddi bir rakam; nüfusumuzun neredeyse yüzde 5'i gibi bir rakama tekabül ediyor.
Suriyeliler geldiği andan itibaren onlarla ilgili statü çalışmaları ortaya konuldu; biz bunlara geçici koruma statüsü verdik. Kamuoyunda bu çok tartışılıyor; geçici koruma mı olsun, yoksa sığınmacı mı olsun, yoksa mülteci mi olsun? "Geçici koruma adı üstünde geçici, geçicilik yanlış bir terim, beş yıl geçici olur mu olmaz mı?" gibi.
Geçici koruma statüsü arkadaşlar, çok eski bir statü değil, yalnızca bu eski Yugoslavya'daki çatışmalardan sonra Avrupa'ya doğru bir kitlesel göç olmuş, Avrupa o zaman demiş ki: "Bunlara biz geçici koruma hakkı verelim, savaş bitince geri dönsün." Buradan ortaya çıkmış. Amerika kıtasında da iklimsel göçler oluyor, Meksika'da bazen fırtınalar oluyor, onlar Amerika'ya filan sığınıyorlar ya da Kanada'ya sığınıyorlar, onlara demişler ki: "Geçici koruma statüsü verelim." Böyle bir olayla ortaya çıkmış. Avrupa Konseyi bu konuda 2001'de bir yönerge hazırlamış geçici koruma yönergesi filan diye ama içeriği belli değil. Geçici koruma statüsünün şeklini şemalini, düzenlemesini, içeriğini tam olarak Türkiye düzenledi arkadaşlar. Süreci tamamen hukuki bir alt yapıya kavuşturdu ve geçici korumadaki olay şu: Ben "geçici koruma" isminin devam etmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü bize şu anda Suriye'den gelişler bireysel bir başvuru değil, bireysel bir geliş değil, kitlesel bir geliş. Kitlesel gelişlerde bu kitlelerin er geç geriye dönmeleri gerekir. Eğer bu Suriyeliler kendi ülkelerine, kendi memleketlerine dönmezlerse -4,3 milyon Suriyeliden bahsediyoruz- o coğrafyada bir boşluk ortaya çıkacak. O coğrafyada boşluğun ortaya çıkması demek yeni bir istikrarsızlığın ortaya çıkması demek. Biz o coğrafyada kaynak ülkelerde huzur ortaya çıktıktan sonra kitlesel göçle gelenlerin -bireysel başvurular için demiyorum bakın- mutlaka geri dönmesi gerektiğini düşündüğüm için geçici koruma statüsünün devam etmesi gerektiği, "geçici koruma statüsü" ismindeki geçiciliğin de Suriyeliler üzerinde "Er geç savaş bitecek, biz de kendi ülkemize döneceğiz." fikrini bir anlamda silmediği için devam etmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bu, kamuoyunda çok tartışılıyor "geçici koruma olsun, olmasın." gibi.
Konu, uyum konusu, uyum çok önemli. Bizim kanunumuza da girmiş, kanundaki uyum çok güzel yazılmış, "toplumla karşılıklı uyumu" diyor. Yani, karşılıklılık ilkesi, gönüllülük ilkesi uyumda. Gönüllü olmazsa asimilasyon olur, karşılıklı olmazsa tek taraflı olur. Bu, kanunda yazılmış. Tabii yeni bir olay, bizim bu kavramları hakikaten uygulamaya sokmamız lazım. Bu anlamda "uyum" kelimesi doğru bir kelime diye düşünüyorum. Bu kelimeyle ilgili çok fazla yani "yeni katılım" olsun, "katkı" olsun, "birlikte yaşam" olsun, "entegrasyon" olsun gibi fikirler ortaya konuldu; Avrupa da bu konuları tartışıyor, Avrupa da "entegrasyon" kelimesini şu anda kullanıyor ama kaçıyor "entegrasyon" kelimesinden çünkü altı boşaltılmış ve kirletilmiş bir kelime. Biz de kanunda "uyum" kelimesini kulandık. İnşallah, "uyum" kelimesinin içeriğini de doldurabiliriz diye düşünüyorum karşılıklılıkla ve gönüllülükle. Bu nasıl olacak? Türkiye'nin acilen bir uyum strateji belgesini ortaya koyması gerekiyor tüm kurumların, tüm bakanlıkların; bu konuda bir çalışma yapılması gerekiyor ve zannederim yapılıyor ama artık bunun, fiiliyata da dökülmesi gerekiyor, sistematik olarak çalışılması gerektiğini düşünüyorum.
Göçmen kaçakçılığıyla mücadelede Türkiye çok iyi noktalarda ancak sahada yaptığımız araştırmalarda bize bir anekdot ifade edilmişti, dediler ki: "Göçmen kaçakçısı ile tarihî eser kaçakçısının cezası aynı. Bir insan bir göçmeni kaçırırsa da aynı cezayı alıyor, buradan bir tarihî eseri kaçırırsa da." Burada dolayısıyla bu anlayışın değiştirilmesi anlamında göçmen kaçakçılığı cezasının ağırlaştırılması gerektiğini bize söylediler, biz de raporumuzda bunu net bir şekilde ifade ettik.
Geri gönderme merkezlerinden iki tanesini ziyaret ettik. Ziyaret ettiğimiz geri gönderme merkezlerinde tabii durum iyiydi ama şunu ifade edeyim: Biz Akdeniz'den yılda 150 bin göçmen topluyoruz arkadaşlar. 150 bin göçmen, aldığımız andan itibaren önce bunlar mutlaka geri gönderme merkezlerinde tutuluyor çünkü mülakata tabi tutulmaları gerekiyor; ne için çıkıyorlar, yasa dışı göçmen mi, düzenli göçmen mi? Dolayısıyla bunların hepsinin bir anda geri gönderme merkezlerinde tutulması çok zor. Türkiye'deki kapasite bildiğim kadarıyla 8 bin civarında, bu artırılmaya çalışılıyor. Daha da artırmak doğru mu değil mi, onu da bilemiyorum yani bunu artırmak, bu anlamda ekonomiye ciddi bir yüktür bunlar, maliyettir, külfettir. Ne yapılabilir? Bu konunun çalışması gerekiyor diye düşünüyorum.
Eğitim konusu önemli. Eğitim konusunda 350 bin çocuk geçici eğitim merkezlerinde, Suriye müfredatının verildiği eğitim merkezlerinde -bunu yaklaşık olarak rakamları yuvarlayarak söylüyorum- 300 bin civarında Suriyeli çocuk bizim okullarımızda eğitim görüyor. Hedefin, tamamının bizim okullarımızda olması gerektiğini düşünüyorum. Burada ders müfredatına -karşılıklılık dedik ya- mutlaka göç konusunun eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz, raporumuzda var. Millî eğitim ders müfredatının içinde Türk çocuklarına, kendi çocuklarımıza da göç konusunun, göçmen konusunun, sığınmacı konusunun anlatılması gerektiğini düşünüyoruz. Öğretmenlere de ikinci ana dil olarak Türkçenin öğretilmesi; göç psikolojisi, travması konusunda da hizmet içi eğitim verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda da teklifimiz burada var. Suriyeli akademisyenler var; bunlardan daha çok istifade edilmesi gerekiyor.
Yine sağlığa erişimle ilgili konular var burada görebilirsiniz.
Tabii, bu anlamda iş piyasasına erişimde kayıt dışılıktan bahsettiniz, hakikaten bu rakamlar yüksek, kayıt içine alınma süreçlerinin hızlandırılması gerekiyor.
Bir de, Meclisimizden geçen dönemde bir kanun geçirdik, işte "Turkuaz Kart" diyoruz, sürekli çalışmayla ilgili bir konu. Turkuaz Kart'ın Suriyelileri kapsaması konusunda... Mecliste CHP, MHP, HDP, son anda AK PARTİ de dâhil olmak üzere "Suriyelileri kapsamasın." diye bir ittifakla Genel Kurulda bu çıkarıldı. Ben arkadaşlarımızla konuştum, komisyon olarak Turkuaz Kart'ın Suriyelileri de kapsaması gerektiğini düşünüyoruz. Turkuaz Kart nitelikli çalışma izni, nitelikli ikamet iznidir. Bu, Türkiye'de çalışmak isteyen veya iş kurmak isteyen Suriyelilerin hayatını kolaylaştıracaktır diye düşünüyoruz. Geçici koruma altındaki Suriyelilere de Turkuaz Kart verilmesi konusunda yasal düzenleme yapılması teklifimiz raporumuzda yer almaktadır.
Sosyal hizmetlerle ilgili konular var. Diğer bir konu yerel yönetimler. Yerel yönetimler konusunda Türkiye hakikaten zayıf; yerel yönetimler konusunda da değişiklik yapmamız gerekiyor, mevzuatı değiştirmemiz gerekiyor. Yerel yönetimler şu anda mevzuatında olmadığı hâlde göçmenlerle ilgili çalışmalar yapıyor ve bu konuda kendilerine ekstra kaynak aktarılmıyor; hem görev tanımlarının yapılması hem de kendilerine kaynak aktarılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda da mevzuat değişikliği olsun istiyoruz.
Vatandaşlık sürecini biraz önce söyledim. Bu süreç daha da hızlandırılmalıdır. "Türkiye'de herkese vatandaşlık veriliyor." gibi şehir efsaneleri var. Böyle bir şey olmadığını... Rakamlar 40 binlerde, 50 binlerde.
Asıl önemli konulardan biri de ötekileştirici ve ayrımcı dil. Bu dilden herkesin uzaklaşması gerekiyor, bütün siyasetin uzaklaşması gerekiyor, bütün medyanın uzaklaşması gerekiyor. Maalesef muhalefet partisi milletvekillerimizde ve genel başkanlarında zaman zaman bu dili görüyoruz. Kendi hazırladığı -CHP'nin mesela- raporda muhteşem ifadeler var, ben o raporu gördüm. Diyor ki: "Böyle bir dil kullanılmamalı, böyle bir dil kullananlar cezalandırılmalıdır, bu dili kullananlar ayıplanmalıdır." Bu ifadeler orada var ama bu dilin kullanıldığını görüyoruz. Tüm Suriyelilerin hastalıklı olduğuyla ilgili... "Suriyeliler geldi bize AIDS bulaştırdı." "Tüm Suriyeliler vatanlarına ihanet etti Türkiye'ye geldiler." "Bu Suriyelilerin hepsini geri göndereceğiz." "Bu Suriyelilerin hepsi yarın mafya olacak, yeraltı dünyasına girecek." gibi çok sert ve genelleyici ifadeler var; bu ifadelerden hepimizin kaçınması gerektiğini düşünüyorum çünkü bu ifadeler toplumu etkiliyor ve sonunda da huzuru bozacaktır. Bakın Avrupa'da şu anda göç konusu 10 Suriyeli, 100 Suriyeli tüm Avrupa'nın siyasi haritasını değiştiriyor; kimse önüne geçemiyor, 100 Suriyeliden dolayı toplum "Biz bunu kabul edeceğiz." diyemiyor, hiçbir siyasi. Merkez sağdaki ve merkez soldaki partiler bile ırkçı turbo radikal söylemleri sahiplenmek zorunda kaldı. İşte Almanya'da yüzde 13, yüzde 14'lere ulaştı. Bu, tüm toplumu kasıp kavuruyor. Ben o sürecin ikinci bir kavimler göçü gibi Avrupa'nın siyasi haritası yanında fizikî haritasını da değiştireceğine inanıyorum. Avrupa ya "daha çok entegrasyon" diyecek ya "daha çok uyum" diyecek ya "daha çok insan hakları" diyecek sığınmacı konusunda ya da bu olayın altında kavrulup gidecektir diye düşünüyorum. Biz de hamdolsun toplum nezdinde kabul çok yüksek. Bu kabulün devam etmesi anlamında hem medyanın hem de bizim doğru dili kullanmamız gerektiğini düşünüyorum, bunu çok önemsiyorum.
Burada doğru bilinen yanlışlar var. Çok iddialı bir şekilde deniyor "Tüm Suriyeliler üniversitelere sınavsız giriyor." Girmiyor, burada açıkladık onu. "Tüm Suriyelilere TOKİ'den bedava konut veriliyor." Arkadaşlar, TOKİ'den bırakın Suriyelileri Suriyeli olmayanlar da, yabancılar da konut alamaz. TOKİ'den konut almanın ilk şartı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, net bir şekilde bu yazılmış. TOKİ'den Suriyelilere parayla bile konut vermezken parasız konut verdiğimizle ilgili kamuoyunda algılar oluşturuluyor. Bilinmiyorsa aslında ilgili kurumlara sormak lazım. Sormadan bu tür açıklamaların yapılması bizi çok olumsuz etkiliyor, toplumsal huzurumuzu çok etkiliyor diyorum.
Diğer bir konu: Maliyetlendirme. Biraz uzattım ama maliyetlendirme konusu çok önemli, çok spekülatif şeyler yapılıyor. Şunu ifade edeyim: Bu raporumuzda maliyetlendirme konusu üç sayfa, tam ayrıntısıyla bunu düzenledik. Maliyette iki kalem var: Bir, Suriyeliler için doğrudan alınan hizmetler, bunların hepsinin faturası var arkadaşlar. Suriyeliler için konteyner kent kurduysak faturası var, Suriyeliler için herhangi bir harcama yaptıysak var. Ama Suriyeliler ortak sistemi kullanarak da maliyetler ortaya çıkıyor. Mesela Millî Eğitim sistemimiz içinde bunun direkt faturasını kesmek, ıslak faturasını göstermek mümkün değil. İşte aşı vuruyoruz, o aşı vururken sağlık personelinden faydalanıyoruz, tahliye ederken belediyenin aracından faydalanıyoruz, kamp yönetirken oradaki AFAD memurundan faydalanıyoruz; dolayısıyla bunların direkt faturasını bulmak mümkün değil. Ama ortada bir maliyet var, bu maliyetleri de biz bu rapora OECD rakamlarından Türkiye'de kişi başına harcanan eğitim, sağlık hizmetlerini de koyarak ortaya çıkarttık. Şunu da ifade edeyim: Bu konuda Avrupa'nın da aynı hesaplama endeksleri var, kriterleri var; o kriterlere göre biz bunu hesaplarsak Türkiye'nin şu anda 30 milyar dolar değil, 200 milyar eurodan -Köln Üniversitesi bunu söylüyor "Türkiye'nin maliyetinin bu olması gerekiyor." diye- bahsediliyor, bu rakamı da burada ifade ettik. Hani bazen "Faturasını getirin." diyorsunuz ya... Şimdi Suriyeliler neticede yaşıyorlar, yaşadıkları zaman bunlara belediye hizmeti veriliyor, bunu direkt faturası olur mu? Olmaz, ortak sistemden kullanıyorlar. Kanalizasyon sistemini kullanıyorlar, bunun faturasının olması mümkün mü? Değil. Bunları bu raporda ifade ettik. Dolayısıyla bunun iyi algılanması gerekiyor. Faturalandırılanlar var, direkt Suriyeliler için harcadıklarımız var. Bakın kamp için harcanan her şeyin faturası vardır direkt Suriyeliler için harcanan. Bir kamp kaç liraya kuruldu? O kampta kime ne kadar yardım yapıldı? Bunların hepsinin faturası var. Ama dışarıda yaşayanlar, ortak sistemden faydalananlarla ilgili herhangi bir fatura istemek mümkün değildir; bu maliyetlendirme, bütçe açısından da mümkün değildir ama bir maliyet de ortada var, bu da burada ifade ediliyor.
Diğer konu Avrupa bu konuda hakikaten imtihandan kalıyor. Türkiye olarak Avrupa'daki sığınmacı hak ihlallerini izlememiz gerektiğini düşünüyorum. Hakikaten orada tamamen çıkar odaklı bakılıyor, değerlerinden uzaklaşmış bir şekilde bakılıyor, orada insanlar kayboluyor, orada insanlar Hristiyanlaştırıyor. İşte Almanya'da Anjelikan Kilisesi bunu kabul ediyor, diyor ki: "Benim haneme Hristiyan yazarsan ben senin sığınmacı başvurun için referans olacağım". Avrupa'da kiliselerin referansı çok önemli sığınmacılar için, referans olduğu andan itibaren sığınmacı başvurusu kabul ediliyor. Bunu Anjelikan Kilisesi kabul ediyor. Danimarka'da bir bölge var oraya giden herkes Hristiyan olmuş bir anda. Neden? Çaresizlikten faydalanılıyor. Burada hakikaten bir asimilasyon var. Bunları da bizim izlememiz gerektiğini düşünüyorum.
Çok ciddi insan hakları ihlalleri var, âdeta değerli eşyalarına el konuluyor. Bir örnek var: Danimarka'da bir kişi yolda giden 2 Suriyeliyi arabasına alıyor, evine götürüyor, kahve içiriyor "Siz nereye gitmek istiyorsunuz?" diyor, başka bir şehre gitmek istiyorlarmış, biletlerini alıyor. Bu aileye Danimarka mahkemeleri ceza veriyor "Sen bir Suriyeliyi nasıl evine alırsın, nasıl onun biletini alırsın. Bunu yaparak bu ülkeye daha çok sığınmacı Suriyeli gelmesini sağlıyorsun." diyerek onlara ceza veriyor arkadaşlar. Bu da ortada yani çok vahim bir durumdur; bunu da izlememiz gerektiğini düşünüyorum, bu konu insanlık konusu.
Kilis gibi, Antep gibi şehirlerimizin ödüllendirilmesi gerekiyor. Kilis'te Türk nüfusu kadar yabancı var ve Kilis barış ve huzur içinde yaşıyor. Bunun da yüksek sesle ifade edilmesi gerekiyor.
Diğer bir konu, ben bunu çok önemsiyorum: Dünyada tüm sığınmacı hareketleri Cenevre Sözleşmesi'yle yönetiliyor ama yetersiz; insanlar ölüyor, Akdeniz'de çocuklar ölüyor, işte Aylan bebeği biliyorsunuz; asimile ediliyor, kabul edilmiyor, alınmıyor, açık kapı politikası uygulanmıyor, herkes bütün sığınmacıların başvurusunu kabul etmek zorunda olduğu hâlde kabul etmiyor, külfet paylaşımına gitmiyor. Bence Cenevre Sözleşmesi'nin artık yenilenme zamanı geldi, ek protokol olabilir, yeni bir sözleşme olabilir. 1950'nin paradigmalarıyla sözleşme yazılmıştır, artık bu sözleşme bugünkü sığınmacı hareketlerini yönetmekte acizdir, dolayısıyla yeni bir sözleşme yazılması gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak şunu ifade edeyim: Ben hem Avrupa'daki süreci hem de diğer ülkelerdeki süreçleri gördüm. Hakikaten biz milletimizle, devletimizle, medeniyetimizle bu anlamda ne kadar övünürsek övünelim azdır, hakikaten ciddi bir misafirlik yapıyoruz, ciddi bir ev sahipliği yapıyoruz, eksiklerimiz çok fazla var ama bu eksikleri de hep beraber oluşturacağımız politikalarla tamamlarız diye düşünüyorum.
Teşekkür ediyorum.