| Komisyon Adı | : | MİLLİ EĞİTİM, KÜLTÜR, GENÇLİK VE SPOR KOMİSYONU |
| Konu | : | Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (2/2099) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 07 .02.2018 |
HACI AHMET ÖZDEMİR (Konya) - Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Kıymetli Bakanım, çok değerli hazırun; şimdi, ben biraz meselenin kökenine yönelik bir şeyler söylemek istiyorum. Temelde bizim burada tartıştığımız şey, yasa koyucuyuz, yasaları düzenleyen bir kurumda görev alıyoruz. Hukuk ile ahlak ilişkisine dair temel sorunu şu anda ben tartıştığımızı görüyorum. Yani hukuk felsefesi açısından, ahlak felsefesi açısından şöyle bir şey var, biliyorsunuz: Türkiye Cumhuriyeti devleti ilk kurulduğu zamanlarda Telifat ve Tedkikat-ı İslamiye Encümeni adında bir kuruluş vardı. Bu kuruluşta Mehmet Akif gibi, Ferit Kam gibi, Mehmet Vehbi Çelik gibi otoriter isimler çalışıyorlardı ve Türkiye'yle yakın ilgisi olan Abdülaziz Çaviş isimli Arnavut bir müellife bu encümen bir kitap ısmarladı. Çünkü Anglikan Kilisesi, İngilizlerin o seçkinci tavrıyla kendilerini Hristiyanlar içinde daha seçkin bir konuma koyan anlayışla Anglikan Kilisesini kurmuşlardı. Kısmen Katolik, kısmen Protestan bir kilise ve İslamiyete ciddi saldırılarda bulunmuştu bu kilise. Abdülaziz Çaviş'e bu kilisenin iddialarına, ithamlarına karşı cevap verme sadedinde bir kitap yazdırdılar. Arapça yazdı. Kitabı bizzat Mehmet Akif Ersoy tercüme etti ve daha sonra da Süleyman Ateş Diyanet İşleri Başkanıyken kitabı sadeleştirerek Başkanlık yayımları arasında yayımladı. Ben o kitapta ortaya konulan iddialar çerçevesinde bu tartıştığımız konuya tam da denk gelen şeyler olduğu kanaatindeyim. Abdülaziz Çaviş orada diyor ki: "Tevrat bir hukuk manzumeleri kitabıdır. Ahlaki öğeler Tevrat'ın içinde bulunmaz çünkü Tevrat'ı gönderdiğinde Allah, Yahudilerin en çok ihtiyaç duyduğu şey hukuktu. İncil ise daha çok ahlaki umdeleri barındıran bir eser olarak ortaya çıkar. O dönemde hukuk tavsadığı için veya hukuk yerinde olduğu için ama ahlak gerilediğinden dolayı Allah İncil'de ahlaki öğretileri ön plana çıkaran bir vahiy metodolojisiyle indirmiştir bu kitabı. Kur'an-ı Kerim'e gelecek olursak, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu dönemde, o günkü insanlığın prototipi olan Araplar arasında ne ahlaki bakımdan ne de hukuki bakımdan doğru düzgün bir kurallar manzumesi olmadığından dolayı Allah Kur'an-ı Kerim'de hem hukuku hem de ahlakı temel alan, esas alan bir vahiy metodolojisiyle indirmiştir." diyor.
Şimdi, burada dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta şu: Biz diyoruz ki "Öyle bir hukuki düzenleme yapalım ki, öyle bir yasal düzenleme yapalım ki, öyle bir kanun yapalım ki bu kanun istismarcılara hiç açık kapı bırakmasın." Eğer böyle bir iddiadaysak, kusura bakmayın, böyle bir kanunu hiç kimse tarih boyunca yapmadı, yapamayacaktır. Biz burada temel çerçeveyi çizen, hukuki kuralları, aksayan yönleri düzeltmek üzere, iyileştirilmelerde bulunmak üzere yapma durumundayız. Şimdi, insan kalitemizi eğer hukuki yaptırımlar olmazsa ahlakla yürüyemeyiz. Ahlaki değerler olmazsa hukuki yaptırımlarla yürüyemeyiz. İkisinin atbaşı gitmesi lazım. Biz insanımızı ahlaki değerler noktasında istediğimiz çerçeveye getiremediğimiz sürece benim bugün hatırıma, hayalime gelmeyen, hiç rüyasını görmediğim, hayalini kurmadığım, görsem inanamayacağım başkasına tez yazdırmak, başkasına makale yazdırmak, asistanı köleleştirmek... Onun için "araştırma görevlisi" diye asistanın biz ismini değiştirdik. Yani, asistanlar âdeta hocalar tarafından köleleştiriliyordu. Bağımsız hâle getirmek için ismini değiştirdik, kendisine serbestiyet kazandıran bir düzenleme getirdik. Bunlar benim aklımın alacağı şeyler değil ve Türkçede güzel bir atasözü var: Hırsıza kilit dayanmaz. Eğer biz "Öyle bir yasal düzenleme yapalım ki rektör art niyetle hareket etmeye kalkarsa hareket edemesin. Siyasi art niyetle hareket etmeye kalkarsa hareket edemesin. Hoca veya araştırmacı art niyetle hareket etmeye kalkarsa hareket edemesin." diyorsak bu mümkün değil çünkü tarih boyunca biz biraz da ironik biçimde bu tip ilişkileri şöyle tanımlamışız: Ahbap çavuş ilişkisi. Ne ahbap çavuş ilişkisini önleyebiliriz ne de hırsıza herhangi bir şekilde kilit sağlayabiliriz.
Şimdi, şunu söyleyeyim: Sıkı hukuki denetimin getireceği sonuçları da Kemal Sunal "Propaganda" filminde gayet güzel ele aldı. Kült bir film hâline geldi biliyorsunuz Türk filmleri arasında. Biraz eğer hukuki denetimi sertleştirirseniz faşizme kapı aralarsınız. Yarın, bugün burada itiraz eden arkadaşlarımız bu defa "Faşizmi getirdiniz" diye yine itiraz edecekler.
Şimdi, Arapçada güzel bir deyim var, burada Arapça bilenlerimiz var Başkanımız başta olmak üzere. İnsan davranışlarını iki kategoride bir anlamda değerlendiririz; birisi ilzamidir, birisi iltizamidir. "İlzami" dediğimiz şey içten gelen bir zorunluluktur. Bu neye benzer? "Have to"ya benzer biraz İngilizce olarak. İlzami dıştan gelen bir şey, iltizami ise içten gelen bir şey. İltizami, siz içten gereğine inanacaksınız yaptığınız bir şeyin. İlzami ise bir otorite tarafından size dayatılacak. Biz burada ilzami değil de iltizami bir anlayışı geliştirebilirsek çoğu sorunu çok rahat şekilde çözeceğiz demektir.
İşin temeline yönelik, felsefesine yönelik ifadelerden sonra biraz da beri tarafa gelelim. Şimdi burada akademiyadan gelen arkadaşlarımız diyorlar ki: "Biz bazı insanları biliyoruz, akademiyada hâlâ görev yapıyorlar. Bunlar haksızlıkla kadro aldılar, doçent oldular, profesör oldular, dil sınavını haksızlıkla geçtiler." Şimdi, ben onları iltizami davranmaya davet ediyorum. Sayın Başkan, YÖK Başkanımız, bunun bugünkü mevcut kurallar çerçevesinde, YÖK'ün işleyişi çerçevesinde bu haksız yere elde edilen unvanların geri alınması yok mu? Var. İntihalciliğin cezası belli değil mi? Belli. Hukuk sistemimiz bugün bunu suç olarak tanımlıyor mu? Tanımlıyor. Eğer siz her kimse onları biliyorsanız ve gidip mahkemeye şikâyet etmiyorsanız, YÖK'e şikâyet etmiyorsanız, çok özür diliyorum, itham sadedinde söylemiyorum ama suça iştirak ediyorsunuz, haksızlığa razı oluyorsunuz. Haksızlığa rıza yani zulme razı olmak bir başka zulümdür, zulmün bir başka çeşididir. Bu hukuken ve ahlaken kabul edilebilir bir şey değildir. Ben herhangi bir şekilde böyle bir insandan haberdar olsam YÖK'e de şikâyet ederim, mahkemeye de müracaat ederim, üniversiteye de bildiririm. Bunu bildirmeniz lazım. Eğer birtakım tez yazım merkezleri, şunlar bunlar varsa ve bunlar on-line ilanlar veriyorlarsa veya açıktan gazete ilanları veriyorlarsa bunlar hakkında bizim hukuk sistemimiz içerisinde yapılacak şeyler vardır. Eğer hukuk sistemimizi işletemiyorsak, savcılar, mahkemelerimiz bunların üzerine gidemiyorsa o zaman savcılarımızda suç vardır, mahkemelerimizde kabahat vardır ve bu işi bilip de mahkemeye başvurmayanlarda kabahat vardır. Dolayısıyla gereğini yapmak lazım.
Demek ki bir başka şey de -ironik bir tarafı var bunun- mevcut sistemin devamını savunuyoruz ama mevcut sistemde olan yanlışlara işaret ediyoruz. Demek ki pekâlâ mevcut sistemle de yolsuzluk yapılabiliyormuş yani mevcut sistemin de aksayan yönleri varmış, bu ortaya çıkıyor.
Dil... Dil önemli. Dediğim gibi, her zaman olacak bu. Yani, insanın olduğu yerde siz "Haksızlığı önleyeyim, tamamen sıfıra indireyim." diyemezsiniz. Asgari seviyeye ancak indirebilirsiniz.
KAMİL AYDIN (Erzurum) - Ona uğraşıyoruz zaten.
HACI AHMET ÖZDEMİR (Konya) - Ona uğraşalım biz.
Şimdi, öbür taraftan, mutlaka bunların suç duyurusunda bulunması lazım, onun da altını özellikle çiziyorum.
Dil önemli ama bir ara YÖK bize dayattı doçentlik sınavında. Ben ilahiyatçıyım, tarih çalışıyorum, gittim Farsça öğrendim Arapçanın yanında çünkü Arapça kaynaklardan yararlanmam lazım ve kaynakların çoğu da -ben Moğol tarihi çalıştım- Farsça. Bir yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Farsça bölümünde derslere devam ettim. İki tane dilim var, kaynakları okuyabiliyorum, anlayabiliyorum, yorumlayabiliyorum. YÖK dedi ki: "Olmaz, Arapça senin zaten bilmen gereken bir dil, Farsça da kaynakların itibarıyla bilmen gereken bir dil." "Peki, ne lazım?" "Senin İngilizce de bilmen lazım ve İngilizce bildiğini belgelemen lazım." Şimdi, ilahiyat fakültelerinden örnek veriyorum, aksayan yönlerden bir tanesi. İlahiyatta bir hocamız İngilizceden geçer puan alıyor, Arapça bilmiyor, İslam felsefesi hocası oluyor, İslam sosyolojisi hocası oluyor. Çok şükür, YÖK bunu düzeltti tabii, çok isabetli bir şey oldu. Rus dili edebiyatında doktora ve doçentlik yapan bir arkadaşımıza da biz "Olmaz, Rusça değil, senin İngilizce getirmen lazım çünkü Rusça senin asıl dilin." diyorduk, Rusçasını ölçmüyorduk da İngilizcesini, Fransızcasını, Almancasını ölçüyorduk, bu da düzeltildi. Ha "dil" derken dilin ucu bucağı yok, ben size söyleyeyim. Yıllardır dil çalışan bir insan olarak ben hâlâ öğreniyorum, hâlâ farkına varamadığım şeylerin yeni yeni farkına varıyorum. Burada asgari bir ölçünün öncelenmesi yeterli olacaktır fakat dil eğitimini biz üniversiteye bırakmakla, hatta doktorada, lisans sonrasına bırakmakla çok büyük bir yanlış yapıyoruz. Sayın Bakanım buradayken ben bir hususun altını özellikle çizmek istiyorum. Dil eğitiminin entegre bir eğitim olması lazım, ilkokuldan başlaması lazım, ortaokulda takviye edilmesi lazım, lisede haydi haydi takviye edilmesi lazım ve lisans dönemine geldiğimizde biz önümüzde dil sorununu aşmış, dil sorununu artık geride bırakmış, tamamen bilime odaklanmış akademisyenler hâlinde çalışmalara başlamamız gerekiyor ama bu şu aşamada biraz zor gözüküyor.
Son bir söz olarak şunu ifade edivereyim ve küçük bir tenkit tabii arada, yine o son sözden önce: Hocam, bu elit, seçkinci tavır bizim başımızın derdi. "Taşra üniversitelerinden bir şey olmaz." Şimdi, isim vermek zorundayım, Konya milletvekillerimizden Vefa Tanır Bey bana dedi ki: "Konya'da Meram Tıp Fakültesini açarken ne çektiğimi siyasetçi olarak ben biliyorum çünkü Hacettepe Tıbbın -Gazi o zaman yoktu- Ankara Tıbbın, İstanbul Tıbbın hocaları ayağa kalktılar 'Taşrada tıp fakültesi mi olurmuş?' diye ne güçlüklerle biz Meram Tıp Fakültesini Meclisten geçirdik, ben biliyorum." diye anlatmıştı. Bendeniz de biliyorum. Allah rahmet eylesin, Konya Valimiz Hazım Oktay Başer'in Selçuk Üniversitesini -bugün Türkiye'nin en saygın üniversiteleri arasındadır biliyorsunuz ve en kalabalık öğrenci nüfusunu barındıran üniversitelerindendir- bu üniversiteyi açabilmek için endüstri meslek liselerinin atölyelerini geceli gündüzlü çalıştırarak baraka tipi fakülteler kurduklarını, yağmur yağdığında hocaların yağmur gürültüsünden ders anlatamayıp sustuklarını da burada bir küçük anekdot olarak aktarayım. Bugün küçük bir adımdır ama yarın için çok büyük bir başlangıç olacaktır. Iğdır'a da üniversite lazım, Ardahan'a da lazım, Erzurum'da açıldığında ne tenkitler yapıldığını da unutmamak gerekir. Trabzon'da açıldığında ne tenkitler yapıldığını da unutmamak gerekir. O zaman niye Ankara'daki hocalar sesini çıkarmadı? Hocaları da azıcık -çok affedersiniz, amiyane tabiriyle söyleyeyim- gıdıklamış olalım çünkü uçak parasını devlet veriyordu Ankara'nın, İstanbul'un üniversite hocalarının, yolluklarını veriyordu, kaldıkları yerde barınmalarını da temin ediyordu. Onun için seslerini çıkarmadılar; Erzurum'a gitti geldiler, Trabzon'a gitti geldiler, ilk başlarda derslerini verdiler ama bugün Erzurum Üniversitesi, biliyorsunuz, anaç bir üniversitedir, her tarafa öğretim üyesi yetiştiren üniversitelerden bir tanesidir. Taşra üniversitelerini küçümsemeyelim. Ciddi bir adım attık Türkiye olarak, bunu destekleyelim.
Son sözüm şu: Üniversitede yıllarca akademisyenlik yapmış birisi olarak söyleyeyim, saygınlığın ölçüsü ilmî yeterliliktir. Bilimsel açıdan yeterli iseniz sizin ideolojiniz, bakış açınız, dünya görüşünüz ne olursa olsun herkes size saygı duyar. "Çelme takmazlar." demiyorum amiyane tabiriyle yine, argo deyimle, çelme takacaklardır; "Önünüzü kesmezler." demiyorum, önünüzü keseceklerdir, mutlaka bir şeyler yapacaklardır ama -Sayın Atıcı yok, dediği gibi- yıllar sonra o size çelme takmak isteyenler, önünüzü kesmek isteyenler vicdanlarıyla baş başa kalacaklar, sizin ilmî yeterliliğiniz karşısında eğilecekler ve helallik dileyeceklerdir. Biz gelin, insan kalitesini artırma noktasında ne yapılması gerekiyorsa yapalım. Ben de özellikle doktoranın önemli olduğunu biliyorum. Bütün dünyada böyledir; doçentlik ve profesörlük doktoranın yanında kayda değer bir önemde değildir, doktora asıldır ve doktor olanlar profesör olmasalar da çok saygın kimselerdir ama yeter ki teziniz tez olsun. Yani, tezinizde yenilik ortaya koyuyorsanız, bilime katkı sağlıyorsanız, bilimin gelişmesine bir taş da olsa, duvara taş koyarcasına koyuyorsanız siz çok iyi bir iş yapıyorsunuz. Onun manevi hazzının da ben çok yüksek olduğu kanaatindeyim.
Saygılar sunuyorum. Güzel bir yasa taslağı hazırlanmış durumdadır. Bu yasa taslağının iyileştirilmesi için katkılarınız elbette önemlidir, eleştirileriniz fevkalade önemlidir ama bir yandan da iyi şeyler yapmak isteyen insanların bu iyi niyetli çabalarını takdir etmek çok mu zor bilmiyorum ama bunun da takdir edilmesinin önemini vurgulayarak sözlerimi noktalıyorum.
Teşekkür ediyorum.