KOMİSYON KONUŞMASI

GAYE USLUER (Eskişehir) - Sayın Başkan, teşekkür ederim.

Sayın Bakan, değerli üyeler; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sayın Başkan, biraz önce uyarıda bulundunuz, aynı konuların tekrar tekrar dile getirilmemesi konusunda. Aksine aynı konuları tekrar tekrar dile getirmeliyiz çünkü o konulardaki görüşlerimizi belirtmezsek görüşünü belirtmeyenler sanki o konuda hiçbir çekince sahibi değillermiş algısı oluşabilir.

BAŞKAN - Eksik kalan hususlar varsa onları...

GAYE USLUER (Eskişehir) - Çok önemli bir yasa teklifi üzerinde konuşuyoruz. Türkiye'nin geleceği, Türkiye akademisinin geleceği, üniversitelerin geleceği, bunları kim vurduya getirip hızlı hızlı paketlemek, sonra da hızlı hızlı Genel Kuruldan geçirmek bu Komisyonun görevi değildir. Bu Komisyonun görevi tek tek, madde madde tüm sakıncaları olanca açıklığıyla, aynı Aytuğ Atıcı arkadaşımın söylediği gibi siyaseten değil, buradaki birçoğumuzun akademik kimliğini öne çıkararak düşünmesi, ortak aklı oluşturmasıyla yürütebiliriz.

Şimdi yasa teklifinin gerekçesinde birkaç cümleyle başlamak istiyorum. Diyor ki gerekçede: "Ülkemizin 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde olma hedefine ulaşabilmesi nitelikli insan kaynağıyla mümkün olacaktır." Bu yasa teklifinin hiçbir yerinde nitelikli insan yetiştirme, daha nitelikli insan yetiştirme hedefi bulunmamaktadır. Yine diyor ki: "Öğretim elemanlarının hizmet gücünden verimli bir şekilde faydalanılabilmesi için yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır." Burada da yasa teklifine baktığımızda bu gerekçeyi açıklayacak hiçbir madde bulunmamaktadır. Yine devam ediyor: "Doktorasını bitirenlerin doçentliğe geçişi kolaylaştırılmaktadır. Yapılacak düzenlemeyle doktora sonrasında öğretim üyeliğine geçiş sürecinin daha hızlı bir şekilde gerçekleşmesi mümkün olacaktır." Vallahi bunu anlamak hiç mümkün değil. Mevcut durumla getirilen yasa teklifine baktığımızda bu üç gerekçenin hiçbirini sağlanamayacağı ama başka bir şeylerin sağlanabileceği görülmekte.

Yine devam ediyorum, son cümle: "Teklifle akademik yükseltilmelerde daha şeffaf, sorunları giderici, merkeziyetçilikten uzak bir YÖK yönetimi, üniversiteleri karar alma süreçlerinde daha öne çıkaran, onların kendi markalarını oluşturmaya ve sistemde çeşitliliğe imkân tanıyan düzenlemeler. Kusura bakmayın da yasa teklifinin tamamı yasanın gerekçelerinin hiçbirini yerine getirmemekte. Şimdi 2547 sayılı Yasa, 1982 Anayasası'nın bir ürünü ve yıllardır, yıllardır, 2002 yılında AKP iktidara gelirken de en büyük sloganı "YÖK Yasası'nı kaldıracağız." idi, "YÖK Yasası'nı kaldıracağız, rektör atamalarını keyfiyete bırakmayacağız." idi. Ama bugün YÖK Yasası yamalı bohçaya döndü. Elbette ki YÖK Yasası'nda değiştirilmesi gereken çok şey var, elbette değiştirilmesi zorunlu ama YÖK Yasası'nın kenarından, köşesinde, kıyısından, ortasından delikler açarak, o deliklere de istediğimiz malzemeyi doldurarak iyi bir ürün çıkmaz. YÖK Yasası'nı enine boyuna tartışacak olanlar siyasiler değil; bu konuda yasa teklifini hazırlayacak olanlar, sunacak olanlar siyasiler değil, siyasetin kafasıyla düşünenler değil, bırakın bilim insanları olsun. Bırakın YÖK'ü. Bırakın, YÖK'ü bağımsız bırakın, üzerindeki baskıyı kaldırın. Sayın YÖK Başkanını bırakın rahat. Sayın YÖK yürütme kurulu üyelerini bırakın rahat, onlar hazırlasınlar siyasetin baskısı olmadan ve o zaman biz de siyaset dışı rahat rahat, bir yandan siyasetçi kimliğimizle, öte yandan bilim insanı kimliğimizle değerlendirelim.

Şimdi tek tek amaçları saymıyorum ama üniversitelerde atamalar rektörler tarafından yapılacak geneline baktığımızda. Biraz önce Sayın Başkan dediniz ki: "Üniversitelerde atamalar, ana bilim dalı başkanları, bölüm başkanları ya da ana bilim bölümü tarafından yapılıyor." Öyle yapılmıyor. Şimdi rektörler ana bilim dallarının bilgisi dışında, bölümlerin bilgisi dışında, hatta itirazını umursamaksızın ana bilim dallarına, bölümlere öğretim üyesi atıyorlar ve atanan öğretim üyeleri, kadrolaşmak için, kadroyu büyütmek için atanan öğretim üyeleri. Yoksa kaliteyi artıralım, burada daha iyi şeyler yapılsın diye değil. Şu andaki mevcut durum tüm üniversitelerde budur. Bu ne yapıyor? Bu akademik barışı bozuyor. Ana bilim dallarında iç barışı bozuyor, bölümlerde iç barışı bozuyor, üretkenliği durduruyor. Şimdi biz eğer bu yasayı geçirecek olursak biz şu anda fiilen tüm rektörlerin yaptığı uygulamanın yasal sınırlarını oluşturmuş olacağız. Yani rektörleri yasal olarak güçlendirmek, yaptıklarına yasal gerçeklik kazandırmak üzere bir metin hazırlanmış. Ne yazık ki bunu burada tartışmak durumunda olmamız yirmi yıllık bir profesör olarak, tıp kökenli bir akademisyen olarak içimi acıtıyor.

Şimdi Sayın YÖK Başkanı da burada "Kalite." diyor. YÖK ne diyor? "Akreditasyon." diyor. YÖK ne diyor? "Daha iyisi." diyor. Vallahi kusura bakmayın, bu hazırlanan tasarıyla ne kalite olur ne akreditasyon olur. Ha bunlar fason olursa bunların da fason üretim şekilleri gerçekleştirilirse olur. Adını "kalite" koyarız, içinde kalite olmaz. "Daha iyisini." diyor Sayın YÖK Başkanı, YÖK yürütme kurulu, YÖK genel kurulu. Buradan daha iyi çıkmaz.

Şimdi bu taslakta neler olmaz? Bu taslağın bütününde yardımcı doçentliğin adının değiştirilmesiyle başlayalım. En masum gibi görünen belki de bu ama masum değil. Doçentlik atama süreci, doçentliğin bir kadroya dönüştürülmek istenmesi ki bu bir unvandır, kadro değildir. Profesörlük hakeza geçmiyor bunun içinde. Bunun akabinde profesörlük de aynı şekle dönüştürülmüş olacaktır. Bu yasanın özeti kadrolaşmadır. Bu yasanın özeti kadrolaşmanın sağlanmasının yasal kılıfıdır. Bakın, bugün rektörler bir KHK'yle nasıl atanmaya başlandı. Ki demeliyiz ki KHK'yle rektör atamasının ilişkisi nedir? Rektör ataması doğrudan düzgün bir yasa hazırlanarak yapılamaz mıydı? Yo, dayatalım, KHK'yle yapalım. Boğaziçi Üniversitesiyle başladık, çok şükür yola devam ediyoruz. Bugün rektörler siyasi erkin başındaki kişi tarafından atanmaktadırlar. Bugün üniversitelerde, bugün üniversitelerin her yerinde hatta üniversitelerin taşeron işçilerin alımında bile o ildeki siyasi erke ait il, ilçe teşkilatları söz sahibidir. Atanan kişiler parmakla gösterilmektedir ki "A kişisinin önerisi ve baskısıyla atandı." diye. Bugün rektörler siyasetin üniversite temsilcileri olmuşlardır. Onun için bugün rektörlerden yasa beklemek, kadrolaşmamayı beklemek, kusura bakmayın, hayal olur. Eğer böyle bir hayalimiz varsa bu hayali kuran kişilerin öğretim üyesi kimliğinde olduğunu da düşünmüyorum, düşünmeyi hele hiç, hiç istemiyorum.

Şimdi yardımcı doçentlerin adını değiştiriyoruz. Diyoruz ki "doktor öğretim üyesi." Değiştirelim, değiştirelim. Ancak "yardımcı doçent" olsun adı veya olmasın, yardımcı doçentlik kadrosu akademide, öğretim üyeliğinde bir başlangıç süreçtir ve bu başlangıç sürecin oluşmasında o kişinin, o başlangıç sürece dâhil edilecek kişinin bilimsel yeterliliği uygun mudur? Birinci soru bu. Yani gelecekte bu kişiden bilim insanı olabilir mi? Her doktora yapan bilim insanı olacak diye bir şey yok. Hani diyorsunuz ya "Her eğitim fakültesini bitiren öğretmen olacak diye bir şey yok." Aslında her eğitim fakültesini bitiren öğretmen olmalı elbette, olabilmeli elbette ama her doktorasını yapan öğretim üyesi olacak diye bir kayıt yok. Bilimsel yeterlilik olacak, ikincisi ders anlatabilecek. Bakın, burada bir önceki aşamaya ders anlatabilme yetkisini veriyoruz.

Değerli arkadaşlar, ders anlatmak öyle sıradan bir şey değildir, hele akademide ders anlatmak çok başka bir şeydir. Bir konuyu okumak başka bir şeydir, o konuyu anlatmak başka bir şeydir ama o konuyu derse çevirmek yani ders olarak anlatmak çok daha başka bir şeydir. Dolayısıyla akademiye alınan kişinin ders anlatabiliyor olur yetenekte ve yetkinlikte olması lazım. Yayın yapabilme yani araştırmacı düşünceye sahip bir kişi olması gereklidir. Bunları kaldırırsak adını ne koyarsak koyalım buradan öğretim üyesi çıkmaz. Yabancı dil sınavı, yabancı dili biliyor olmak ya da olmamak çok önemlidir. Sevgili Aytuğ Atıcı'nın dediği gibi burada puanın kaç olduğu önemli değildir, burada doğru olan nasıl değerlendirme yaptığımızdır. Esasen uluslararası arenada Türkiye'den giden bilim insanlarının en büyük sorunu ne biliyor musunuz? Bir yabancı dilde okuma yetkinliğinin olmaması, bir yabancı dili konuşamaması, bir yabancı dilde anlaşamaması, iletişim kuramaması. Hani kalite diyoruz ya uluslararası arenada kendimizi ölçeklendirmek istiyoruz ya hani o uluslararası arenada ilk 500'e giren üniversiteler arasında parmakla gösterilen bir ya da iki üniversitemiz var ya işte bu üniversitelerin en önemli farkı, bu üniversitelerdeki akademisyenlerin İngilizce veya başka bir yabancı dildeki yeterlilikleri, üniversitenin o konudaki baskınlığı, o konuya önem vermesi. Vallahi bana gelen maillerde bazı arkadaşlar, öğretim üyeleri diyorlar ki: "Yabancı dil sınavı da nedir, öğretim üyesinde yabancı dil yeterliliği istemek de nedir? Biz yerli ve millîyiz, bizim dilimiz Türkçe." Tabii ki bizim ana dilimiz Türkçe ama akademi o demek değil. Akademi, kendi dilinde konuş, kendi dilinde söyle, kendi dilinde yaz, çiz, boz değil. Akademi demek, uluslararası akademide de söz sahibi olabilme, konuşabilmek demek. Bu nedenle, en az bir yabancı dili bilmek, bilmek derken en az okuyabilmek, okuduğunu anlamak ama daha iyisi konuşabilmek, iletişim kurabilmek. İletişim kurmanın tek yolu ortak bir dilde konuşabilmektir.

Şimdi, eserlerin incelenmesi aşaması, Üniversitelerarası Kurulun 11 kişiye inmesiyle başlıyor. Bir kurulu daraltmak, o kurulu küçültmek demek daha küçük bir kurulu yetkiyle donatmak anlamına geliyor. O 11 kişinin nasıl çalışacağı, o 11 kişinin nasıl seçileceği ve o 11 kişinin neyi üreteceğini şimdiden hayal etmenizi diliyorum. Şimdi, doçentliğe atamada eskiden ders anlatımı vardı. Ben de öğrenciliğimde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde bugün belki çoğu emekli olmuş hocalarımın doçentlik derslerini dinlemiştim büyük bir heyecanla. Onların heyecanlarını, yeterli sürede anlatıp anlatamayacakları, o sürede yeterli bilgiyi verip veremeyecekleri... Biraz önce dedim ya ders anlatma yetkinliği.... Aslında bugün doçentlik kriterlerini değiştirelim dediğimizde önce ders anlatma yetkinliğini de yani orada da bir barajı da yerleştirmemiz lazım.

Yayın değerlendirmesinde kriterlerimiz ne olacak? Üniversitelerarası Kurulu bir yürütme kuruluyla küçültüyoruz. Kriter ne olacak değerli arkadaşlar? Yani önce yapıyor, sonra içini dolduruyoruz. Bakın, yine bir öğretim üyesi arkadaşım mail atmış. Diyor ki: "Sayın Hocam, otuz beş yıldır yardımcı doçentim, 100'den fazla yayınım var, yabancı dil sınavını geçemiyorum, 50'den fazla profesör yaptım." Böyle bir şey olabilir mi arkadaşlar? Bu bir kadro değildir, bu bir akademik unvandır. Akademik unvanlar yetkinlikle alınır, akademik unvanlar öyle dağıtılmaz. Akademik unvanlar yetkinlik karşılığında alınır. Şimdi dışarıdan doçentliğe başvurmayı değiştirmiyoruz. Arkadaşlar, doçent olmanın amacı nedir? Akademide olmaktır. Akademide olmanın en önemli amacı yayın yapmaktır bir yandan, bir yandan da öğrenci yetiştirmektir o alanda, devamında bilim insanı yetiştirmektir. Dışarıdan doçent olunmasını niye konuşmuyoruz burada? Dışarıdan doçent olmanın tek bir amacı vardır: Bir unvan olarak kullanmak ve açık alanda, piyasada o unvanın avantajlarından yararlanmak. Ben hekimim. Dışarıdan, üniversitede olmayan arkadaşlarımın bir kısmı gerçekten doçent olup üniversitelere geçtiler, onları tenzih ederek söylüyorum ama birçoğu muayenehanede doçent unvanı kullandılar. Yine hukuk da böyle. Doçent unvanlı hukukçulara daha fazla başvuru var, daha çok para kazanıyorlar. Şimdi, bunu mutlaka ve mutlaka konuşmamız lazım.

Yabancı dil konusu önemli dedim. Aslında yabancı dili nasıl öğretebiliriz, yabancı dil nasıl daha iyi olabilir, akademide yabancı dilin daha iyi olması için neler yapmalıyız -Sayın YÖK Başkanımız burada- bunu konuşmalıyız. Üniversitelerde bu konuda ne yapmalıyız? Bu, yalandan yere dil kursu açmak değil, yalandan yere bir dil kursunu tamamlamış olmak değil, gerçekten uluslararası arenada konuşabilir olmak. Bakın, burada askeriyeden gelen değerli arkadaşlarımız var. Askerde, Türk Silahlı Kuvvetlerinde yabancı dilin ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Neden önemli? Yani bir bilim insanından daha mı fazla ihtiyaçları var? Var, hepimizin var. Çünkü dünya iletişim çağında yaşıyorsa, hele ki akademiyi konuşamaz, suskun, okuyamaz hâle getirirsek oradan marka çıkmaz.

Şimdi, uluslararası arenada sunuş yapabilmeliyiz, yarışabilmeliyiz. İşte, arkadaşlarımız yayım dosyalarına koyuyorlar: "Yurt dışında 50 tane tebliğim var." Arkadaşlar, bunların yazılı tebliğler olmasının bir yararı yok ki. Önemli olan, yurt dışında sözlü tebliğ yapabilmek yani başka bir dilde yaptığınız araştırmayı ve sonuçlarını konuşabilir olmanız. Bu yoksa hiçbir işe yaramaz, sadece dosya doldurursunuz.

Şimdi, sözlü sınav konusunu Sayın Başkan, dile getireceğim. Sözlü sınav kalkmalı mı, kalkmamalı mı, bu konuda çok farklı görüşler olabilir ama sözlü sınavlarda son on beş yılda neler olduğunu iyi biliyoruz. Sözlü sınav jürilerinin tekrar tekrar aynı kişilerden oluşması kurayla oluyor olamaz. Bizim doçentliğe girdiğimiz zamanda jüriler kurayla belirlenirdi ve o kadar çok jüri olurdu ki aynı sınav döneminde, kusura bakmayın, milletvekili olmadan önceki son dört yılda yani 2011-2015 yılında tek bir doçentlik sınav jürisinde yer bulabildim ama bazı arkadaşlarımız aynı yıl kurulan dört sınav jürisinin dördünde de yer buldular. Buna tesadüf diyebilir miyiz? Buna kurayla çıktılar diyebilir miyiz? Dışarıdan doçent olmuş, dışarıdan profesör olmuş ve hâlen üniversite kadrosunda olmasına rağmen üniversitede olmayan arkadaşlarımızın biz üniversitedeki akademisyenlerden daha fazla jürilerde yer almaları, onların yetkinliklerinin sonucu mudur, yoksa başka araştırmaların, başka çalışmaların sonucu mudur, bunu da burada tekrar ediyorum.

Şimdi, sözlü sınavla ilgili kaygılar şu: Jürilerin bağımsız olmadığı durumlar, jürilerin bilerek, isteyerek belirli kişilerden oluşturulduğu süreçlerden geçiyoruz, geçtik. Dolayısıyla bugün jürilerin doçentlik sınavındaki soruları aslında işe girmedeki mülakat sınavından başka bir şey değil. Nasıl ki mülakat sınavında mülakatı geçebilsin ya da geçemesin diye sorularımızı soruyoruz, doçentlik sınav jürilerinde de sözlü sınavlarda sorulan sorular, süreçler benzer şekilde. Dolayısıyla sözlü sınav gerçekten hepimizin canını acıtmaktaydı. Ama sözlü sınavın kaldırılması, sorunun bir parçasının çözümü, sorunun esas çözümü; doçentlik bir kadro değildir, doçentlik çok ciddi bir akademik yükseltilmedir. Doktorasını yapan herkes, yardımcı doçent olsun adı veya başka bir şey olsun, o kadroya geçmek gerekmeksizin doçentliğe başvurabilir. Demek ki buradan esas olan, yayınlardır; esas olan, bilim yeterliliğidir. Bu anlamda mutlaka merkezî bir yazılı sınavın olması gerekmektedir. Sözlü sınavın kaldırılması, sadece eserlerin incelenmesi ve sonrasında da... Hani, merkeziyetçiliği kaldırıyoruz diyoruz ya, o merkeziyetçiliğin rektörlerin iki dudağı arasına bırakılması haksızlıktır, kadrolaşmanın yasasıdır. Bunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.

Şimdi, yıllanmış ve yabancı dil sınavını geçemeyen bazı arkadaşların şöyle bir talepleri de var... Geçtiğimiz haftalarda YÖK'te yapılan toplantıdan sonra diyorlar ki: "Sayın Cumhurbaşkanımızın talebi bu değildi, sizin tartıştıklarınız değildi. Otuz beş yıllık yardımcı doçentim ve benim gibi bekleyen bir sürü arkadaşım var. Bir defalığa mahsus tüm yardımcı doçentlerin doçent olmasını istiyoruz." Arkadaşlar, böyle bir talep olabilir mi? Akademiden bahsediyoruz. Yani "Bunlar kim oluyor, profesör mü, doçent mi?" İşte bu hâle getirirsek hangi siyasi erkse o günün siyasi erki çıkar: "Bunlar kim oluyor? Profesör olsan ne yazar, doçent olsan ne yazar!" Böyle bir söylemi ben bir akademisyen olarak kabul etmiyorum. Ben Türkiye'nin en iyi tıp fakültesini bitirdim. Çok zor girdim oraya ve ondan sonraki tüm akademik yükseltilmelerim dişimle, tırnağımla, emeğimle oldu. Bütün akademisyen arkadaşlarım için de bu böyledir. Hiç kimse bize "Yazsan ne olur?" diye seslenemez, bizim üzerimizde baskı kuramaz.

Peki, neden profesörlükle ilgili kriterleri de bu yasanın içine koymadık Sayın Başkanım? Profesörlüğe atama kriterleri... Bakınız, profesörlük de bir yükseltilmedir, unvandır, atama olmamalıdır ve profesörlük ataması üniversitelerin iki dudağı arasında olmamalıdır. Her üniversite kendi markasını oluşturacak diyoruz. Kusura bakmayın, buradan, periferideki yeni kurulmuş, öğretim üyesi olmayan, taşıma suyla değirmeni döndürülmeye çalışılan üniversitelerden marka çıkmaz. Bu üniversitelerden lise olur, ortaokul olur, meslek okulu olur ama bunlardan fakülte olmaz, üniversite olmaz, marka hiç olmaz.

Bakın, beş yılını dolduran herkes...

BAŞKAN - Gaye Hanım...

GAYE USLUER (Eskişehir) - Bitiriyorum efendim.

Beş yılını dolduran herkes profesörlük için başvurabiliyor, dışarıdan da başvurabiliyor. Yeni açılan üniversite ilan ediyor, diyor ki: "Beş yılını doldurmuş..." Hatta biliyorsunuz, bazen şahsa özel "A konuda çalışmış, şu konuda doktorası olan" gibi adrese teslim ilanlar, tamam buraya kadar. Arkadaşlar başvuruyorlar, profesör oluyorlar, ne yapıyorlar? Burada konuşmalıyız, tutanaklara geçmeli. Diyelim ki periferideki A üniversitesine profesör olmak için başvuran arkadaşımız o üniversite kriterleriyle profesör oluyor ama ne yapıyor? Haftada bir gün gidip orada ders anlatıyor, dönüyor, geri kalan dört günü Ankara'da çalıştığı yerde, bu bir hastane olabilir -ben bir hekimim, onun için bu örneği veriyorum- hastanesinde çalışmaya devam ediyor. E sonra da diyoruz ki doğudaki üniversitelerde öğretim üyemiz yok. Bu yolla zaten olmaz ki, bu yolla zaten olmaz. Sayın Bakanım, biz öğretmenler için "sözleşmeli öğretmenlik" diyoruz. "Altı yıl kalmadan sana kadro vermeyeceğiz." diyoruz. E bir yandan da doçentliği, profesörlüğü ayaklar altında eziyoruz, çiğniyoruz. Bu nasıl iş Sayın Bakanım? Böyle bir şey olur mu?

Son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Bu taslak baştan aşağı, bu yasa teklifi baştan aşağı yanlışlarla doludur. Bu taslaktan doğru çıkmaz. Bu taslaktan marka çıkmaz. Bu taslak akademinin köküne kibrit çakmak ve akademiyi yakmakla eş anlamlıdır. Sayın YÖK Başkanının bu konudaki duyarlılığından, Sayın Bakanımızın bu konudaki duyarlılığından en ufak bir şüphem yok. Hep birlikte, aynı sevgili Aytuğ Atıcı'nın söylediği gibi, bir kez daha yenileyerek, bırakın siyaseti, ülkemizin geleceğini düşünüyoruz, çocuklarımızın geleceğini konuşuyoruz. Bu yasa teklifi başlı başına sakattır, yanlıştır, bu Komisyondan geçmemelidir.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Usluer.