KOMİSYON KONUŞMASI

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Doğrusu, 12 Temmuzdan beri Anayasa Komisyonundaki görüşmelerimiz devam ediyor alt komisyonla birlikte. Burada birçok meseleyi konuştuk ve gerçekten amacımız bizim Halkların Demokratik Partisi olarak hepimiz birden bu değişiklik teklifinin gerçekten hem disiplin hukukuna hem Anayasa'ya hem Ceza Kanunu'nun ilgili hükümlerine birbiri içinde tutarlı olup olmadığı yönleriyle değerlendirmeler yaptık. Ayrıca, özellikle darbe anayasasının, 82 Anayasası'nın âdeta ödüllendirilerek, tekrar güncellenerek İç Tüzük'e konması üzerinde eleştirilerimizi ve değişikliğin nasıl olması ve nasıl olmaması gerektiği konusunda görüşlerimizi ifade ettik.

Şimdi, elimizdeki değişiklik teklifinde sizin de ifade ettiğiniz gibi aslında değişen şey: Cümleler birleştirilmiş, "hakaret" ve "sövme" "tahkir ve tezyif" yerine ve "itham" yerine konulmuş vaziyette ama ilk dört maddede çerçevesi çizilen "anayasal düzen" kavramı kalıyor aynen, en çok eleştirdiğimiz mesele. Diğeri de, Türkiye Cumhuriyeti'nin idari yapısına aykırı tanımlamalar meselesi. Buna ilişkin de bizler hepimiz, Halkların Demokratik Partisine üye milletvekilleri olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasa'da düzenlenen "idari yapısına aykırı tanımlamalar" kavramının çok geniş, çok esnek ve bunun her şekilde farklı yorumlanabileceğine dair yine görüş ve eleştirilerimizi sunmuştuk.

Şimdi, şunu ifade etmek istiyorum: Bir kere Sayın Başkan, bizzat sizinle birlikte çalıştığımız için çok iyi biliyorum, siz yokken gıyabınızda konuşmalarımızda burada uzun uzun okudum, bir daha okumayacağım ama Anayasa'nın ilk dört maddesi tartışılırken iki yıl yaptığımız Anayasa Uzlaşma Komisyonu toplantılarında bizzat sizin ve diğer iktidar partisi milletvekillerinin Anayasa'nın ilk dört maddesine dair eleştirileri, söylemleri ve değişiklik önerileri hafızalarımızda ve tutanaklarda canlılığını koruyor, çok uzun bir tarih geçmedi, sadece birkaç yıldan söz ediyorum ve orada, ben burada açıklamıştım, yine söyleyeyim: Anayasa'nın ilk üç maddesinde cumhuriyetle, yönetim şekliyle ya da başkentiyle, marşıyla bir sorunumuz olmadığını biz de Komisyonda söylemiştik ve tutanaklara geçmişti ama bu Anayasa'nın ilk dört maddesiyle sorunumuz olmadığı anlamına gelmiyor. Mesela, benim şöyle bir sorunum var, şahsi olarak değil, örnek vermiştim, tekrar etmek istiyorum: "İnsan haklarına saygılı bir devlet" kavramı beni rahatsız ediyor. "İnsan haklarına saygılı" demek yerine "insan haklarına dayanan" kavram çok daha uygun ve darbecilerin insan haklarına koyduğu mesafeyi kaldırmamız gerekiyor. Neden saygılı olsun? Dayanalım biz temel hak ve özgürlüklere. Bu, böyle bir şey kabul edilemez. Ya da orada ilk üç maddede "devletin dili" kavramı var. Bu ne yazım açısından ne anlama açısından ne de anayasal değerler açısından kabul edilebilir bir şey değil. Nitekim orada yine resmî dil konusunda aşağı yukarı, muhalefete rağmen bir konsensüs oluşmuştu. Şimdi, bunlar ilk üç maddede yer alıyor ve ilk üç madde şu anda 4'üncü maddeyle birlikte bu Anayasa İç Tüzük değişiklik teklifinde dokunulmaz kılınıyor. Bu kabul edilemez. Bizden kırk yıl önce beş darbecinin yazdığı anayasa düzenlemelerini, anayasa metnini bizim bugün canhıraş bir şekilde savunmamız, bunu İç Tüzük'ümüze koymamız kabul edilemezdir. Bizler, biz parti olarak çok rahatlıkla söylüyoruz ama iktidar partisini ve diğer partileri de seçim kampanyalarından, programlarından, ilkelerinden çok iyi biliyoruz ki hepimiz Türkiye yurttaşlarına şu sözü verdik: Yeni, demokratik bir anayasa. Anayasanın içeriğine dair farklı sözler söylemiş olabiliriz, farklı vaatlerde bulunmuş olabiliriz ama dört partinin üzerinde uzlaştığı bir mesele var ki o da şudur: Darbe anayasasını yürürlükten kaldırma konusunda toplumda çok geniş anlamda bir uyuşma vardır, bir konsensüs vardır. Bu İç Tüzük'le iktidar partisi başta olmak üzere geçmişte söylediği her şeyin aksini yaşama geçirmektedir. Kendi geçmişini inkâr ediyor. Kendi geçmiş mevzuatını, külliyatını, siyasetini, söylemlerini bir defada askıya alıyor. Bunun bir izahı, kabul edilebilir bir yanı asla söz konusu değildir. Sayın Elitaş baştan beri gerçekten -ben kendi adıma mutlu oldum- burada takip ediyor İç Tüzük değişiklik tekliflerini ve diyor ki: "2013 yılında diğer partilerle bizim bir uzlaşma metnimiz var." O uzlaşma metniyle ilgili ısrarla diyor ki: "Muhalefet partileri bu önerileri getirdi bu nedenle biz de buna sahip çıkıyoruz ve buraya getiriyoruz." Şimdi, biz de şunu söylüyoruz: Sizin geçmişte uzlaştığınız, geçmişte savunduğunuz, geçmişte siyaseten arkasında durduğunuz ve vaat ettiğiniz her şeyin arkasında duruyor musunuz? Neden buna sahip çıkıyorsunuz da geçmişte Anayasa Uzlaşma Komisyonunda üzerinde uzlaştığımız resmî dil, 4'üncü maddenin değiştirilmesi, "İnsan haklarına dayanan" kavramını neden şimdi reddediyorsunuz? Dolmabahçe mutabakatının arkasında neden durmuyorsunuz? Geçmişte "Kürt realitesini tanıyoruz." kavramına, "Kürt meselesi vardır." meselesine neden sahip çıkmıyorsunuz? Sayın Erdoğan'ın bizzat kendisi bir televizyon konuşmasında eyalet sistemine atıfta bulundu. Osmanlı döneminde Kürdistan ve Lazistan eyaletlerinin olduğuna dair açıklamalarına neden bugün sahip çıkılmıyor? Bizzat şu anda bakan düzeyinde olan, Cumhurbaşkanı düzeyinde olan, farklı milletvekili titrine sahip olan arkadaşlarımız neden geçmişte söyledikleri sözlere sahip çıkmıyor da bugün Uzlaşma Komisyonunda şu anda kabul etmediğimiz ilkeler önümüze "Sizden işte şu arkadaşınız sahip çıkmıştı." şeklinde bir beyanda bulunularak getiriliyor. İşte tam da burada tutarlılık önemli bir mesele. Bu metinde gerçekten ciddi bir iç çelişki, bir tutarlılık problemi olduğunun altını çizerek ifade ediyorum. Ve biz Halkların Demokratik Partisi olarak asla ve asla Anayasa'nın ilk dört maddesinin, 4'üncü maddesinin daha doğrusu... İlk üç maddeyle problemimiz olduğu için değil, biz Türkiye Cumhuriyeti devletinin bölünmesini savunduğumuz için değil, biz milletin bölünmesini savunduğumuz için değil, biz beş generalin gelecek yüz yıllık nesillerin iradesine ipotek vurmasını kabul etmiyoruz, bunu reddediyoruz ve bu ilkenin Türkiye'nin yeni bir anayasayı, demokratik bir anayasayı, çoğulcu bir anayasayı, hak ve özgürlüklere dayanan bir anayasayı hak ettiğini düşünüyoruz. Bizim HDP olarak bu konuda idari yapıya ilişkin önerilerimiz bir sır değil, biz yerinden yönetimi savunan bir partiyiz. Çoğulculuğu savunan bir partiyiz. Türkiye'de 80 milyon yurttaşın eşit ve özgür yurttaş olarak kendi diliyle, kimliğiyle, inancıyla, kültürüyle özgür yaşamasından yanayız ve şimdi karşımıza çıkan şey, bu İç Tüzük değişiklik teklifiyle bize diyorsunuz ki: Darbeci generallerin iradesini biz gelecek çocuklarımıza, torunlarımıza, nesillerimize koruyarak devredeceğiz. Bunu reddediyoruz, bunu kabul etmiyoruz, biz darbeci generallerin iradesine sahip çıkmıyoruz çünkü burada sorun yöntem sorunudur, sorun darbeye karşı olup olmamakla ilgilidir, sorun Anayasa'ya aykırı bir düzenleme yapmaktır.

Diğer yönden, bu idari yapısına aykırı tanımlamalar... Mithat Hoca gerçekten çok geniş, çok doyurucu, çok aydınlatıcı geniş bilgiler sundu. "İdari yapılanma ve ortak tarih" kavramı gerçekten kişiye göre değişik yorumlanabilecek, farklı yorumlanabilecek bir olgu olarak önümüzde duruyor. Osmanlı dönemi bizim ortak tarihimiz değil mi? Şu anda yeni Osmanlıcılık meselesi dünyada ve Türkiye'de bu kadar gündemdeyken ve Osmanlı'da kürdistan eyaleti orta yerde dururken biz darbecilerin düzenlediği idari yapıya niye sahip çıkıyoruz? Bu durumda kendi tarihimizi reddetmiş oluyoruz, ikisinden birini tercih etmemiz lazım ya darbecilerin iradesine sahip çıkacağız ya da kendi ortak tarihimize sahip çıkacağız.

Şimdi, Anayasa'nın 126'ncı maddesi -yanlış bilmiyorsam, rakamları karıştırıyorum bazen- merkezî idareyi düzenliyor. 126'ncı maddede yasama organının bu konuda... "Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezî idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir." bu son fıkrası. Şimdi, teoride en azından bizim Anayasa'yı değiştirme yetkimiz varken yani pratikte çoğunluk yapıyor ama teorik olarak bizim kanun yapma konusunda irademiz ve oy kullanma hakkımız var halk adına. Anayasa burada dururken, 126'ncı madde, biz diyelim ki yerleşim yerlerini ya da yeni merkezî idare teşkilatı konusunda yetki ve kanunları düzenlerken örneğin "kürdistan" kavramını kullanırsak efendim ilk 4 maddeye aykırı bir tanımlama yapmış olacağız ya da lazistan ya da ne bileyim başka bir dolu şey. Ya da burada konuştuk, mesela Bingöl Çevlik'tir, Bingöllüler Bingöl'e Bingöl demezler Çevlik derler, Adıyaman'a Semsür derler, Diyarbakır'a Amed derler; şimdi, bu aykırı bir tanımlamadır. Ben buraya 3 tane klasör köy ve yerleşim ismi getirdim, hatta sayın milletvekillerine dedim ki: Köylerinizi söyleyin, 1968 yılında bunların isminin hepsi güncellendi ve şu anda yeni bir tablo var önümüzde. Siz kendinizi nereye ait hissediyorsunuz? Şimdi, böyle bir durumda ilimi, ilçemi, köyümü, kasabamı, her neyse, eski ismiyle anmak nasıl İç Tüzük ihlali olabilir?

Şimdi, diyeceksiniz ki -tabii bunu sizin adınıza söylemiyorum- farz edelim ki iktidar partisinden ya da MHP'den denilebilir ki: "Aslında kasıt bu değil." Ama peki, kasıt bu değilse biz bunun aksine nasıl ikna olalım? Biz, o gün, Meclisi yöneten Meclis başkan vekilinin hiçbir kural olmadan, hiçbir ayrıntılı tanım olmadan, hiçbir gerekçe olmadan bu kararı neye dayanarak, hangi ilkeye dayanarak vereceğine nasıl güvenelim? Ayrıca, hukuk ve kurallar güven üzerine tesis edilmez; ilkedir, soyut normdur ve bu soyut normlara can veren, güç veren onların tanımıdır ve gerekçesidir. Şimdi bu maddeye göre Anayasa'da düzenlenen idari yapıya aykırı tanımlamaların hepsi bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu da asla ve asla kabul edilemez. Bu, çokça söylediğimiz üzere, bu Komisyonda bu milletvekilinin sözünü yasaklamaktır; bu, milletvekilin vatandaşa hak olarak kabul ettiğimiz düşünce ve ifade özgürlüğünü tümüyle yok etmektir; bu, aslında teşbihte hata olmaz diyoruz ama bazen olabilir, şöyle bir arka plan mantığı vardır, para cezası alacağız, âdeta milletvekili işçi, o cezayı veren patron gibi bir ilişkiye dönüşmedir. "Ha, benim hoşuma gitmeyen -altını çizerek söylüyorum bu sübjektif bir kavramdır- bir niteleme yaparsan ben sana para cezası verebilirim." Şimdi, bunun İç Tüzük'te yer almasının bizim anayasal sistemimizle, bizim düşünce ve ifade özgürlüğüne yaklaşımımızla, bizim AİHM'nin altındaki imzamızla... Avrupa Birliğine girmeye aday olan bir ülke olarak biz bunu nereye koyacağız? Nasıl bunu savunabiliriz? Para cezasına karşı yargı yolu da yok. Kime şikâyet edelim biz Meclis başkan vekilini? Zaten Anayasa'ya aykırı bir İç Tüzük düzenlemesi var karşımızda. Açıkçası önceki günlerdeki söylemlerimi çok tekrar etmek istemiyorum ama dün uzun uzun, tutanaklarda mevcut, şu anda gelen düzenlemenin disiplin hukukuna uygun olmadığını ifade etmiştim, oraya atıfta bulunuyorum, burada İç Tüzük'te bir ceza tesis ediliyor, tanım yapılmadan bir cezai uygulama getiriliyor, bunun ayrıca düzenlenmesi gerekiyor. Yoksa bu, teknik açıdan da zaten Anayasa Mahkemesinden birazcık, yüzde 1 oranında Anayasa'yı savunma görevi devam ediyorsa, Anayasa'ya uygun karar verme görevi ve yaklaşımı devam ediyorsa bu İç Tüzük zaten Anayasa Mahkemesinden dönecek, bin kere dönecek. Ama şimdi bizim burada göz göre göre, bile bile lades deyip Anayasa'ya aykırı bu hükmü kabul etmemizin asla kabul edilebilir, hoş görülebilir bir yanı yoktur.

Değerli milletvekilleri, gerçekten söyleyecek çok söz var bu İç Tüzük değişiklik teklifine dair. Bizim zamanında eleştirilen, zamanında inkâr ve asimilasyon politikasını reddeden, demokratikleşmeyi savunan, ilerlemeyi savunan, düşünce ve ifade özgürlüğünün arkasında duran bir yaklaşımdan 180 derece bir dönüşümle inkâr, asimilasyon ve reddi temeline koyan, Kürtleri, Lazları, Çerkezleri, Alevileri, Ermenileri, tüm farklılıkları reddeden, temel kodlarına geri dönüştür bu. Bu, aslında Zilan'a sahip çıkmaktır, bu Koçgiri katliamına sahip çıkmak demektir. Biz, şimdi, Zilan'da Kasaplar Deresi'nde, Siirt'te öldürülen insanları diyelim ki Meclis kürsüsünde yıl dönümünde andık, orada, çukurlarda mezarları olmayan binlerce insanı andık diye, bu konuda farklı bir suç mu işlemiş olacağız? Yargının bile, yargı kararlarının bile çok çok gerisine giden, hiçbir uyum olmayan bir değişiklik kavramıyla karşı karşıyayız. Bu gerçekten çözümü değil çözümsüzlüğü, demokrasiyi değil faşizmi, demokrasiyi değil diktatörlüğü, totalitarizmi Türkiye yurttaşlarına dayatmadır. Biz bunu laf olsun diye söylemiyoruz, bunun dünyada bilimsel, teorik, sosyolojik, tarihsel tanımlamaları var. Dünya bu yollardan geçti, Avrupa iki yüz yıl Avrupa savaşları yaşadı, Yüzyıl Savaşları. Bugün geldiğimiz nokta, bizim o iki yüz yıl öncesine geri dönüşümüzdür. Türkiye bunu hak etmiyor, Türkiye yurttaşları bunu hak etmiyor. Eğer burada temel hareket noktası Kürt meselesiyse, Kürtlerin eşit ve özgür yurttaş olma konusunda mücadelesiyse bu boşa kürek sallamaktır. Kürt halkı, diğer Türkiye halklarıyla birlikte yüz yıldır bu topraklarda yaşıyor. Bu vatan Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de vatanıdır, Çerkezlerin de vatanıdır, Lazların da vatanıdır. Bu nedenle, Kürt halkını reddeden, Kürtlüğe dair her sözü yasaklama potansiyelini güçlü bir şekilde içinde barındıran bu Tüzük gerçekten Türkiye'yi daha kötü günlere götürme kapasitesine sahiptir. Kürt meselesinin çözümü bellidir; demokratik bir anayasadır, ibrenin demokrasiden yana çevrilmesidir ve Kürtlerin Anayasa'da ana dille eğitim başta olmak üzere, kimlik, kültür haklarının tanınmasıdır, diğer bütün yurttaşlar gibi. Bu ülkede yeri geldiğinde "Kürtlerle Çanakkale'de, Kore'de birlikte savaştık." söylemleri söyleniyor, bu doğrudur. Bizim büyük büyük dedelerimiz Kore'ye savaşmaya gittiler, Çanakkale'ye gittiler ama kuru bir kardeşlik söylemi Kürt halkını artık ikna etmiyor. Bu konuda yüz binler toprağa düştü. Artık biz HDP olarak diyoruz ki: Savaş yerine barış, şiddet yerine siyaseti konuşalım. Bu ülkede daha fazla, gerçekten, çocuklarımız ölmesin, toprağa düşmesin. Biz 7 Hazirandan sonra, bizzat Eş Genel Başkanımız Demirtaş, benim de katıldığım 11 illik bir mitingde gençlere şu çağrıyı yaptık: "Sizin yerinize biz ölelim. Bırakın, bu yetkiyi verdiniz, biz Parlamentoda sizi savunalım." Ama bugün barışı savunan, demokratik siyaseti savunan milletvekilleri ve eş genel başkanlarımız cezaevinde; bunun izahı asla mümkün değil. 92 darbesine mahkûm edenler... Bizzat iktidar partisi bugün 92 darbesinden Leyla Zana'nın, Selim Sadak'ın, Ahmet Türk'ün, Sedat Yurttaş'ın, Sırrı Sakık'ın, rahmetli sevgili Orhan Doğan'ın on yıl cezaevinde tutulmasından çok daha vahim bir pratikle bizi karşılaştırıyorlar. Sekiz buçuk aydır Demirtaş daha mahkeme önüne çıkmadı. Bir lidere kelepçe dayatması yapılıyor. Biz sözlü konuştuğumuzda "Bu bizim bilgimiz dâhilinde değil." deniyor. Hayır ama, bu hepsi siyasi talimatlarla, siyasi bir kararlaşmayla yürütülen bir operasyondur. Diyeceksiniz ki: "Ne bağlantısı var?" Tam da bağlantısı burada zaten. HDP'ye yönelik dışlayıcı, ötekileştirici, kriminalize edici yaklaşım bu İç Tüzük'te de çok net bir şekilde resmediliyor. Ama bu kazandırmayacak; bu size de, bize de kazandırmayacak, Türkiye'de hiç kimseye kazandırmayacak. Sadece daha fazla acı, daha fazla gözyaşı, daha fazla ölüm ve çözümün biraz daha ötelenmesi anlamına gelecek.

Sonuç olarak şunu söylüyorum: Açıkçası söylemediğimiz hiçbir şey kalmadı ama aynı zamanda söyleyebileceğimiz milyonlarca sözümüz de var. Ama ben herkesin, buradaki arkadaşların, milletvekillerinin, hepsinin ne kastettiğimizi, ne dediğimizi çok iyi anladığına eminim.

Biz, sonuç olarak, bu değişiklik önergesinin... Sövme, tabii ki, belki somut olarak daha farklı değerlendirilebilir; hakaret ölçülerle değerlendirebilir diyebilirsiniz ama biz şu anki yargı pratiğinin, siyasi pratiğin İç Tüzük'te Meclis başkan vekili tarafından uygulanacağını biliyoruz. Biz bu cinayeti gördük. Hani halk arasında bir deyim vardır; kadın hakları mücadelesinde çok anlatırdım, burada da onu anlatayım: Bir kadın şiddete uğrayıp bize başvurduğunda şunu derdi: "Ya, beni anlayacak damdan düşen biridir." Biz damdan düşenleriz; bu tarihi yaşadık, bu tarihin tanıklığını yaptık, bu tarihin mağduriyetini yaşadık ve hâlâ bu devam ediyor. Biz damdan düşenler olduğumuz için bu Tüzük değişiklik teklifinin nasıl uygulanacağını çok iyi biliyoruz. Gelin, yol yakınken biz, darbecileri aklamayalım; gelin, yol yakınken ortak tarihi tek tipleştirmeyelim; gelin, yol yakınken sözü yasaklamayalım; düşünce ve ifade özgürlüğünün, hele hele parlamenterlerin Mecliste konuşmasını yasaklamayalım diyorum.

Teşekkür ediyorum.