KOMİSYON KONUŞMASI

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de hepinizi saygıyla selamlıyorum.

İç Tüzük üzerinde konuşuyoruz, 1'inci maddeye geldik ama gerçekten bu İç Tüzük değişiklik teklifinin Anayasa'ya aykırılık iddiaları, gerçekten önümüze getiriliş yöntemi hakkında birçok görüş ileri sürüldü ama bunlara dair maalesef tek taraflı, muhalefet olarak bizler ifade ediyoruz. Ama hiçbiri dikkate alınmadan hızla tıpkı gerekçede olduğu gibi İç Tüzük bir takvime yetiştirilmeye çalışılıyor çünkü malum, İç Tüzük görüşmeleri bittikten sonra Parlamento tatile girecek. Aslında milletvekillerinin de bir anlamda beklediği bu ama bizim acelemiz yok. Yani bu İç Tüzük değişikliğinin gerçekten sağlıklı bir tartışma zemininde yapılması gerekiyor. Zira İç Tüzük, hepimizin hemfikir olduğu üzere, Meclisin anayasası niteliğinde. Muhalefetin temsiliyeti, muhalefetin iktidarı denetlemesi noktasında en önemli düzenleme olarak önümüzde duruyor.

Şimdi, İç Tüzük değişiklikleri normalde nasıl yapılır? İç Tüzük değişiklikleri Parlamentoda grubu bulunan bütün siyasi partilerin aslında üzerinde uzlaşması gereken bir metindir çünkü İç Tüzük, sadece iktidarı ya da birlikte hareket ettiği başka bir muhalefet partisini bağlamaz. İç Tüzük, bütün parlamenterleri bağlayan ve herkesin ona uymak zorunda olduğu bir metin özelliğindedir. Bu nedenledir ki geçmişte İç Tüzük değişiklikleri konusunda farklı tarihlerde uzlaşma komisyonları kurulmuş, İç Tüzük değişiklikleri üzerinde muhalefetin de onayının olması gerektiği noktasında bir akıl ortaya konmuştur, bir pratik ortaya konmuştur. Tıpkı anayasaların değiştirilmesinde olduğu gibi, İç Tüzük değişikliklerinde de usul, kesinlikle hiçbir partinin aslında dışlanmaması gerektiği noktasındadır. Anayasalar tabii daha geniş bir skalayı kapsar çünkü Anayasa, toplumsal sözleşme niteliğinde ve Anayasa değişiklikleri 80 milyon yurttaşı bağladığı için Anayasa değişikliklerinin sadece Mecliste grubu bulunan siyasi partiler tarafından değil, aynı zamanda diğer bütün kesimlerin, farklılıkların, sivil toplum örgütlerinin, demokratik kamuoyunun da içinde olması gereken metinler. Ama maalesef bu dönemde ne Anayasa değişiklikleri ne de İç Tüzük değişikliği ne de Parlamentoya getirilen kanun değişiklikleri ne toplumun bilgisi dâhilinde ne muhalefet partisinin bilgisi dâhilinde ne bir tartışma zeminimiz var ne de bunlara dair muhalefetin tek sözünün kabul edildiği bir siyasi atmosfer var. Açıkçası yasa yapım yöntemi, Anayasa yapım yöntemi ya da Meclis İçtüzüğü gibi belgelerin mutlak surette toplumsal katılıma, çoğulcu yaklaşıma sahip olması gerekiyor. Eğer Anayasa'mızda "Türkiye bir hukuk devletidir." yazıyorsa, Türkiye de demokrasiyle yönetilen bir ülkeyse demokrasinin asgari kurallarını bizim yerine getirmemiz gerekiyor. Ancak şu anda iktidarda olan parti özellikle Anayasa değişiklikleriyle birlikte diğer muhalefet partisiyle birlikte, MHP'yle birlikte çoğunluğa dayalı bir güçle bütün istediklerini Meclisten geçirme çoğunluğunu elde ettiler. Peki bu çoğunluk, gerçekten yasa yapım yöntemi, İç Tüzük değişiklik yapma yöntemi, Anayasa değiştirme yöntemi olarak, doğru, anayasal yani "Sayı tutuyor, o zaman değiştiriyorum, referanduma götürüyorum, değişti." diyebiliyor, diyor zaten; hani, bunun bir şeyi yok. Peki bu meşru mu? Bence burada meşruiyet kavramını tartışmamız gerekiyor. Gerçekten iki partinin hem de kamuya kapalı bir şekilde hem de toplumsal katılıma kapalı bir şekilde sadece kapalı kapılar ardında tıpkı Anayasa değişikliğinde olduğu gibi, bilumum pazarlıkların döndüğü iddialarıyla ve olduğu varsayımıyla hatta verileriyle bu değişiklikler önümüze geliyor. Biz ne konuşuluyor, hangi maddeleri hangi parti getiriyor, hangi parti hangi konuda taviz veriyor, gerçekten siyasetine uygun mu değil mi, bunları ancak kendileri açıklarsa bizler burada öğrenebiliriz ama açıklamadıkları müddetçe bizim burada muhalefet partileri olarak yorum yapma hakkımız var. Biz mevcut dışa yansıyan verilerle, dış dünyaya yansıyan söylemlerle, siyasi söylemlerle bunu yorumlayabiliriz.

Şimdi, bu nedenle ilk başta not etmek istediğim mesele, tıpkı Anayasa değişiklik teklifinin o süreci olduğu gibi, İç Tüzük değişiklik teklifinin de getiriliş yöntemi şu anda tartışma yöntemimiz ve bu İç Tüzük değişikliği gerçekten yasalaşırsa da meşru değildir, gayrimeşrudur. Gayrimeşru olması çok çok önemli bir meseledir. Herkes Sayın İyimaya'yı refere edince özellikle kendisine bakarak anlatıyorum çünkü ben de makalelerini çok okudum gerçekten, kendisini hedef seçtim anlatma olarak ama tabii ki herkese anlatıyorum.

İç Tüzük değişikleri şu anda meşru bir şekilde hazırlanmamıştır, gelmemiştir; bunu söyleyelim. Neden? Bu İç Tüzük değişiklikleri sadece MHP ve AKP'ye uygulanmayacak ki, bize uygulanacak. Biz de orada halkın iradesiyle seçilmiş parlamenterleriz. Söz hakkımız kısıtlanıyor, kürsü dokunulmazlığı ortadan kalkıyor, istediğimiz sözü söyleme alanımız daraltılıyor, Anayasa 83'teki yasama sorumsuzluğu tümüyle rafa kaldırılıyor; yemin metni, birazdan anlatacağım yemine yaklaşımımızı, bunların tümü bizi bağlayan unsurlar, bizi bağlayan ilkeler hâline dönüşecek. Peki neden biz muhalefet partisi olarak bu yapım sürecinde bu eleştirilerimizin dikkate alınması talebimize yanıt bulmayalım? Yani, burada işte tam da baskıcı bir yöntem var. "Hayır, benim parmak sayım yetiyor, ben bu değişiklikleri bu sayıyla geçirebiliyorum, istediğim değişikliği yaparım." Doğru, istediğiniz değişiklikleri yapabilirsiniz ama bu meşru değildir; bu, demokratik bir hukuk devletinde asla kabul edilebilir değildir, bunun adı maalesef, bütün dünyada olduğu gibi siyaset literatüründeki karşılığı totaliterizmdir, baskıcılıktır ve çoğunluğun azınlığa tahakkümüdür, bunu bu şekilde kabul etmemiz lazım.

Şimdi, peki, bu yemin metnine gelirsek... Yani bu konuda da gerçekten nedir bizim tarihimiz yani yüz yıllık cumhuriyet tarihinde nasıl bir hâle geldik bugün ve niye bu İç Tüzük'le yemin değiştiriliyor? Bunun arka planını, tarihsel arka planını gerçekten, en azından değiştirme gücünü elimizde bulunduramazsak da parmak sayısı olarak, muhalefet olarak bunları tarihe not düşmek istiyoruz, bu tutanaklarda bunlar yer almalı. Şimdi, hâlâ biz bir darbe anayasasıyla yönetilmeye devam ediyoruz. 82 Anayasası hepimizin yine Uzlaşma Komisyonundan ve yaptığımız açıklamalardan bildiği üzere bir darbe anayasasıdır, darbeci generallerin hazırladığı bir Anayasa'dır ve bu Anayasa yürürlükte. Bu Anayasa'nın yapılmayan eleştirisi kalmadı, bizzat iktidar partisi tarafından, bizzat şu anda İç Tüzük değişiklik teklifine imza atan Milliyetçi Hareket Partisi tarafından. Bizler zaten bu Anayasa'nın tümden kaldırılması ve yeni, demokratik, gerçekten Türkiye yurttaşlarının tümünü kapsayan bir anayasa yapılması gerekliliğini her zaman söylüyoruz, bu bizim temel stratejik yaklaşımlarımızdan biridir. Fakat darbe anayasasına yapılan eleştiriler bir anda unutuldu. 2010 referandumunda iktidar partisinin kampanya propagandalarını hepimiz çok iyi anımsıyoruz, hafızalarımız taze çünkü çok uzak bir tarih değil. "Kenan Evren'i yargı önüne çıkaracağız." diye, "12 Eylül darbecileriyle hesaplaşacağız." diye muazzam bir propaganda yapıldı. O değişiklikte en çok tartışılan maddelerden biri darbecilerin, Kenan Evren'in ve o kesimin yargılanacağı yönündeki savdı ve bu büyük bir popülizmle, büyük bir propaganda bombardımanıyla halka yansıtıldı ve gerçekten Kenan Evren yargılandı. Yargılandı mı emin değilim, mahkemeye çıkmadı, yatağında oturdu, işte SEGBİS aracılığıyla ifade verdi ama bir iddia vardı, "Biz yargılayacağız, bu halka, Türkiye'ye yaptıklarının hesabını ödeyecekler." İktidar partisi o zaman bunun arkasında duruyordu ve diğer referandum paketindeki maddeleri bir tarafa bırakarak, saklı tutarak eleştirilerimizi bunun ileri bir adım olduğunu, darbe ihtimallerini ortadan kaldırmak için Türkiye'yi gerçekten demokratik bir hukuk devleti yapmak yolunda ilerleyebilmek için yüzleşmeyi her zaman savunduk ve darbecilerin gerçekten hesap vermesi gerekiyor. Peki, şimdi darbecilerle niye kol kolayız, niye 82 Anayasası'nın arkasında duruyoruz? Biz durmuyoruz tabii, bunu söylerken iktidara söylüyorum. Darbeciler hâlâ aynı darbeciler, bu Anayasa hâlâ darbe anayasası, bu Anayasa hâlâ antidemokratik hükümleri havi bir Anayasa. Bu kadar değişiklik yapıldı. İşte daha yeni, çok yakın tarihte 16 Nisan referandumu. İstenildiğinde bu darbe anayasasının istenilen hükümleri ayıklanıyor. Demokrasi adına eskiden yapılıyordu, şimdi tabii ibre tersine döndü, baskıcı ve daha çok, çoğunluğun tahakkümünü tahkim etmek için bu değişiklikler yapılıyor. Peki, darbe anayasasına sahip çıkma değil mi bu? Kesinlikle şu anda iktidar partisi bu darbe anayasasının savunmasını yapıyor, savunusunu yapıyor. Artık şu tezi ileri süremez geçmişte söylediği gibi: "Biz darbe anayasasını kaldırmak istiyoruz, yeni demokratik bir anayasa yapmak istiyoruz ama gücümüz yetmiyor." Bunu söylüyorlardı ve tırnak içinde, haklı oldukları yönler de vardı, sayıları yetmiyordu, 367'ye yetmiyordu, referanduma götürecek 330'a da erişmiyordu ama şu anda öyle bir problem yok. Şu anda iktidar partisi MHP'yle birlikte -eğer söyledikleri sözler hâlâ geçerliyse ki değil, bunu biliyoruz- 330'la rahatlıkla 82 darbe anayasasındaki antidemokratik hükümleri -yemini kastederek söylüyorum- yemin dâhil bütün bunları ayıklayabilir, halka götürebilir. Bunun önünde bir engel yok yani çoğunluk kendilerinde; biz muhalefet etsek de, biz, Halkların Demokratik Partisi, CHP kendisi kararını verir. Şu anda iktidarın elinde 330 var, sözlerini yerine getirmek için -olumlu yönde söylüyorum- olanaklar muazzam. Çünkü, işte 16 Nisanda bunu gördük. 16 Nisandan önce değişikliklerin Parlamentodan çıkarılma nisabını da hepimiz birlikte yaşadık. Biz karşıt oy kullandık ama iki parti bunu geçirdi ve halkoyuna sundu. Peki, iktidar bu gücünü nasıl kullanıyor MHP'yle birlikte? Hayır, ibre demokrasiden yana değil artık, ibre hak ve özgürlüklerden yana değil, ibre çoğulcu, demokratik bir Türkiye tahayyülünden yana değil, ibre düşünce ve ifade özgürlüğü, taraf olduğumuz ulusalüstü sözleşmelere, Avrupa Birliğine uyum çerçevesinde değil; ibre 180 derece bir dönüşle ters yönde yani 2002'den 17-25 Aralığa kadar hatta çözüm sürecinin devam ettiği 2013-2014 tarihine kadar olan ibre tümüyle ters döndü, tahakküm, çoğunluk hâkimiyeti, çoğunluk baskısı ve gerçekten tek lidere dayalı bir tahakküm. Bunu birçok şekilde değerlendirdik, ilerleyen maddelerde de bunu değerlendireceğiz. Ve şimdi İç Tüzük tam da bu mantıkla önümüzde. İktidar partisi ve ittifak ettiği muhalefet partisi diyor ki: "Benim gücüm var, ben İç Tüzük'ü değiştiriyorum. Muhalefetin söz hakkını kırk dakikadan on dört dakikaya indiriyorum. Grup önerilerini sınırlandırıyorum. Kürsü dokunulmazlığını kaldırıyorum. Kürsüde milletvekili vatandaşın kullandığı sözleri kullanamaz. Ben Yargıtay kararlarını da tanımıyorum. Ben 'ortak millî tarih' deyince hepimizin aynı cümleleri anlaması gerektiğini söylüyorum, buradaki anlayış da şu: 'Benim tespitime göre konuşacaksınız. Ben 'Türk millî ortak tarihi' dediğimde benim sözlerim dışında bir tespit yaparsanız siz para cezasıyla cezalandırılırsınız, kınanırsınız." Peki, burada ölçü ne? Bu ortak millî tarihe aykırı görüşleri takdir edecek Meclis başkan vekili yargıç mı, Meclis başkan vekili hukuk eğitimi mi aldı; hangi yargılama usullerine göre yapacak, kime göre yapacak, hangi standarda göre yapacak? Ben kürdistan dedim, başka biri Ermenistan dedi, başka biri lazistan dedi, başka biri Osmanlı Kürdistan eyaleti dedi, başka biri başka bir şey söyledi, kendi tarih okumasına göre bunu kürsüden ifade etti. Peki, Meclis başkan vekilinin önünde şöyle bir metin var mı: "Türk millî ortak tarihi şöyle okunur. Biz Çerkez Ethem'i şöyle kodladık. Biz Kazım Karabekir'i şöyle kodladık. Biz Mustafa Kemal Atatürk'ü şöyle kodladık. Bunlar dışındaki sözler tahkir ve tezyiftir." diye elinde, bizim de bildiğimiz, hani tırnak içinde, milletvekilleri olarak ve bunu kullanmaktan isterse iradi olarak imtina edilebilecek bir metin var mı? Yok. Meclis başkan vekili yargıç mı? Değil. Parlamentoda kürsüdeki milletvekiline ceza verme yetkisini nereden alıyor? Ancak Anayasa'dan alabilir. İç Tüzükle nasıl Anayasa değişecek? Böyle bir İç Tüzük teklifiyle karşı karşıyayız. Bu kabul edilemez, bu asla yaşama geçemeyecek ve aslında mutlak butlanla batıl, geçse bile uygulanamayacak bir hükümdür. Bu mümkün değildir. Yani AKP Genel Başkanının, Erdoğan'ın defalarca konuşması var. Diğer muhalefet partilerinin konuşması var aynı okumalara ilişkin. O zaman biz diyeceğiz ki düşünce ve ifade özgürlüğü Parlamentoda kaldırılmıştır. Bizce tıpkı şu anda Meclis Başkanının yaptığı gibi "kaba ve yaralayıcı, incitici sözler" diye önergelerimizin yüzde 40'ı asgari düzeyde iade ediliyor. Diyor ki Meclis Başkanı "Ben bunu kaba ve yaralayıcı buldum." Bizim en önemli denetim mekanizmalarından olan soru önergelerimizi, Meclis araştırma önergelerimizi bize iade ediyor. Ve niçin iade ediyor biliyor musunuz? "Zulüm" geçtiği için, "işkence" geçtiği için. "Kürt illeri" geçtiği için, "Kürtçe" geçtiği için. Burada geçen toplantıda bu sayıları paylaşmıştım. Bir daha paylaşmaya gerek yok. Budur işte. Yeni dönemde demek ki pratik böyle olacak. Meclis Başkan Vekili istediği cümleye takacak, diyecek ki "Ben bunu İç Tüzük'ün şu maddesine aykırı buldum, takdir hakkı bende." Nasıl olsa bağlayıcı bir düzenleme yok, bir ceza yasası da yok Parlamentoya ilişkin. "İç Tüzük'e göre ben bunu böyle keyfî olarak takdir ettim." E denetim, nerede bir denetim? O zaman muhalefet orada denetim için bulunamaz. Biz ağzımızı bantlayalım çıkalım, pandomim mi yapalım? Vücut diliyle mi anlatalım? Biz halk adına aldığımız oylar adına, halk iradesi adına orada konuşamayacaksak parlamenter olmanın bir kıymeti harbiyesi var mı, kalacak mı? Hayır.

İşte bu darbe anayasasıyla barışmadan sonra, onun arkasında durmadan sonra şimdi İç Tüzük'te "yemin" diye bir kavram getirildi. Yemin değiştirilmiyor. Bu kadar değişiklik yapıldı. Yeminin değiştirilmesi akla gelmedi nedense? Bu yemin metnine ilişkin o kadar çok eleştiri var ki, o kadar büyük handikaplar var ki bu yemin metni Anayasa'da yazılmış. E Anayasa'daki metni değiştirmeyi akıl etmeden, daha doğrusu teşebbüs etmeden Anayasa'yı değiştirmeyi önüne koymadan İç Tüzük'le nasıl bunu düzenlersiniz? Bu, Anayasa'ya aykırı. İç Tüzük'le Anayasa değişebilir mi? Değişemez. Bütün İç Tüzük değişikliği Anayasa'ya aykırıdır ve bu, Anayasa Mahkemesinden, eğer cüret edebilirlerse, ihraç edilmeyi ve hapse girmeyi göze alabilirlerse dönecek. Ama biz kimseden kahramanlık bekleyemeyiz. Anayasa Mahkemesi üyeleri de -açıkçası bu bir kahramanlıktır- "Vallahi bu İç Tüzük Anayasa'ya aykırıdır, ben iptal ettim." derse onların başına ne geleceğini hepimiz biliyoruz. Anayasa Mahkemesinin 2 üyesi tutuklu. 4 Kasımdan beri, 20 Mayıstan beri Anayasa'da dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin bizim başvurumuz, Eş Genel Başkanımızın bile içinde olduğu 11 milletvekilinin başvurusu Anayasa Mahkemesinin önünde ama karar vermiyor. Veremiyor mu? Vermiyor mu? Defalarca çağrı yaptık. İçtihadınıza sahip çıkın. Siz daha önce dediniz ki: "Milletvekilleri tutuklu yargılanamaz, serbest seçim hakkı ihlalidir. Anayasa'ya aykırıdır. Balbay kararı ortada. Bu içtihat değişmedi. Sekiz buçuk aydır parlamenterler içeride tutulmaya devam ediyor. Karar vermiyor. Veremiyor. Vermiyor da demek istemiyorum. En son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ekime kadar Türkiye'den savunma istedi. Niye bu örneği veriyorum. İç Tüzük değişikliği de çünkü Anayasa Mahkemesi önüne gidecek. Denetim mekanizmalarının zapturapt altına alındığı, özgür davranamadığı bir ortamda demokrasinin denge denetleme sistemi, fren mekanizmaları ortadan kalkmıştır. O zaman isteyen istediğini yapar, mahkeme de karar veremiyor, bizim de başka başvurabileceğimiz bir yargı yolu yok. O zaman parlamenter demokrasinin artık cenaze namazını kılabiliriz.

Buradan gelmek istediğim nokta şu: İç Tüzük değişikliği Anayasa'ya aykırıdır. İç Tüzük değişikliğinde yemini değerlendirmemiz için önce yemin metnini tartışmamız lazım. Şimdi yemin metni ne tekrar hatırlatmak istiyorum. 81'inci maddede nasıl bir yemin metni var? Yani okumayayım ama bu yemin metnini çünkü bunu biz iradi olarak okumuyoruz, söylüyoruz da. Bu çoğulcu değil, bu kapsayıcı değil. Bu Türkiye yurttaşlarının yüzde 100'ünü kapsayan bir yemin metni değil. Burada usuli bir zorunluluktan dolayı aslında herkes bu yemin metnini okuyor. Üstelik namus ve şeref üzerine okuyor. Yani bu bir sır değil. Bu defalarca tartışıldı. Yemin metninde ne var? Türkiye toplumunun özü yok. Çoğulculuk yok, çok renklilik yok, çok seslilik yok. Hepsi inkâr ediliyor. İnkâr ediyor. Toplumsal yapıyı reddeden bir yemin metni var. Türkçe imla kurallarını, yapısını, anlamsızlığını hiç tartışmaya bile gerek duymuyorum. Çok daha düzgün bir yemin metni yazabiliriz. Bu kadar rahat anayasa değişikliği yapılırken yemin metnimizi neden gözden geçirmiyoruz? Neden yemin metnini değiştirme girişimi yerine yemin etmeyenlerin vekilliğini düşürmeyi önümüze koyuyoruz. Bunu Anayasa Komisyonu üyelerine gerçekten sormak istiyorum. Bu, toplumsal yapıyı ret ve inkâr eden bir yemin metnidir ve milletvekilleri de -en azından biz kendi adımıza söyleyelim- zorunlu olarak okuyoruz çünkü halkın bize verdiği yetkiyi bir ritüeldir, bir seremonidir, hani orada sadece önümüzdekini okuyoruz. Sizler nasıl yapıyorsunuz bilmiyorum. Peki, bu yemin metni, egemenliğin millete ait olmasını içeriyor. Çok güzel gerçekten. "Hukukun üstünlüğü" diyor, "demokratik cumhuriyet" diyor, "herkesin insan hakları ve temel hürriyetleri" gibi kavramlar da var yemin metninde ama diğer bölümü tekçi, otoriter ve totaliter, ikisi birbiriyle çatışıyor, zıt. Hem halkın ve milletin egemenliği diyeceksin hem de tekçi bir zihniyetle yemin içeceksin. Böyle bir tutarsızlık olabilir mi? Yemin metni kendi içinde tutarsız. Bizim burada yemin etmeyen Sayın Zana gibi vekillerin vekil kabul edilmemesi yerine yemin metnini tartışmamız lazım. Gelin yeni bir yemin metninde uzlaşalım.

Peki, yemin nelere mal oldu? Bir de bunu düşünmemiz lazım. 1992 yılında hepiniz biliyorsunuz ki Sayın Zana bir yemin içti ve bunu şöyle söylemişti o zaman, hafızamda kaldığı kadarıyla. "..."(x) "Bu yemin metnini Türk ve Kürt halkının kardeşliği için okuyorum." demişti. Kıyamet koptu. Masalar, gürültüler, tepkiler orada kalsa iyi. Leyla Zana on yıl cezaevinde yattı. On yıl arkadaşlar. Bu basit bir mesele değil. Bir parlamenter on yıl cezaevinde kaldı ve suçu neydi? Bir yemin metninde kendi ana diliyle, Kürtçe "Ben bu yemin metnini Türk ve Kürt halkının kardeşliği için okuyorum." dediği için. Peki, sonra ne oldu? Sayın Zana ceza aldı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bozdu. İşte biliyorsunuz, sonra 25'inci ve 26'ncı Dönemde milletvekili seçildi. Şimdi Sayın Zana üzerinden... Bu, Zana düzenlemesidir -adını koyalım- ya da HPD düzenlemesidir onun şahsında. Yani bu başka bir yöntemle HDP'lilerin tasfiye edilmesinin bir sürecidir. Sizi 1992 yılına gerçekten otuz saniyeliğine götürmek isterim. Öyle bir ortamda bir Parlamenterin hem de yemin metninin dışında bir cümle sarf ettiği için. Yemin metninin içinde değil. Doğru, yemin metni diyelim ki kabul edelim usulen, diyelim ki kabul edelim varsayım olarak- bir bütün olarak okunur ama öncesinde ve sonrasında bir cümle sarf edilmesi bu kadar kıyamet kopartacak, bu kadar histeriye sebep olacak bir mesele değildir, olmamalıdır. 1992'den 2017 yılına yirmi altı yıl geçti, biz bir milim ilerleyemedik. Tekçiliği aşmada, çoğulculuğu yakalamada gerçekten bu ülkede farklılıkların olduğu kabulünde bir arpa boyu yol gidemedik. Ara dönemde skalada ara ara kabuller, çözüm süreci, olumlu mesafeler de katedildi ama yine 180 derece bir geriye dönüşle karşı karşıyayız. Rahmetliyi -saygıyla anıyorum- Şerafettin Elçi'yi de anımsatmak isterim. Kendisi 1978-1979 yılları arasında Bayındırlık Bakanıydı ve orada çalıştı. Bakanlığı döneminde şöyle bir cümle kurmuştu, sadece hatırlatıyorum: "Türkiye'de Kürtler vardır, ben de Kürt'üm." Ne oldu biliyor musunuz? Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi kendisine iki yıl üç ay ceza verdi. Yine, bazı Kürtleri işe aldığı iddiasıyla, sadece iddiasıyla Yüce Divanda iki yıl dört ay ceza aldı ve otuz ay cezaevinde yattı. Sadece "Ben Kürt'üm, Türkiye'de Kürtler vardır." dediği için ve kendisi on yıl siyasi haklardan menedildi, on yıl ve sonrasında da avukatlık yapmaktan da mahrum edildi. En son, partimizden Diyarbakır Milletvekili seçildi. Kendisiyle seçim çalışmalarında bir dönem çalışma fırsatını buldum rahmetliyle. Gerçekten, o dönemlere atfen konuşmalarını ve anılarını dinlemek de insana ayrı bir zenginlik ve ufuk katıyor. Şimdi, Şerafettin Elçi ağabeyimiz aramızda yok, Leyla Zana şu anda Parlamentoda milletvekilliği yapamıyor yemin içmediği için ama bunları bizim burada tartışmamız lazım. Bu, gerçekten demokratik bir yöntem mi? Gerçekten yemin metnini değiştirme şansımız olamaz mı?

Peki, şeye geleyim, Sayın Zana'nın Mecliste şu anda kabul edilmemesinin yani yemininin kabul edilmemesinin gerekçesine. Sayın Zana şöyle dedi başta, daha yemin metnine başlamadan: "..."(x) Türkçe çevirisi, tam çevirisi şu: "Onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla..." Bunu okudu ve sonra Türk milleti yerine "Türkiye milleti önünde ant içiyorum." dedi ve Sayın Baykal'ın Meclis Başkan Vekili olarak müdahalesiyle yemini kabul edilmedi. Ya, şundan daha kabul edilebilir bir cümle olabilir mi? "..."(x) "Onurlu ve kalıcı bir barış için..." ya da "Türkiye milleti önünde..." Bunun neresi sakat? Biz neden bu yemin metnini değiştirip bunu yapmıyoruz? Hayır, biz, İç Tüzük'ü değiştiriyoruz -Anayasa'ya aykırı- Zana vekillik yapmasın ha! Türkiye bölünecek sanki. Nasıl bir şey bu, nasıl bir tekçiliktir, nasıl bir baskıcı, çoğunlukçu, totaliter bir yaklaşımdır? Bunu kabul etmek nasıl mümkün olabilir?

Peki, şeye de gelmek istiyorum, yemin içmeden milletvekili olunabilir mi, olunamaz mı? Milletvekilliği nedir? Milletvekilliği, milletvekili adayının halktan seçimle destek almasıdır. Hepimiz milletvekiliyiz, gidiyoruz, aylarca milletvekili seçim çalışmaları yapıyoruz, halk bize oy veriyor. Eğer Seçim Kanunu'na göre yeterince bir standarda geliyorsa siz milletvekili seçiliyorsunuz zaten. Milletvekili halk iradesinin vücut bulmasıdır, milletle vekil arasındaki bir akittir değil mi, bir sözleşmedir? Yani bana oy verdi, mazbatamı aldım. Doğru, hani, yemin metnine şu eleştiri gelebilir, şimdiden, gelmeden söyleyeyim: Başka ülkelerde de yemin metinleri var, farklı şekillerde var. Bir ritüeldir, olabilir. Bunu Anayasa Komsiyonunda da çok tartıştık, bizim de önerimiz var yemin metnine ilişkin ama bu yemin metninin aynı zamanda kapsayıcı da olması lazım, herkesin uzlaştığı bir yemin metni olması lazım. Şimdi, seçildiği anda, mazbatasını aldığı anda sandıklardan çıkan iradedir milletvekilliği, orada yemin içtikten sonra değildir. Hadi, şey yaptılar, çok tartışıldı, şu anda Sayın Zana'nın... Yani bunlar bizim için asla önemli meseleler değil, en son kendisi de Meclis Başkanına bir mektup yazdı, kaleme aldı. Genel Kurul çalışmalarına katılmadı diye Meclis Başkanlık Divanı tarafından bir yazı tebliğ edilmiş, "Şu tarihler arasında siz yoklamalara katılmadınız." diye bir uyarı yapıyor, kendisi de yanıtını vermiş. Yani ona atıfta bulunayım sadece. Yanıtında diyor ki "Ben gelemiyorum." Çünkü sekreteri yok, işten atılmış, zaten hiçbir özlük hakkı verilmiyor, danışmanı yok, hiçbir vekillik statüsü... E, Genel Kurula zaten gelemiyor. Şimdi yüz binlerce insanın oy verdiği bir milletvekili şu anda onurlu ve kalıcı bir barış talep ettiği için milletvekilliği yapamıyor. Ne farkı var on yıl cezaevine atmaktan, ne farkı var hukuksuz bir şekilde insanları cezaevinde tutmaktan, ne farkı var Şerafettin Elçi gibi bir şahsı "Ben Kürt'üm." dediği için otuz ay cezaevinde tutmaktan ve on yıl siyasi haklardan mahrum etmekten? Bu, çok daha ağır değil mi, en azından aynı ağırlıkta değil mi? Biz, iktidar üyelerine hatırlatıyoruz. Geçmişte söylediğiniz sözlere ya artık tümüyle nedamet getirdiğinizi, onlara sahip çıkmayacağınızı söyleyin ya da o sözleri açıklayın bize. 1992 darbesine karşı söylemlerinizi size hatırlatıyoruz, milletvekili yemin krizinin olmaması gerektiği yönündeki düşüncelerinizi size hatırlatıyoruz, demokrasi yönündeki beyanlarınızı, tarihsel arka planını sizlere hatırlatıyoruz. Şu anda Sayın Zana şahsında yemin metninin bu şekilde düzenlenmesi açıkçası tekçi, milliyetçi, baskıcı, çoğunlukçu, totaliter bir yaklaşımın sonucudur. Hiçbir farklılık yoktur. On yıl, yirmi yıl, otuz yıl tarihin ileri gitmesi düşünceleri değiştirmemiştir. Hâlbuki "diyalektik" diye bir kavram var, "değişim" diye bir kavram var. Avrupa, dünya adım adım ilerlerken, yeni dünyada neredeyse parmakların korunması için -abartarak söylüyorum- sözleşmeler yapılacakken biz hâlâ elli yıl önceki, altmış yıl önceki durduğumuz noktada sayıklıyoruz. Sonra da diyoruz ki "Türkiye'ye Avrupa niye tepki gösteriyor? Bizim dostumuz yok, hepsi bize düşman." Ya, direniyoruz, Türkiye direniyor; tutuculukta direniyor, tekçilikte direniyor, insan haklarını ihlal etmekte direniyor, işkencede direniyor, yapmaya devam ediyor. Şu anda, sanırım 10 insan hakları savunucusu Çağlayan Adliyesine çıkacak. Bütün dünyanın konuştuğu bir mesele. Tanıdığım, çok yakından tanıdığım isimler var, arkadaşlarım var. Özlem Dalkıran Uluslararası Af Örgütünün Türkiye temsilciydi. İlknur Üstün Türkiye Kadın Koalisyonunun sözcüsü. Kadın hakları konusunda dünyaca bilinen bir isim İlknur Üstün. Birleşmiş Milletlerde çalışmaları var ve Türkiye kadın hareketinin en önemli figürlerinden biri. Yine, Nalan Erkem, bir hukukçu, insan hakları savunucusu ve diğer arkadaşlar. Neymiş? Ajan faaliyeti yapıyorlarmış. El insaf ya, el insaf yani! Bunların ne yaptıkları, ne yazdıkları, ne çizdikleri, nasıl hak savunucusu oldukları herkesçe biliniyor. Tırnak içinde, hepinizin affına sığınarak söylüyorum, kimseye atfen değil, hani halk dilinde vardı ya "Ufak at." mı diyorlar? Yalanın bir ölçüsü olur yani, böyle bir yalan olabilir mi? ABD Dışişleri Bakanlığı açıklama yaptı, Avrupa Birliği üyesi ülkeler açıklama yaptı "İnsan hakları savunucularını serbest bırakın." diye. Af Örgütü Türkiye temsilcisi şu anda cezaevinde. Bütün Türkiye'ye karşı kampanya var bütün uluslararası alanda. Sonra, iktidar yetkilileri çıkıyor diyor ki: "Ya, bize düşmanlık yapıyorlar." Yok efendim, kimse size düşmanlık yapmıyor. Siz hak tanımıyorsunuz, hukuk tanımıyorsunuz, özgürlük tanımıyorsunuz, bu yüzden uluslararası alanda da eleştiri alacaksınız. Sıfır sorun demiştiniz, şimdi hiç dostu yok Türkiye'nin, sıfır dost. Biz kendimize dönüp bakacağız. Bizim çok güzel atasözlerimiz var; iğneyi kendimize batıralım, çuvaldızı diğerlerine. Hiç bizde hata yok mu? Türkiye'nin dış politikasında, iç politikasında hiç hata yok mu? İşte böyle İç Tüzük değişiklikleri gelirse, Kürtler Meclisten böyle atılırsa, parlamenterler böyle hukuksuz bir şekilde rehin alınırsa dış dünyada tabii ki Türkiye'nin itibarı sıfıra iner.

Peki, yemin metni konusunda sadece biz mi böyle düşüyoruz? Hayır. Aslında, iktidar partisinin en önemli isimlerinden Sayın Şentop'un Uzlaşma Komisyonundaki sözlerine atıf yapmak istiyorum sadece. Hani, bugün değişmiş, Başkan yok burada ama aynen şöyle: Sevgili Rıza Türmen söz alıyor, biz de oradaydık, "Bu 'Anayasa'nın sözü ve ruhu' ibaresi var bizim önerimizde, diğer üç öneride olmayan bir şey bu, Anayasa'nın sözü ve ruhu; bunu kabul edebilir miyiz?" Rıza Türmen soruyor.

Sayın Şentop diyor ki: "Ben ruh konusunda biraz tereddütlüyüm."

Profesör Doktor Ali Akyıldız "Amaçsal yorum anlamına geliyor." diyor.

Sayın Türmen "Evet." diyor.

Sayın Şentop devam ediyor: "Yani çok geniş bir alan açıyor yorum için bu -Sayın İyimaya hatırlar, ruh meselesi- zaten o yorum esasları arasında da var, sözünü de..."

Mustafa Şentop'un Anayasa ruhu konusunda itirazlarını şimdi söylüyorum: "Yani sözü, metin, ruhu bilmiyoruz; kim biliyor? İşte, ruh çağırıcılar, Anayasa Mahkemesi çağırıyor ruhu, diyor ki: Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer aday bu ruh çağırmaya, ruh onaylıyor; Abdullah Gül aday, ruh diyor ki: '367 lazım.', 'toplantı yeter sayısı' mesela. Yani hep ruhu var, bu ruhla ilgili problem var. Bunu parantez içerisinde söylüyorum, kanunların lafı, ruhu bağlamında değil bu söylediğim: Bizim Anayasa'nın resmî ideolojisi dediğimiz şeyi, paradigması dediğimiz şeyi Anayasa kendisi bir hukuk metninde 'ruh' olarak ifade ediyor. Problem burayla ilgili tabii."

Kesinlikle katılıyorum, ruh çağırıcılığını bırakalım; ne ruhu ya! Bir ilke konuşalım, değer konuşalım; üzerinde konuşacağımız değerleri, ilkeleri konuşalım. İşte Sayın Şentop'un söylediği sözlere bugün imza atabiliriz ama şimdi Sayın Şentop Anayasa Komisyonu Başkanı ve kendisi de maalesef ruh çağırıcıların arasına katıldı yani onun da artık geçmişteki sözlerle bir bağı kalmadı.

Biraz toparlamak istiyorum. Şimdi, bu yemin metnine ilişkin bir de şunu hatırlatmak istiyorum: Şu anda, bu yemin etmeyenlerin vekil sayılmayacağı meselesi de tabii ki Anayasa'ya aykırı ve burada ayrımcı bir yaklaşımın temelleri üzerinde şekillenen bir değişiklik teklifiyle karşı karşıyayız. İktidar partisi şu kolaycılığa kaçıyor: Ben Anayasa değiştirmek yerine İç Tüzük'ü değiştireyim, istediğim kanunları çıkarayım, yeni bir ihtiyaç duyduğumda yeni bir değişiklik yaparım zaten." Aynen böyle işletiyor. Meclis tarihinde -bir araştırma yapıyorum yakında inşallah bitecek, sorularımıza cevap alamıyoruz çünkü- en çok kanun hangi dönemde yapıldı? Aynı kanunlarda -biliyorsanız yanıt isterim gerçekten- kaç defa en çok hangi iktidar döneminde değişiklik yapıldı? Kendi yorumum, bilgiye dayanmıyor: Kesinlikle AK PARTİ iktidarı döneminde. Aynı kanun ya! TMK 10'la görevli mahkeme, özel yetkili ağır ceza mahkemesi, sulh ceza hâkimleri; ya, aynı kanunda değişiklik yapılıyor, bir yıl sonra işleyişte bir sıkıntı çıkıyor, iktidar partisi sil baştan yeni bir değişiklik yapıyor...

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Adına "özgürlük hâkimi" dediler.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - ...ve "özgürlük hâkimi" diyor; ya, neredeyse milleti giyotine götürüyorlar, bir de adını "özgürlük hâkimi" koymuşlar; algı yönetecekler ya. Sulh ceza hâkimlerinin önünden kimse kaçamaz yani, bir karar verildi mi gidiyor. Şimdi, TMK 10'la görevli olsun, DGM olsun, özel yetkili mahkeme olsun; aralarında ne fark var? Hiçbir fark yok. Zihniyet aynı, yaklaşım aynı, kararlarda hiçbir değişiklik yok, aynı kararlar farklı kesimler tarafından veriliyor. Ama hakkını yemeyelim, çok ileri düzenlemeleri 17-25 Aralık tarihinden sonra yaptılar, muazzam bir düzenlemeydi. Ben avukatlık yapıyordum o zaman, gerçekten Türkiye tarihinde asla bu kadar ileri bir değişiklik görmemiştim. Ya, ertelemede sınır kalktı çünkü iktidar partisi yetkilileri sanıktı o zaman, şüpheliydiler; suç ve cezalarda limitler düşürüldü, savcı ve hâkimlerin yeri değiştirildi, o kadar özgürlükçü düzenlemeler yapıldı ki -yani şu anda konumuz olmadığı için girmiyorum- sonra bir baktık bütün soruşturmalar bitti, takipsizlik kararları verildi, beraat kararları verildi çünkü şüpheli kendileriydi 17-25 Aralıkta; kendileri için lehe düzenleme yaptılar, o arada faydalanan olmadı değil, Hizbullahçılar da faydalandı mesela, üst düzey yetkililer patır patır tahliye oldu; işte, farklı düzenlemelerle başka sanıklar da tahliye oldu ama düzenleme kişiye, gruba, partiye özgü yapıldı. Hâlbuki hukukta bütün düzenlemeler genel, soyut, ilkesel olur, herkese uygulanır, somut olarak soyut normlarla yapılır. Ben yargılanacağım diye hâkimimi değiştirme yetkim varsa, savcımı değiştirme yetkim varsa, yargılanacağım maddeyi değiştirme yetkim varsa ve ben bunu değiştiriyorsam buna hukuk diyemeyiz; bu, hukuk değil, bu başka bir şey; bunun adını hepimiz biliyoruz.

Şimdi, son olarak bir de şeyi söyleyeyim: Geçen hafta, üç gün önce burada bir konuşma yaptım ben ve bu konuşmada değişiklik teklifinin 16'ncı maddesini eleştirirken tümüyle doğal, tümüyle spontane o an içimden Kürtçe konuşmak geçti. İki cümle kurdum ya, hani benim ana dilim, burada belki başkalarının da ana dilidir; içimden geldi böyle bir an hani bu dili konuşurken. Tutanakları aldım, "x" olarak geçilmiş. Ya "x" ne? Ne demek "x"? Bu bir dil, ben bu dilde iki cümle kurdum, bunu yazsanıza, bunun yazılmayacağına dair bir İç Tüzük hükmümü mü var? Ya da "Kürtçe konuştu." deyin. Yani "Arkadaşlar, görevliler bu dili bilmiyor." deyin hani o an çeviremediyse ya da Divan Başkanı bana desin ki: "Bunun Türkçesini söyler misiniz?" Ben söyleyeyim, çevireyim. Herhâlde Kürtçe cümleyi kurabildiğime göre Türkçesini de çevirebilirim; "x" demiş. Hadi diyelim ki buraya kadar diyebilirsiniz ki bir sorun yok, tutanağın devamı: Sayın İstanbul Milletvekili Hasan Sert direkt -Kürtçe konuşmam üzerine bir hareket oldu, buradakiler bilir, bir tepki yine; garip bir histeri oluşuyor- dedi ki: "Bana dediniz değil mi?" Çünkü karşıdan bana çok sert tepkileri geldi, ya neredeyse bürokratlar bile tepki gösterecek. Burada diyor ki: "Bana dediniz değil mi?" Ben de "Olabilir, siz de olabilirsiniz." diyorum. "Bana mı, başkasına mı?" diye tehditle söylüyor. Ben de diyorum ki: "Yani siz de gösterdiniz tepki." Sonra Hasan Sert diyor ki: "Gösteriyorum tabii ki düzgün konuşun." Bu arada altını çiziyorum, "Düzgün konuşun." dediği şey, "Kürtçe konuşamazsın, Kürtçe konuşma." demek. Düzgün konuşuyorum, konuşmamdan hiçbir şüphem yok, sizlerin varsa bilmiyorum yani Türkçeyi de Kürtçeyi de İngilizceyi de birazcık bilirim yani, "Düzgün konuş." ne demek? "Bu dilde konuşma." demek. Ben de "Haddinizi bilin." diyorum. "Bir dakika, hatibin sözünü kesmeyin." diyor Divan, "Tahrik ediyorsunuz." diyor, tekrar devam ediyor, "Toplantı insicamını bozma..." falan.

Burada demek istediğim bu "x" olduğu için bu tartışma niye oldu bu tutanağı okuyan kimse anlayamaz. Burada olmayan, benim hitabıma tepki gösterildiğini anlamayan, kim anlayabilir? Hiç kimse.

Peki, Sayın İyimaya'nın bir örneğini vermek istiyorum, Çerkezce konuşmuş.

TBMM BAŞKAN VEKİLİ AHMET AYDIN - Tutanaklara nasıl geçmiş?

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Aynen okuyacağım.

Yanlış telaffuz edersem Sayın İyimaya lütfen siz söyleyin.

"Filiz Kerestecioğlu: Teşekkürler Sayın Başkan.

Başkan: Yukarıdan bir ses "..."(x) Yani ben tutanaktan okuyorum, yanında "Nasılsınız?" diye, herhâlde siz "Nasılsınız?" diyorsunuz.

Şimdi, Sayın İyimaya'nın Çerkezce konuşması tutanağa geçiyor -ya da başka bir dil de, Gürcüce de olabilir, bütün dillere saygım var- niye benimki "x"? Bunun bir izahı var mı? Varsa biri aydınlatsın beni, gerçekten cevap istiyorum. 20 milyon yurttaşın konuştuğu dilde ben burada iki cümle kuracağım "x" yazılacak, başka diller aynen geçecek. Şimdi, bu ayrımcılık değil mi? En basitinden söylüyorum, bu, dile düşmanlık değil mi? En basitiyle ayrımcılıktır, yani en hafif deyimiyle ayrımcılıktır ama ben Kürt diline yönelik tutumu da ekleyerek bu dil düşmanlığıdır diyorum. Kürtçe olunca "x", başka dilde olunca, ben İngilizce konuşsam yazılacak, iddia ediyorum, yazılıyor; Fransızca konuşsam yazılacak ama Kürtçe konuşunca yazılmıyor.

TBMM BAŞKAN VEKİLİ AHMET AYDIN - Bu konuya bir açıklama getirebilir miyim?

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Bitireyim, tabii ki, tabii ki ya da getirin, buyurun Sayın Başkan.