KOMİSYON KONUŞMASI

MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Meclis Başkan Vekilimiz, değerli grup başkan vekilleri, değerli milletvekilleri; ben de herkesi saygıyla selamlıyorum.

Yarın 15 Temmuz, çok alçakça, hain bir darbe teşebbüsünün, girişiminin yıl dönümü. Bu vesileyle 249 şehidimizi rahmetle, minnetle anıyoruz ve 3 binin üzerindeki gazimize de yine bu vesileyle çok çok geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Evet, 15 Temmuz gecesi bir yıl önce bir darbe teşebbüsü, halkın, Meclisin, medyanın, basının, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet güçleri içerisindeki demokrasiye bağlı unsurların birlikte duruşuyla, mücadelesiyle bertaraf edildi ve vatanımız, demokratik parlamenter sistemimiz kurtarıldı. Bir hukukçu olarak şu soruyu da tüm vicdanlara sormamız gerekiyor: On dört yıldır, on beş yıldır tek başına devleti yöneten bir iktidarın, devleti yönetenlerin, Hükûmet edenlerin yaşadığımız bu acılarda, bir örgütün bu derece imkân kabiliyetine kavuşmasında acaba hukuki, siyasi ya da vicdani sorumlulukları yok mudur?

Cumhurbaşkanı ve AK PARTİ Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan da bugün yaptığı açıklamada şöyle bir beyanda bulunmuş, diyor ki: "Ülkemizi böyle bir felaketin eşiğine getirenleri Rabb'imin 'kahhar' sıfatıyla kahretmesini niyaz ediyorum." Biz de "âmin" diyoruz ve bir daha 15 Temmuzlar kesinlikle yaşanmasın diyoruz. Yaşamamamız için de demokrasiye, hukuka ve adalete ihtiyacımız olduğunu çok iyi biliyoruz.

15 Temmuz gecesi Parlamento, milletvekilleri, çok onurlu dik bir duruş gösterdi ve demokratik parlamenter sistemi birlikte savundular. Hükûmete bütün Meclis bu hain darbe girişimine karşı ve bu yapıya karşı birlikte mücadele etme gereğini vurguladı ama maalesef 20 Temmuzda 12 Eylül darbe hukukunun tipik bir uygulaması olan OHAL ilan edildi ve Meclis devre dışı bırakıldı. Hâlbuki o yüce Meclis, o darbe teşebbüsünde çok dik, onurlu duruş gösteren Meclis bunu hak etmiyordu. "OHAL kırk beş gün içerisinde son bulacak, soruşturmayla ilgili gerekli tedbirler alınacak ve sonra kaldırılacak." dendi ama 12 Eylül darbe hukukunun tipik bir uygulaması olan -çünkü önceki anayasalarımızda OHAL uygulamasının olmadığını biliyoruz- OHAL'i iktidarın çok sevdiğini ve kaldırmaya da niyetinin olmadığını hep birlikte görüyoruz.

Hepimizin bildiği gibi, normlar hiyerarşisinde Anayasa en üst düzeyde yer alır ve İç Tüzük de o Anayasa'ya dayanır, Anayasa İç Tüzük'ün de belirleyicisidir. Biz OHAL sürecinde bir siyasi partinin mutfağında hazırlanan bir anayasa değişikliğiyle karşı karşıya kaldık, OHAL sürecinde. "OHAL sürecinde biz Anayasa değişikliğine ilişkin referandum yaptırtmayız, bunu bu millete yaşatmayız." diyenler -ki bunlardan biri de Sayın Başbakandı- maalesef bu sözlerinin arkasında duramadılar, OHAL sürecinde demokratik olmayan koşullarda, adaletli olmayan koşullarda, eşit olmayan koşullarda, demokrasinin ve hukukun askıya alındığı koşullarda bir Anayasa değişikliği gerçekleştirildi ki bu Anayasa değişikliği çok çok önemli bir değişiklikti. Birçok anayasa hukukçusu, Türkiye'de ve dünyada saygın anayasa hukukçusu, siyaset bilimcisi bu Anayasa değişikliğini suiistimalci bir Anayasa değişikliği olarak tanımladı çünkü bu Anayasa değişikliği kuvvetler ayrılığını yani demokrasiyi yok ediyordu. 16 Nisan 2017 tarihinde Yüksek Seçim Kurulunun kanuna açıkça aykırı bir kararıyla sandıktan çıkan milletin iradesi de sakatlandı, millî iradeye ciddi bir gölge düştü. Bu Anayasa değişikliğiyle dünya literatüründe olmayan "Cumhurbaşkanlığı Hükûmet sistemi" adı altında kuvvetler ayrılığını, demokrasiyi yok eden, demokratik hukuk devletini temelinden zedeleyen bir Anayasa değişikliğini maalesef şeklen de olsa yürürlüğe soktuk. Şimdi korumaya çalıştığımız ilk 4 maddeyi de aslında zedeledik çünkü ilk 4 madde bildiğiniz gibi Anayasa'nın başlangıç kısımlarına da atıf yapar ve Anayasa'nın başlangıç kısımlarında da kuvvetler ayrılığı vardır ve cumhuriyetin, devletin temel organları, erkler arasında bir üstünlük olmadığına vurgu yapılır ama bu üstünlük bu Anayasa değişikliğiyle pekiştirildi, fiilî anayasasızlık, hukuksuzluk dönemi, fiilî tek adam rejimi tahkim edildi, anayasal zemin yaratıldı. Otoriter bir sistem meşrulaştırılmak istendi, Anayasa'yı iktidar aracı olarak kullanan bir iktidar, çoğunluk tarafından. Bunları niye paylaşıyoruz? Çünkü demokratik anayasalar olursa ancak siz uzlaşmacı, çoğulcu, sağlıklı iç tüzüklere sahip olabilirsiniz, demokrasiyi de hem Parlamentoda hem toplumda yaşatabilirsiniz.

Evet, böyle bir Anayasa değişikliğiyle zaten kötü olan 12 Eylül Anayasası'nı, yamalı bir bohçaya dönmüş 12 Eylül Anayasası'nı çok daha kötü bir duruma getirdik ve şu anda Anayasa'da birbiriyle çelişen onlarca hüküm var. Yasama yetkisinin devredilemeyeceği yazıyor ama bu Anayasa değişikliğiyle yasama yetkisinin önemli bir bölümü devrediliyor. 103'üncü maddede tarafsızlık esas ama artık Sayın Cumhurbaşkanı bir siyasi partinin de genel başkanı ve tarafsız olması asla mümkün değil.

Vatan toprakları işgal edilmiş olduğu hâlde belki tarihimizin en olağanüstü, en zor döneminde bile 1921 Anayasası'yla Meclis hükûmeti sistemi benimsendi, yasama, yürütme, yargı erkleri Mecliste birleşti. O zamanda bile kuvvetler, egemenlik, devlet bir kişinin şahsında özdeşleştirilmedi, bütün yetkiler, güçler Mecliste toplandı. Meclisin üstünlüğü, Meclis hükûmet sistemi esas alındı ama şimdi biz 2017 yılında maalesef bu yetkileri bir kişide topladık, yürütmeyi tekleştirdik, devleti, egemenliği şahsileştirdik ve kuvvetler ayrılığıyla birlikte demokrasiye elveda dedik.

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin ünlü 16'ncı maddesini hepimiz biliyoruz, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda Anayasa'dan da söz edilemez. Evet, Türkiye Cumhuriyeti devleti bir şahıs devleti yapılmak isteniyor ve artık Türkiye Cumhuriyeti devleti -maalesef bir hukukçu olarak bunu söylemekten büyük üzüntü duyuyorum- evet, şeklen anayasalı bir devlet ama anayasal bir hukuk devleti maalesef değil.

Böyle bir Anayasa değişikliğinden sonra yine OHAL sürecinde son derece önemli bir İç Tüzük değişikliğiyle karşı karşıyayız. Öyle bir İç Tüzük değişikliği ki, sanki bu teklifi hazırlayanlar oturmuşlar mevcut İç Tüzük'e bakmışlar, milletvekilleri nerede konuşuyor, siyasi parti grupları nerede gündem belirleyebiliyor, onu nasıl azaltalım, onu nasıl kısıtlayalım veya nasıl kaldıralım?

Hepimiz biliyoruz ki, "meclis" kelimesi Arapça "konuşmak, tartışmak" kökeninden geliyor. Ne kadar çok konuşursak, ne kadar çok tartışırsak katılımcılığı, çoğulculuğu, uzlaşmayı ne kadar çok yaşayabilirsek demokrasimizi de o kadar çok geliştirebiliriz. Ama teklifte bakıyoruz ki, milletvekilleri konuşmasın, yani aslında millet konuşmasın isteniyor. "Bir itirazın Genel Kurulda sözlü olarak dile getirilmesine ne gerek var?" Sözlü olarak bir milletvekili bunu dile getirirse, yani bir milletvekili kalkıp bir konuda bir ya da iki dakika ya da beş dakika önemli değil konuşursa, kim bilgi sahibi olur, kim konu hakkında o konuya vâkıf olur? Basın olur, kamuoyu olur, Genel Kurul çalışmalarını izleyen vatandaşlar olur, ki en doğal hakkıdır ama siz birçok şeyi yazılı usule tabi tutarsanız bundan ne Genel Kurulun iradesi ne kamuoyunun takdiri, bilgisi olur; bunu da şeffaflıkla, demokrasiyle bağdaştırabilmek mümkün değildir.

Sürekli aynı gerekçeyle karşı karşıya kalıyoruz, deniyor ki: "Etkin çalışma", "verimli çalışma". Meclisin etkin, verimli çalışması konuşma sürelerini azaltarak mı sağlanabilir, bununla mı mümkündür?

Bakın, Anayasa Mahkemesinde 2001 yılında açılmış önemli bir dava var. Dava dilekçesini -çok büyük emekle ve çok büyük ihtimalle- ben Sayın İyimaya'nın hazırladığını düşünüyorum. Sayın İyimaya'nın ve eski Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'in ve birçok milletvekilinin imzası var. Oradan bazı alıntılar yapmak istiyorum, daha önce yapılmış alıntıları da tekrarlamıyorum. Orada diyor ki: "Sorun kanunların zamanında çıkarılamamasında, müzakere sürecinin uzamasında değildir." Evet, doğru, şu anda da sorunumuz kanunların zamanında çıkarılamaması, müzakere süreçlerinin uzaması değil kesinlikle. "İhtiyaca cevap verecek taslakların hazırlanamamasıdır sorun." diyor. "İhtiyaç ve hukuk analizi için gerekli derinlikli çalışmalar ve yapılanmalar sağlanamadığından aynı yasada sık değişiklik, kısa zamanda yürürlükten kaldırma, uygulama organlarının çelişkileri ve boşlukları yorumla giderme zorunlulukları ortaya çıkmaktadır. İktidar çoğunluklarının bu sorunlara yoğunlaşması gerekirken başka şeylerle uğraşması doğru değildir." diyor. Devam ediyor dilekçede: "Belirtelim ki, hukuku araç gören ve onun üstünlüğünü sindiremeyen, gücüne güvenen patolojik zihniyet yalnızca kadroları değil, kural ve gelenekleri doğrayan darbeler ve yorumun engin çözücülüğü yerine daima lafızları, metinleri değiştirerek yaratılan öldürücü formülleri çare sanan arayışlar hukuk istikrarını ve demokrasiyi engellerler." diyor. Önemli bir dava, önemli bir dava dilekçesi ve sonuçta da Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen İç Tüzük değişiklikleri.

Evet, bugün de aynı sorunlarla, aynı tespitlerle karşı karşıyayız. Sorun milletvekillerinin konuşması değil, sorun siyasi partilerin grup önerileri değil.

Bir örnek vermek istiyorum: Pazartesi günü -Allah göstermesin, bir daha da kesinlikle yaşamayalım- diyelim ki bir kömür madeninde bir göçük meydana gelmiş, onlarca işçi hayatını kaybetmiş. Salı günü bir siyasi parti bir grup önerisi veriyor bununla ilgili. Bu, üç dakikada anlatılabilecek bir konu mu? Veya bu grup önerisi "Genel Kurul gündemi" diye vurgulanan torba yasalardaki birçok kanun maddesinde değişiklik yapan teknik konulardan daha mı az önemli? O hafta toplumun gündemi, milletin gündemi bu değil de torba yasalardaki birçok kanundaki ya da kanun hükmünde kararnamedeki maddeleri değiştiren maddeler mi? Bu mu milletin gündemi? Veya bir yurtta yangın çıkmış, çocuklarımız ölmüş. Veya bir yurtta, bir okulda, bir yerde çocuklarımıza cinsel istismarda bulunulmuş. Terör tırmanmış, şehitler o hafta veya o günlerde çok gelmiş. Daha birçok örnek, kadına şiddet...

Şimdi, Sayın Elitaş grup önerilerinin sayısının artığını söylüyor. Ee, o kadar çok sorun yaşıyor ki ülkemiz, o kadar çok sorun yaşıyor ki, bu sorunların grup önerileriyle gündeme getirilmesi aslında iktidar açısından da çok çok önemli. İktidar, çoğunlukçu anlayışla o grup önerilerindeki talepleri reddedebilir ama sonuçta o gün Genel Kurulda yapılan tartışmalar sonucunda hem iktidar hem yönetenler hem de bürokrasi eminim o konulara çok daha hassasiyetle yaklaşıyordur. Bu çok önemlidir. Milletin, halkın menfaatleri açısından hesap sorma, hesap verme ilkeleri açısından, katılımcı demokrasi açısından, her açıdan çok çok önemlidir. Şimdi bu büyük ölçüde kısıtlanıyor, büyük ölçüde kısıtlanıyor. Ne adına? Gündem adına.

Tekrar bu soruyu sormakta fayda var: Bugüne kadar iktidar çoğunluğunun isteyip de çıkaramadığı hangi kanun var? Genel Kurulda isteyip de alamadığı bir karar var mı? Ki biz -burada çok daha deneyimli milletvekillerimiz var- iki yıldır görev yapıyoruz ama bu iki yıl boyunca da 100 maddelik, 150 maddelik birçok yasanın birkaç günde Genel Kurulda kabul edildiğini de gördük. En son Sanayi Komisyonundan gelen 102 maddelik -bildiğim kadarıyla- torba yasada 70 maddede muhalefet konuşmadı. Peki, sorun nerede o zaman? Neden milletvekillerinin, neden Meclisin, neden milletin sesi kısılmak isteniyor, neden azaltılmak isteniyor? Usul tartışmalarında İç Tüzük on dakikaya kadar hak verirken ve teamülde de zaten iki dakika, üç dakika yerleşmişken neden böyle bir değişikliğe gidiliyor? Bir Meclis başkanı ya da bir başkan vekili İç Tüzük'e, Anayasa'ya aykırı davrandığında o usul tartışmalarıyla Meclisin, Genel Kurulun iradesine sahip çıkmak önemli değil mi? Bunlardan niye rahatsızlık duyuluyor ve bunların aslında Parlamentonun etkin, verimli çalışmasıyla ilgisi olmadığını çok çok iyi biliyoruz.

Değerli milletvekilleri, demokrasi, aynı zamanda düşünce ve ifade özgürlüğüdür; evet, demokrasi düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Burada bir İç Tüzük demokrasisiyle düşünce ve ifade özgürlüğünü bilerek ya da farkında olmadan ciddi zedeliyorsunuz. Kürsü masuniyetini, kürsü dokunulmazlığını, kürsü sorumsuzluğunu, kürsü özgürlüğünü zedeliyorsunuz. Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsü özgürlüklerin kürsüsü olmuştur bugüne kadar. O kürsüde şiddet içermeyen, şiddete, teröre teşvik vermeyen, şiddet, terör içermeyen her türlü düşünce, ne kadar katılmasak da, bizler için ne kadar şok edici olursa olsun özgürce ifade edilebilmeli. Bizim öz güvenimiz mi yok? Çıkarız yine o aynı kürsüden gereken cevabı veririz aykırı bir düşünce varsa, bizim kabul etmediğimiz bir düşünce varsa. Açıkça Anayasa ihlal ediliyor. Kürsü özgürlüğü, kürsü dokunulmazlığı maalesef temel olarak zedeleniyor.

Bir de birçok itirazın, birçok konuşmanın yazılı usule tabi olması... Bir milletvekili bir konuya itiraz edecekse onu hem Genel Kurul dinlemeli hem de Genel Kurul faaliyetlerini televizyonları başında izleyen yurttaşlar dinleyebilmeli. Bu çok çok önemli. Bunu da ortadan kaldırıyorsunuz. Genel Kurulda, Genel Kurulun huzurunda bir beyanın düzeltilmesi neden yazılı usule tabi olsun? Genel Kurulun ve kamuoyunun bilgisi nasıl olacak bu düzeltmeden veya bu düzeltmenin yapılıp yapılmadığından nasıl bilgi sahibi olacak? Örneğin -bir örnek vermek gerekirse- çok önemli konular konuşuluyor Mecliste, çok önemli konuşmalar yapılıyor, sehven hatalar da yapılabiliyor veya başka ifadeler düzeltilmek isteniyor. Bunların düzeltilip düzeltilmediği veya nasıl düzeltildiği kamuoyunun bilgisi, denetimi açısından önemli değil mi? Bunların da maalesef İç Tüzük'te çok özensiz çalışıldığını ya da bilinçli olarak, artık herhâlde Meclisin tamamen işlevsiz hâle getirilmesi, itibarsızlaştırılması açısından getirildiğini görüyoruz.

Evet, Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Anayasa'ya aykırılıklar o kadar açık ki bu İç Tüzük teklifinde, ben tek tek maddeleri irdeleyip zamanı almak istemiyorum ancak örneğin, toplantı ve karar yeter sayısına ilişkin 96'ncı maddeye açıkça bir aykırılık söz konusu. Ben bir milletvekili olarak bir kanunun, temel bir kanunun tümünü desteklemekle beraber, genel olarak doğru bulmakla beraber bazı maddelerini çok sakıncalı görebilirim ama o maddelerde oylama yapılırken hem Genel Kurulun hem kamuoyunun hangi partinin, hangi grubun ya da hangi milletvekilinin nasıl bir tavır takındığını artık öğrenmesi mümkün olmayacak çünkü açık oylama demek kimin ne dediğini, "evet" mi dediğini, "hayır" mı dediğini, çekimser mi kaldığını kayıtlara geçiren ve şeffaflaştıran bir uygulama. Peki bir kanun maddesi kabul edilirken toplantı yeter sayısı yoksa Mecliste Anayasa'nın 96'ncı maddesinin amir hükmü ihlal edilmiş olmayacak mı? Toplantı yeter sayısı olmadan diyelim 50 kişiyle, 60 kişiyle, 70 kişiyle kabul edilen kanun maddeleri Anayasa'ya ve hukuka uygun yürürlüğe girecek mi? Açıkça Anayasa'ya aykırılıklar maalesef birçok maddede mevcut.

Biz maalesef özellikle son Anayasa değişikliğiyle çağdaş dünyayla da çok ciddi sorunlar yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz çünkü böylesine bir Anayasa değişikliğiyle bizim dünyayla olumlu ilişkiler kurmamız da çok zor. Bakın, Avrupa Parlamentosunda Türkiye Dostları Grubunu hepimiz çok iyi biliyoruz ve yakından tanıyoruz. Türkiye Dostları Grubu her koşulda ve her platformda Türkiye Cumhuriyeti devletini ve Türkiye'yi savunan bir gruptu ama 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşen referandumdan ve yürürlüğe giren Anayasa değişikliklerinden sonra -ki o Anayasa değişiklikleri Kopenhag Kriterlerine aykırıydı, Venedik Komisyonu raporlarına aykırıydı, bırakın onların hepsini, biz her gün söyledik bunun kuvvetler ayrılığını ve demokrasiyi yıkacağını- Türkiye Dostları Grubu bugün Avrupa Parlamentosunda şeklen yürürlüğe giren ve bize göre meşru olmayan ve meşru olmayacak Anayasa değişiklikleri nedeniyle artık bizi savunamaz duruma geldiler ve biz sırtımızı Avrupa'ya döndük, yüzümüzü Körfez ülkelerine, Orta Asya tipi otoriter sistemlere döndük.

Bizim birinci sınıf demokrasiye ihtiyacımız var. Bu da uzlaşmacı, katılımcı, çoğulcu bir İç Tüzük anlayışıyla mümkün olabilir. Türkiye'nin ihtiyacı olan demokrasi ve hukuk. Sosyal demokrat olabiliriz, liberal demokrat olabiliriz, muhafazakâr demokrat olabiliriz ama dikkat edin, hepsinde o sihirli "demokrat" kelimesi mevcut. Yani "demokrasiye inanan" demek demokrat. Biz merkezimize demokrasiyi koymazsak, merkezimize hukuku koymazsak, adaleti koymazsak -ki bunlar çok temel ilkeler- bu temel ilkelerde uzlaşıp bir araya gelemezsek çocuklarımıza eşit, özgür, adaletli bir ülke bırakamayız maalesef; otoriterleşmiş, demokratikleşmemiş, otoriterleşmiş ve dünyada yalnızlaşmış, birçok sorunla boğuşmuş bir ülke bırakırız.

Sağlıklı iç tüzükler sağlıklı anayasalarla mümkündür. Onun için umarım Türkiye en kısa zamanda, en kısa zamanda 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleştirdiği referandumla yürürlüğe soktuğu Anayasa değişikliklerinden parlamenter demokratik sisteme döner. 2010'daki Anayasa değişikliğinin referandumunun sonuçlarını yaşadık, bunları da yaşamadan önleme imkânımız var.

Bakın, 1982 Anayasası çok kötü bir Anayasa'ydı. 1983'ten 2010'a kadar, yanılmıyorsam, 18 kez birçok maddesi değişti. Özellikle 1995 ve 2001 yılında gerçekleştirilen demokratik reformlar çok önemliydi ve o 18 değişikliğin tamamı demokratikleşme yönünde olumlu değişikliklerdi ama 2010 ve 2017 yılında gerçekleştirilen değişiklikler maalesef yargıyı ele geçirmek gibi, kuvvetleri tek elde toplamak gibi belli amaçlara hizmet ettiği için ülkemizi iyi bir yerlere götürmüyor, götürmeyecek. Bir de böylesine bir İç Tüzük teklifiyle muhalefeti daha da boğmaya çalışmak, milletvekilinin, Meclisin, milletin sesini daha da kısmaya çalışmak doğru bir girişim değildir. Bu Parlamento, çalışmalarını, bu Meclis, çalışmalarını daha çok konuşarak, daha çok tartışarak çoğulculukla, uzlaşmayla yürütmelidir. Uzlaşma olmadığı için iktidar partisi grubu sık sık grup önerisi vermek durumunda kalıyor bugün Mecliste ama bunları düzeltmek yerine mevcut İç Tüzük'ten bizi daha da gerilere götüren, çoğulculuktan, uzlaşmadan daha da uzaklaştıran ve milletvekillerinin konuşmasını çok istemeyen bir teklifle karşı karşıyayız.

OHAL'de Anayasa ve demokrasi askıya alındı, bu İç Tüzük değişikliği teklifiyle de Meclis içi bir darbe gerçekleşiyor. Sisteminiz ne olursa olsun, parlamenter sistem olsun, Başkanlık sistemi olsun, yarı başkanlık sistemi olsun, sisteminiz ne olursa olsun -ki Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemini de daha kimse anlayabilmiş değil- siyasi güç merkeziniz Parlamento, Meclis değilse ilerlemeniz mümkün değil. Çağdaş demokrasilerde, gelişmiş ülkelerde siyasi güç merkezleri parlamentodur ama siyasi güç merkezini Meclisten, Parlamentodan alıp, egemenliği, gücü oradan alıp belli yerlere, belli kişilere, belli makamlara, sıfatlara devrettiğiniz zaman maalesef böyle ağır sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz ve demokrasiden, özgürlüklerden, adaletten hızla uzaklaşıyoruz. Onun için haklı Anayasa'ya aykırılık taleplerimizin kabulüyle İç Tüzük madde 38 uyarınca bu değişiklik teklifinin reddine karar verilmesini arz ve talep ediyoruz.

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Erkek.