KOMİSYON KONUŞMASI

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; barış, kardeşlik ve hoşgörü kenti Hatay ilimizde seçilmiş bir milletvekili olarak hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Bu özellikleriyle sadece Türkiye'ye değil, tüm dünyaya örnek olmuş Hatay ilimizdeki bu iklimin Meclisimize, özelde Komisyonumuza daha da hâkim olmasını önemsediğimi ifade ediyorum.

Değerli arkadaşlar, tabii, Kıymetli Başkanımız da ifade etti, Anayasa Komisyonunun bir üyesi olarak, 24'üncü Dönemde de bu görevde bulunan bir kardeşiniz olarak, beş buçuk yıldır Anayasa Komisyonumuzda emek veren bir kardeşiniz olarak bugünkü düzenlememizin, Komisyonumuzun gündemindeki bugünkü düzenlemenin önemine de binaen bu düzenlemeye muhalefet eden siyasi partilerimizin değerli üyeleri ve katılımcılarına asılında daha fazla zaman ayırabilmek adına hem Başkanımızın hem Komisyon üyeleri olarak hepimizin bu konuda gösterdiği hassasiyet nedeniyle geçen hafta salı günü başlayan Komisyon görüşmelerimizde ancak bir sonraki hafta salı günü söz alma imkânı bulduk. Bunu da iradi olarak ortaya koyduk, itirazı olan arkadaşların itirazlarını daha fazla -süre açısından- dile getirmeleri açısından böyle bir hassasiyeti ortaya koyduk.

Tabii, 3'üncü madde üzerinde söz almış bulunuyorum. 3'üncü maddede, bildiğiniz gibi, seçilme yaşının 18 yaşına düşürülmesi söz konusu. Daha önce bununla ilgili bir iyileştirme sağlanmıştı, 30'dan 25'e, şimdi de 25'ten 18'e düşürülmesi konusu gündemimizde. Bunu destekliyoruz. "Siyasette gençlere yer vermek ustalığın şiarındandır." diyen bir misyonun temsilcileri olarak canıgönülden gençlerimizin Türk siyasetinde daha etkin olması gerektiği hususundaki kanaatimizi bu düzenlemeyle bir kez daha pekiştirmiş olacağız, ülkemizin gençliğine de, genç kardeşlerimizin vizyonuna da güveniyoruz ve inanıyoruz. Bu düzenlemenin de hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.

Tabii "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir." Millet, bu egemenlik gücünü kurum ve kuruluşlar eliyle kullanır. 1960 darbesinden sonra oluşan anayasada kurum ve kuruluşlar devreye girince aslında bizim hep itiraz ettiğimiz, "statüko" dediğimiz, "vesayet odakları" dediğimiz hususlar devreye girmiş bulunuyor maalesef. 1980 ihtilalinden sonra oluşan 1982 Anayasası'nda da bu vesayet kurumları daha da ağırlaştırılarak millete ait olan egemenlik yetkisinin millete rağmen kullanıldığına birçok kez aslında tanıklık ettik.

Tabii, değerli dostlar, burada itiraz eden arkadaşların en önemli itiraz dayanaklarından bir tanesi "On dört yılı aşkın bir süredir tek başına iktidarsınız, ne istediniz de yapmadınız, neyi yapamıyorsunuz?" gibi birtakım itirazları var. Aslında, dün konuşma yapan değerli Komisyon üyemiz İstanbul Milletvekilimiz Markar Eseyan Bey bu konuya temas etti. Tekrar olmaması açısından ben tekrar etmeyeceğim ama şu kadarını söylemekle de iktifa etmek istiyorum.

Tabii, 2001 yılının 14 Ağustosunda AK PARTİ kuruldu ve Türk siyasi tarihinde ender rastlanan olaylar cereyan etti. Kurulduğundan on dört, on beş ay sonra 3 Kasım 2002'de AK PARTİ'miz tek başına iktidar oldu. Aslında henüz 2002'de vesayet odaklarının bu sisteme nasıl müdahale ettiğinin açık açık örneklerini 2002'de yaşamaya başladık. Partimizin kurucu Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın daha önce okumuş olduğu bir şiir nedeniyle almış olduğu mahkûmiyetinden dolayı adaylığı engellendi. Öyle ki Diyarbakır mahkemesi bir karar verdi, o kararın kesinleşmesi gerekiyordu, yirmi dört, yirmi beş saat gibi kısa süre içerisinde Yargıtay tarafından onaylanarak adaylığının önüne geçildi. O sürecin tamamını anlatacak değilim ama 2002'de başlayan bu aksaklık, 2003-2004'te askerî vesayetin devreye girme çabalarını hepiniz biliyorsunuz, en son 2007 yılında cumhurbaşkanlığı secim sistemiyle ilgili, tabiri caizse maç başlamışken kuralları değiştiren garabet bir yargı kararıyla birlikte, Anayasa Mahkemesi kararıyla birlikte ki o dönemde bunu kimlerin dillendirdiği, kimlerin bu hususu Anayasa Mahkemesine taşıdığı da izahtan varestedir. Şu anda bu düzenlemeye itiraz edenlerin de orada da asli aktör olduğunu maalesef gördük. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilme meselesi, 21 Ekim 2007'de yapılan referandumla, Anayasa değişikliğiyle gündeme geldi ve durup dururken gündeme gelmedi, biraz önce arz etmeye çalıştığım vesayet odaklarının iki de bir "Bu milleti serbest bırakırsan yanlış yapar, yanlış yola sapar, dolayısıyla sistemi öyle bir kuralım ki yanlış yola saptığı zaman balans ayarını yapıp -haşa- milleti yola getirelim." gibi bir sistem üzerine kurulu bulunuyor. Netice itibarıyla, her zaman olduğu gibi, milletimizin hakemliğinde... Evet, Meclisi baskı altına alabilirsiniz, Anayasa Mahkemesini devreye alıp milletin gönlünden geçen bir cumhurbaşkanının seçilmesinin önüne hukuki olmayan gerekçelerle ve bunu da en acısı hukuku da kullanarak, hukuku eğip bükerek, tabiri caizse, kanırtarak engellerseniz sözün nihai sahibi olan milletimiz de bu meseleyi çözer ve çözdü.

Tabii, o süreçleri hep beraber yaşadık, çeşitli provokasyonlarla karşı karşıya kaldık. Sadece yargı üzerindeki vesayet, daha doğrusu yargının devreye girerek kurmuş olduğu vesayet sistemleriyle ilgili değil, toplumsal vakalarla da ülkemizi karıştırmak istediler. Hatırlayın, o dönemlerde hepimizi üzen, canımızı yakan hadiselere muhatap oldu bu ülke, Hrant Dink suikasti, Rahip Rahip Santoro cinayeti, Malatya'da Zirve Yayınevinde insanlarımızın katledilmesi, sinagoglar önündeki patlamalar, bunları bu ülke yaşadı. Netice itibarıyla, istikametimizden döndürmek için bunları yaptılar ama şükür ki başarılı olamadılar, güçlü bir liderlik ve onun arkasında olan milleti buna müsaade etmedi.

Sisteme dönecek olursak, mevcut sistemde kuvvetler ayrılığı meselesi vurgulanmaktadır ama sizler de bizler gibi parlamenterler olarak bildiğiniz üzere yasamanın içinden çıkan bir yürütme söz konusu ve yürütmenin görev alabilmesi için yani bunun teknik tabiri güven oylamasını sağlayabilmesi için asgari yarıdan bir fazla sayıyı elinde bulundurması gerekiyor Parlamentoda yani güvenoyu alması gerekiyor. Böyle olunca, sadece bizim dönem açısından söylemiyorum, bizden önceki dönemler açısından da söylüyorum, Parlamentoda elinde çoğunluğu bulunduran bir hükûmet görev alabiliyor, dolayısıyla bunu da açık açık buradan ifade etmekte hiçbir sakınca görmüyorum, yürütmenin etkisi, daha da bir adım ileriye gidilebilir, tahakkümü altında olan bir yasamadan bahsetmek hiç de zor değil. Burada, geçmiş dönemde de bizim dönemimizde de, hükûmetin, güvenoyu almış olan bir hükûmetin istemediği hiçbir düzenlemenin geçme şansı yok. O zaman neyi konuşuyoruz kuvvetler ayrılığı babında? Hiçbir anlamı yok konuştuğumuzun.

Değerli kardeşlerim, yargı meselesine gelince... Hani, diyoruz ya "Millet egemenlik yetkisini kurumlar eliyle kullanır." Bir tanesi de yargı sistemi. Yargıyla ilgili eskiden bu yana süregelen birtakım farklı fikirler var, tartışmalar var maalesef, bundan da bir hukukçu olarak üzüntülüyüm. 12 Eylül 2010 referandumunda yargının tepesi olan, yargıyı düzenleyen; özlük haklarını, tayinini, terfisini düzenleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluyla ilgili bir düzenleme yapıldı. Tabii, bu düzenleme o dönemde de eleştirildi, karşı çıkanlar oldu. Şunu anlatmak istiyorum: O dönemde yapılan düzenleme, mevcut düzenlemeye göre birkaç adım daha ileriydi. Şu açıdan daha ileriydi: Eski HSYK düzenlemesinde sadece yüksek yargının belirlediği 5 kişilik bir heyet vardı, müsteşar ve Adalet Bakanıyla birlikte 7 oluyordu sayı bildiğiniz üzere. Sadece yüksek yargının dâhil olduğu bir HSYK yapısından 12 Eylül 2010 referandumuyla kürsü hâkimlerinin de dâhil olduğu bir yapıya geçildi. Yani, sayı 22'ye çıkarıldı Bakanı da sayarsak ve bunun -asıl olanları söylüyorum sadece- 7'si adli yargıdan, 3'ü idari yargıdan olmak üzere 10'u kürsü hâkimlerinden. Yani, yargı sistemi içerisinde görev yapan o tarih itibarıyla 12-13 bin hâkim savcının tamamının katılımı sağlanmış oldu. Dolayısıyla, sadece üst yargı kuruluşlarının, Yargıtay ve Danıştayın katılımıyla bir HSYK yapısı bu hâle getirilmiş oldu. Fakat, o dönemki tartışmalara da bakarsanız Adalet ve Kalkınma Partisi olarak bu işin esas doğrusunun da bu olmadığını defaatle gerek Adalet Bakanlığının oradaki bürokratları, Bakanı gerekse parti sözcüleri aslında millî iradenin de yani seçilmişlerin de bu işe, Meclis başta olmak üzere, dâhil olması gerektiğini defalarca ifade ettik. Tabii, bununla ilgili uygulamalar var, Amerika'daki, Almanya'daki, Avrupa'daki uygulamalar var. Amerika Birleşik Devletlerinde bildiğiniz üzere, jüriler üzerinden bir yargılama sistemi kurulmuş ve orada -hani, diyoruz ya- yargı millet adına bu yetkiyi kullanıyor. Ne münasebetle milletin adına veriyor bunu? Yani, milletle ilinti kurduracak bir mekanizmayı oluşturmak gerektiği kaygısıyla Amerika ve Avrupa bunu yapmış. Amerika'daki düzenlemeye dönüyorum, eyaletlerde jüriler doğrudan halk tarafından seçilerek oluşturuluyor. Bu oradaki halkla, milletle -bizim tabirimizle- bir ilinti kurduruyor ve halk tarafından seçilen jüri tarafından yargılama safahatı yürütülüyor.

Almanya'da ise -bakın, orada daha enteresan bir düzenleme var- eyaletlerde federal savcılar direkt Adalet Bakanına bağlı; direkt, her yönüyle. Dolayısıyla, orada da milletle yani halkla irtibat kurulacak bir mekanizma oluşturulmuş durumda. Önümüzde bulunan bu düzenlemede de doğrudan halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanlığı makamının da bu şekliyle milletle irtibatı sağlanmış görünüyor.

BAŞKAN - Sayın Yeşildal, lütfen toparlayalım.

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Çok kısa, bitireceğim Başkanım, arkadaşlara da daha fazla vakit kalsın diye.

Tabii, bu düzenlemede yürürlükteki yürütmeye ait olan yetkilerin dışında hiçbir yetki arkadaşlar, yeni oluşturulan sistemde Cumhurbaşkanlığına verilmemiştir ve şu anki sistemde de yürütmenin başı Cumhurbaşkanlığı makamıdır. 2002-2007 arası gerçekten, aslında bizim kaygı duyduğumuz hususların yaşandığı, cereyan ettiği bir dönemdi, hep beraber yaşadık. Yani, mevcut hâliyle bile bir Cumhurbaşkanı-hükûmet uyuşmazlığının nelere mal olabileceğini, bu ülkede ne tür tartışmalara sebebiyet vereceğini biz yaşadık; bizden önceki, 1999-2002 arasındaki hükûmetin yetkilileri de yaşadı. Krizler patlak verdi, baş gösterdi vesaire.

İBRAHİM ÖZDİŞ (Adana) - Siz nasıl yaşadınız bunu? On dört yıldır tek başınıza iktidarsınız, nasıl yaşadınız?

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Dolayısıyla, şunu anlatmaya çalışacağım...

Arkadaşlar, sizi saygıyla dinledik. (Gürültüler)

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, lütfen sataşma yapmayalım.

Sayın Yeşildal, siz devam edin, toparlayın lütfen.

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Arkadaşlar, sözlerimi de uzatmayacağım, kısaca hemen tamamlayacağım.

Şöyle arkadaşlar: Bir örnek vereyim. Merak ettiği için soruyordur İbrahim Bey, sataşmak açısından sormuyordur.

İBRAHİM ÖZDİŞ (Adana) - Evet.

Teşekkür ediyorum.

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Mesela, 2002 krizinden hemen sonra bir ara seçimle seçilen ve Başbakan olan Sayın Tayyip Erdoğan, Bakanlar Kurulu listesini o dönemin Sayın Cumhurbaşkanına onaylatmak üzere gittiğinde çalışmak arzu ettiği birtakım bakanlarla çalışmasına müsaade edilmedi, bunu herkes biliyor.

İBRAHİM ÖZDİŞ (Adana) - Var, bunun cumhuriyet tarihinde çeşitli örnekleri var. Ne olmuş? Olabilir yani.

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Onu anlatmaya çalışıyorum. Ben "Yok." demiyorum, var tabii ki. Onun için de bunun çözülmesi gerektiğini düşünüyoruz.

BAŞKAN - Sayın Yeşildal, siz cevap vermeyin. Lütfen, toparlayın, devam edin.

ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Netice itibarıyla, değerli kardeşlerim, bu düzenlemeyle yasama ve yürütmenin tam manasıyla birbirinden ayrıştığını aslında hepimiz görüyoruz. Bu düzenleme inşallah yürürlüğe geçtiğinde -şunu net olarak ifade etme gereği hissediyorum arkadaşlar- Türk siyasi tarihinde devrim niteliğinde bir düzenleme olacak, her siyasi parti -kendimizi de katarak söylüyorum- farklı bir vizyonla halkımıza, milletimize yaklaşmak durumunda kalacak. Çünkü -Değerli Adalet Bakanımız ilk günkü sunumunda buna değinmişti, çok kısaca ben de ifade etmek istiyorum- halkın yüzde 50 artı 1'inin oyunu almadan yürütmeye yani hükûmete gelme şansı olmayacak. Geniş kitlelere, toplumun farklı kesimlerine hitap edecek politikalar geliştirmek zorunda kalacağız siyaset kurumu olarak. Bu, yüzde 25 ile 30 arasında bu bantta oyu olan Cumhuriyet Halk Partisi için de geçerli, yüzde 10 bandında gezen ve üzerine çıkma başarısını gösteren HDP için de geçerli, yüzde 15 ile 20 arası banda oturmuş olan Milliyetçi Hareket Partisi için de geçerli ve şu anda iktidarda olan AK PARTİ için de geçerli. Eğer bu toplumun her kesimine, bu toplumun bütün değerlerine saygı duyan, onları kucaklayan, toplumun her rengine hitap edecek bir siyasi politika üretmezseniz bu toplumdan hükûmet olma yetkisini almak mümkün olmayacak. Dolayısıyla, "Ben yüzde 15 de yüzde 20 de alsam nasılsa koalisyon olarak bir tarafından hükûmete ortak olurum." umuduyla siyaseti kısır döngü bir hâle getirmeyeceğiz. Başarılı olanlar devam edecek, başarısız olanlar başarılı olacak aktörlere yerini devredecek, bu şekilde Türk siyasetini geliştirip önünü açmış olacağız diyorum.

Aslında, konuşulacak çok şey var.

Bir hususu da ifade etmem gerekiyor Sayın Başkanım, müsaade edin.

Tabii, burada beni en çok üzen, yaralayan birtakım söylemler oldu arkadaşlar. Eminim milletimizi de bu söylemler derinden yaralıyor. Milletimiz dikkatle takip ediyor. Hepimiz diyoruz ya "Millet iradesi. Millet ne söylerse başımız üstünde yeri var." Maalesef, bu kutsal çatı altında, millî iradenin tecelligâhı altında bu söyleme muhalif davranan, daha doğrusu öyle anlaşılan birtakım cümlelere muhatap oluyoruz. Hem de bunu partilerimizin -isim zikretmeyeceğim asla- yetkili isimleri söylüyor ve milletimiz de bundan son derece muzdarip.

Bir iki örnek vereceğim. "Bazı oylar sayılır, bazı oylar sayılmaz. Bu öyle bir şey değil." gibi bir cümle söylendi.