| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1504) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 26 .12.2016 |
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Çok teşekkür ediyorum Değerli Başkanım.
Sayın Başkan, çok saygıdeğer Hükûmet, çok değerli grup başkan vekilleri, saygıdeğer milletvekilleri; hepinizi ben de konuşmamım başında saygıyla selamlıyorum.
Geçen hafta salı günü başlayan görüşmelerde en başta şunu söylemek istiyorum: Tümü üzerinde konuşma talebinde bulunmuştuk ama CHP Grubundan bir tek Sayın Nurhayat Altaca Kayışoğlu'nun dışında milletvekillerimizden, diğer 5 milletvekilimiz tümü üzerinde görüşmelere ne yazık ki söz verilmediği için iştirak edemediler. Öncelikle, buna ilişkin çekincemi belirtmek isterim. Dikkat ederseniz buradaki sözünü ettiğim milletvekilleri Anayasa Komisyonu üyeleridir. Diğer milletvekillerimizle alakalı değerlendirme, tabii, ayrıca konuşulabilir. Onu öncelikle ifade etmek istiyorum. Buna ilişkin bir şey var.
Şimdi, biz o akşam, cumartesi akşamı, geçen hafta, konuşmalar yapılırken özellikle bu sözlerimin başında ben o gün bunları sizlerle paylaşmak istiyordum ama Fırat Kalkanı Operasyonu'nda şehit olan askerlerimize ilişkin olarak o akşam önce bir 14 rakamı geldi, daha sonra 2 daha arttı, 16 olduğunu söylediler; bugün 1 şehidimiz daha var. Sayın Başkanım, buradaki rakamların bir futbol maçındaki rakamlardan öteye... Burada yaşamların, hayatların, canların olduğunu ifade etmek istiyorum. 14-16 rakamını söylediğiniz zaman 14-16 rakamı çok soğuk bir rakam olarak geliyor. Yani 14 kişi öldü, 13 kişi öldü, vakayıâdiye, bir trafik kazasında kaybettiğimiz bir olay gibi addediliyor. O anlamda ben şehitlerimize olan saygıdan dolayı şehitlerimizin adını anmak istiyorum sözlerimin başında çünkü ben o konuşmamda, ilk yapacağım konuşmamda bu şehitlerimizin fotoğraflarını getirmiştim. Olay daha sıcak, onların adları teker teker anarak onların manevi huzurları önünde bütün heyetimizin saygıyla eğildiğini biliyorum parti ayırımı yapmadan.
Binbaşımız Bülent Albayrak, Uzman Çavuşumuz Mehmet Kökkaya, Uzman Çavuşumuz Ali Sezai Yalçın, Uzman Çavuşumuz Osman Çelik, Astsubay Çavuş Furkan Yavaş, Astsubay Çavuş Göktan Özipek, Astsubay Başçavuş Ökkeş Karaca, Astsubay Çavuş Ömer Can Yekebağcı, Astsubay Çavuş Önder Pınar, Uzman Çavuş Akın Acar, Uzman Çavuş Ali Yılmaz, Uzman Çavuş Burak Boz, Uzman Çavuş Ferhat Demir, Uzman Çavuş Oktay Durak, Uzman Çavuş Hasan Kavuz, Astsubay Çavuş Okan Altıparmak. Ve bugün -ne yazık ki- aldığımız en son haberlere göre, bilmiyorum, konuştuğum saatlerde, dakikalarda belki 1 şehidimiz daha var mıdır, yok mudur, inşallah yoktur diye temenni ediyorum, 16 şehit verdik. Başta bu ülkenin kurucusu, sözlerimin başında Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, bütün şehitlerimizi saygıyla yâd ediyorum, onlara rahmet diliyorum, gazilerimizi şükranla, minnetle anıyorum. Öncelikle, bunu ifade etme gereğinin hasıl olduğunu ifade etmek istiyorum Değerli Başkan.
Şimdi, burada ilk yaptığımız andan itibaren neden böyle bir gerilim oldu, neden bu yasaya ilişkin yasa teklifiyle ilişkin görüşmeler buraya geldi? Onları içtenlikle tartışmak istiyoruz, değerlendirmek istiyoruz Saygıdeğer Başkan, değerli üyeler.
Bütün olayın çıkış noktası -en başta da ifade ettim- böyle bir düzenleme herhangi bir düzenleme değil, herhangi bir kanun teklifi değil. Anayasa Komisyonunda ben Cumhuriyet Halk Partisi Grubu içerisinde 24'üncü Dönemden bu tarafa kalan en kıdemli üyeyim, neredeyse 6'ncı yıla girdik ama Anayasa Komisyonuna bu derecede rejimle alakalı, sistemle alakalı bir Anayasa değişikliği gelmedi, bundan önce yapmış olduğumuz değişikliklere baktığımız zaman bunlarla kıyaslanmayacak kadar "kral çıplak" denecek, belki rejimi sona erdirecek kaygılarımızı haklı çıkartabilecek bir tasarıyı, bir teklifi görüşüyoruz değerli arkadaşlarım. O anlamda, söylemek istediğimiz bazı şeyler var.
En başta da dediğim gibi, hem usule ilişkin değerlendirmelerimizi hem maddeye ilişkin değerlendirmeleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Burada temel argümanımızın kuvvetler ayrılığı olduğunu öncelikle ifade etmek istiyorum. Yani, kuvvetler ayrılığı nedir, nereden yola çıkılıyor diye bunu öncelikle ifade etmemiz gerekiyor. Parlamenter sistemin dayanaklarının nereden kaynaklandığını, nereden çıktığını konuşmamız için ta İngiltere'ye gitmemiz gerekiyor. 17'nci yüzyılda İngiltere'den çıkan parlamenter sistem ilk başta oradan çıkıyor, arkasından 18'inci yüzyılın ortalarında Avrupa'ya Fransa'yla Avrupa yayılmaya çalışıyor ve 19'uncu yüzyıldan sonra Avrupa'da monarşi terk ediliyor. Avrupa'da Parlamenter sistemin gelişmesi bu, dünyada da buna ilişkin gelişmeler oluyor. Başkanlık sistemine ilişkin gelişmelerin temel dayanağı ise 1787'de Amerikan Anayasası'dır. Dünyadaki ilk demokrasi girişimlerinden bir tanesi, bize göre başkanlığın belki katıksız uygulandığı, kuvvetler ayrılığının göz ardı edilmediği esas temel dayanak Amerika Birleşik Devletleri'dir. Ama, her iki sistemin de en büyük ayrışmalarının en önemli belirgin noktası kuvvetler ayrılığıdır Yani yasamanın, yürütmenin ve yargının ayrı olmuş olduğu bir sistemi öngörmek. Sistem eğer tarih içerisinde... Bu kuvvetler ayrılığının temel karşıtı da kuvvetler birliği yani normların bir anlamda bir kişide, bir güçte toplanması. Eğer kuvvetler ayrılığının karşıtı kuvvetler birliği meclis lehine toplanmışsa sistemin içerisinde, buna "meclis hükûmeti" diyorlar ama kuvvetler birliği bir kişi üzerine, bir monark üzerine odaklaşıyorsa bunun adına da "otokrasi" diyorlar, gerektiğinde "faşizm" diyorlar, "tek adam rejimi" diyorlar; bunun karşıtlığı bu.
Şimdi, burada kuvvetler ayrılığından ne anlıyoruz? Öncelikle, onu ifade etmemiz lazım. Benim üniversitede okuduğum yıllarda, Ankara Hukuk Fakültesi 1'inci sınıfta bize bir soru sormuşlardı "Kuvvetler ayrılığı nedir?" diye. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşımın verdiği cevabı aradan otuz yıl geçse de unutmadım. Dedi ki: "Kuvvetler ayrılığı 3'e ayrılır." Merak ettik, hoca bunu benim de olduğum sınıfta kürsüden söyledi. Dedi ki: "Kuvvetler 3'e ayrılır: Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Kara Kuvvetleri." Hiç abartmadan söylüyorum. Eğer kuvvetler ayrılığından biz bunları anlıyorsak söyleyeceğim bir laf yoktur. Bir ironi yapayım dedim belki dikkatinizi çekerim diye ama kuvvetler ayrılığından eğer bunları anlamıyorsak, başka bir tavır varsa ve gerçek anlamda demokrasilerin temelini anlıyorsak, yasama, yürütme ve yargının birbirine müdahale etmemesi gerçeğini ve demokrasinin vazgeçilmez unsurunun bu olduğunu anlıyorsak ona diyeceğimiz bir laf yoktur.
Değerli arkadaşlar, bize öğretilen şudur hukuk fakültelerinde: Siyasi partiler demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ama, bir başka gerçek daha vardır: Demokrasiler, siyasal partiler yüzünden son da bulabilir. Böyle bir gerçeği de anayasa hukukun ve temel hukukun temel ilkelerinden biri olarak göz önüne almak zorundayız.
Şimdi, burada bazı şeyleri paylaşmak istiyorum, zamanla alakalı şöyle düşünmenizi istemem: Zaman doldurmak veya zamana yaymak gibi bir niyetim yok. Bazı temel argümanları en başta paylaşacaktım, bunları sizlerle paylaşmak isterim. Burada esas temel noktamız -buraya gelmeden evvel ilk yaptığım beş dakikalık konuşmada, birinci gün yapmış olduğumuz beş dakika civarında, tümü üzerinde değil de usule ilişkin ne yapabiliriz diye orada yapmış olduğum konuşmada da değerlendirmiştim- 12 Eylül 2010 halk oylamasına ilişkin Anayasa Komisyonunda yapılan toplantı tutanaklarını aldım, onları inceledim. 650 sayfanın üzerinde bir tutanak var. Değerli Başkanım, onları incelemenizi bütün Komisyon üyelerine sizin şahsınızda tavsiye ederim, mutlaka bakmanız gerekir yani "O tarihte, 12 Eylül 2010'da neler konuşulmuş, neler değerlendirilmiş, nerede hata yapılmış, toplumun önüne neler koyulmuş? diye. Anayasa Komisyonunda yargının teslim edilmesiyle alakalı o dönemin Sayın Adalet Bakanı Sayın Sadullah Ergin'in neler dediğine, o dönemin Komisyon Başkanının neler söylediğine, o dönemde çekincesi olan muhalefet milletvekillerinin ileriye dönük kaygılarının neler olabileceğine, toplumun önüne nelerin gelebileceğini ilişkin kaygılarını o Komisyon tutanaklarına bakarak bugünle bir empati yapmalarını bir muhalefet milletvekili olarak özellikle öneririm. Onu öncelikle ifade edeyim. Neden? Şimdi, biraz önce değerli milletvekillerimiz söylediler. 15 Temmuza gelinen sürecin, bir yargının 12 Eylül 2010 ayağında nasıl teslim edilmiş olduğunun ibret belgesidir bana göre o Anayasa Komisyonundaki tutanaklar.
Şimdi, değerli milletvekilli arkadaşlarım, biz o dönemdeki tutanaklardaki görüşmeler içeriğinde halk oylamasına 12 Eylül 2010'da bir düzenlemeyi getirdik. Baştan beri demiş olduğunuz "millî irade" söylemi var "Millet en iyisini bilir, en doğrusunu bilir." diye. Buna ilişkin en temel karşıt argüman, bunlardan bir tanesi -şimdi hiçbirimizin beğenmediği ama 12 Eylülün benim de çocuk olduğum şartlarda- 12 Eylül 1980'de yüzde 92'yle kabul edilen Anayasa oylamasıdır, bunlardan birincisi budur. İkincisi de -halka yanlış metin verilmişti, o dönemin koşulları içerisinde halk bunu onayladı- aradan yıllar geçtikten sonra 12 Eylül 2010'da, yaklaşık otuz yıl sonra halkın önüne tekrar bir yanlış metin koyulmuştur ve halk bu yanlış metini ne yazık ki onaylamış bulunmaktadır değerli arkadaşlarım. Eğer o tarihte yani 12 Eylül 2010'da halk bu yanlış metni onaylamamış olsaydı, en azından yargıdaki bu depremi, yargıdaki bu yıkılmayı, teslim olmayı veya bugün yaşamış olduğumuz o 15 Temmuzdaki şehitleri, acıları vermezdik diye düşünüyorum. Bakın, bir yargı düşünün, 3.600-4 bine yakın hâkim ve savcının HSYK tarafından meslekten atıldığı, meslekten kenara koyulduğu bir yargı var. Bu, şu demek yani belki abartma olabilir veya olmayabilir: 4 hâkim veya savcıdan 1'nin Fetullahçı terör örgütüne üye olduğu veya olduğuna ilişkin iddialar var. HSYK buna ilişkin ihraç kararları verdi. Bunlardan bir bölümünün tutuklu olduğunu, tutuklu olarak yargılandığını, bir bölümünün de haklarında gıyabi tutuklama kararların olduğuna ilişkin bir hâkim, savcı gerçeği var. Bu ne demektir? Eğer yargının, eğer Türkiye Cumhuriyeti'nin 2016 Türkiyesinde yargıda dörtte 1'lik, bir alt mahkemede kürsü yargıcı olan veya Yargıtayda olanların bir bölümü eğer içerideyse veya meslekten ihraç edilmişse gerçekten vahim bir tablo, vahim bir durum vardır; öncelikle onu ifade edeyim. O tarihte Sayın Genel Başkanımız "Yargıtaya 160 militan atanıyor." diye feveranda bulunduğu, serzenişte bulunduğu dönemde sizlerin nasıl kıyamet kopardığınızı ben gayet iyi hatırlıyorum değerli arkadaşlarım, yani halk şöyle düşünüyor demeyin. Bakın, ben o dönemde, 2010'da partinin İl Başkanıydım. Benim seçim bölgemde -bizim için büyük bir onurdur, benim açımdan- Artvin'de, benim seçim bölgemde biz ona "hayır" dedik, 2010 halkoylamasına "hayır" dedik arkadaşlar, yani kıl payı da olsa yüzde 51'e yüzde 49 veya yüzde 50'ye yüzde 51 -rakamlar yanlış olabilir- yani bizim çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük onurdur. Belki o gün halk, Anayasa Komisyonunun, Parlamentonun yapmış olduğu yanlışı tescil etmeseydi "hayır" deseydi, bugün yargı en azından teslim edilmemişti Fetullahçı terör örgütüne.
Biraz önce değerli milletvekili arkadaşlarımızdan biri bahsetti. Değerli arkadaşlarım, 15 Temmuz akşamı burada, kitabını yazan değerli başkan da karşımda oturuyor, bizden de gerekli şeyleri istedi "O akşam neler yaşadın?" şeklinde ve Başkanımıza çok teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, biz o akşam buraya geldiğimiz zaman -Bülent Tezcan çok mütevazı konuştu- Meclis Başkanı gelmemişti biz geldiğimiz zaman. Bakın, emin olabilirsiniz, içtenlikle bir şey söylüyorum.
NECDET ÜNÜVAR (Adana) - Gelmiş, Çankaya'ya çıkmıştı.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Tabii, olabilir Başkanım, yani biz orada kimin önce geldiği diye değil... Biz duyar duymaz yani çok uzaktaydık, 30 kilometreden kalktık koşa koşa buraya geldik hiç tereddüt etmedik. Buraya gelmemizdeki amaç da şuydu: Bizim tarihin hiç döneminde partimizin yol göstericileri arasında Fetullahçı veya öyle bir yapılanma yoktur. Şimdi, bu konuda bizim kıyamet koparmamızı anlamanız lazım. O akşam biz sınavı geçtiğimizi düşünüyoruz yani ben o akşamki Parlamentoda en arkada "yayla" olarak tabir edilen yerde oturuyordum, bombalar atılana kadar ben olayın ciddiyetinde değildim. Bunlar, yani bin yıl düşünsem Mustafa Kemal'in Parlamentosuna bunlar bomba atacak kadar alçalır mı diye, bana deseler inanmazdım, açık açık ifade edeyim, yani bunu bana sizler de anlatsanız inanmazdım. Yani bu kadar gözü dönmüş bir güruhun Parlamentoyu yok etme girişimi karşısında böyle bir tavrı koyarlar mı diye düşünseydim bunu şiddetle reddederdim, öncelikle onu ifade edeyim. O nedenle, gelinen noktada belki 15 Temmuza gelmeyecek bir tabloyu belki 12 Eylül 2010'da veya daha sonra, ondan sonra gelecek olan süreçlerde durdurabilirdik, öncelikle onu ifade etmek istiyorum.
Saygıdeğer Başkan, bu yasaya, tipik parlamenter sistem ile Başkanlık sistemi arasındaki yol ayrımında Cumhuriyet Halk Partisinin bu şekilde tavır göstermesini, milletvekillerimizin bu şekilde reaksiyon göstermesini anlamamanızı, anlama konusunda zorluk çekmenizi gayet saygıyla karşılıyorum.
Bakın, cumhuriyet kurulduğu zaman 1923'te, cumhuriyet kuruluyor, aradan bir iki yıl geçiyor Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e bir Fransız gazeteci soruyor Cumhuriyet Halk Partisini kurduktan sonra. Diyor ki "Paşam, koskoca Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdun, Cumhuriyet Halk Partisini niye kurdun?" diyor. Çok ilginç bir sözdür bu; Paşanın vermiş olduğu cevap çok ilginçtir: Diyor ki" Cumhuriyet Halk Partisi, inkılabın siyasi teşkilatıdır." Bugünkü terimle söyleyeyim "Cumhuriyet Halk Partisi, devrimin siyasal örgütüdür." diyor.
Bakın, 1923'teki aydınlanma devrimini savunuyorken statükoyu savunmuyoruz Sayın Başkan, biz Cumhuriyet Devrimi'ni, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, bu Parlamentoyu savunuyoruz, bu Parlamentonun işlevli olması gerektiğini savunuyoruz; o nedenle bizim buradaki öncelikli çıkış noktamızın bu olduğunu ifade etmek zorundayım.
Şimdi, değerli Başkan, bizim yasa yapıyorken veya buna ilişkin düzenlemeler yapıyorken ileri sürdüğümüz şeylerden bir tanesi şu: Biz diyoruz ki buna ilişkin düzenlemeleri öncelikle koşulların uygun olabildiği, açıkça tartışabildiğimiz, her şeyi açıkça konuşabildiğimiz, sözlere ilişkin herhangi bir kısıtlamanın olmadığı -Venedik Kriterlerinden hep ısrarla bahsediyoruz- Venedik Kriterleriyle alakalı katılımcılığın en yoğun olduğu, şeffaflığın en yoğun olduğu, adil propagandanın en yoğun olmuş olduğu bir dönemde yapmak gerektiğinin hasıl olması gerektiğini ısrarla ileri sürüyoruz ve diyoruz ki anayasalar, bir partinin mutfağında hazırlanmayacak kadar önemli toplumsal uzlaşma belgeleridir; bunu önemle vurguluyoruz. O nedenle bu, bir partinin veya iki partinin mutfağından hazırlanmadan öte şeffaf, katılımcı, sivil toplum örgütlerinin, Türkiye'nin anayasa hukukunda uzmanlaşmış profesörlerinin, katılımcılığın en yoğun olduğu, en azından Barolar Birliğinin hukukun ihlal edildiği, buna ilişkin kaygılarımızın olduğu bir düzlemde, onların da olduğu bir ortamda tartışılmasının gerekli olduğuna inanan bir düşünceden geliyoruz ama ne yazık ki salı günü önümüze bir yemek konuluyor, şimdi basından almış olduğumuz bilgilere göre diyorlar ki "Bunu ayın 29'una kadar bitireceksiniz."
Sayın Başkan, bu talebin Parlamentodan, Parlamentonun üyelerinden gelmediğinin bilincindeyiz, sizden de gelmediğinin bilincindeyiz. Yani buna ilişkin bir yetki devrinin, Mecliste olan bir yetki devrinin Saray'a devredilmesine ilişkin kaygının nereden geldiğini biliyoruz, bir an önce bu yetkinin devredilmesine ilişkin acelenin, gerekçenin ne olduğunu da tahmin ediyoruz. Biliyoruz ki Saray'da olan Sayın Cumhurbaşkanı önündeki bütün anayasal denetim mekanizmalarını, kontrol mekanizmalarını ortadan kaldırarak mutlak bir güce götürebilecek olan bir yola ilişkin otobandaki bütün engellerin kaldırılmasına ilişkin bir girişim olduğunun farkındayız. Ama biz diyoruz ki buna ilişkin, Anayasa'ya ilişkin bir düzenlemenin Türkiye'nin olağan koşullarda olduğu bir Türkiye şartlarında gerçekleşmesinin de elzem olduğunu, anayasa yapım tekniği açısından çok önemli olduğunu öncelikle ifade etmek isterim.
Biraz önce burada bir milletvekilimiz dile getirdi. Bakın, benim seçim bölgem açısından ilginç bir şeyden bahsetmek istiyorum: Şimdi, benim seçim bölgemde Sayın Başkan, 19 Eylülde Cerattepe'ye ilişkin bir duruşma tarihi belirlendi. Ben de hatta o tarihte yurt dışına çıkacaktım ama Cerattepe duruşmasının tarihi verilince programımı değiştirdim. 19 Eylülden bir gün evvel, Artvin'deki vali Artvin'le alakalı bir eylem yasağı koydu. Daha önce yapmış olduğum konuşmada da söyledim -burada hukukçu milletvekilleri var-ağır cezada bir duruşmaya girdiğiniz zaman o duruşmada tutuksuz yargılanan bir sanık varsa, bir şüpheli varsa eğer onun hakkında bir tutuklama karara verirseniz -Sayın Mahmut Tanal iyi bilir- öncelikle polisi ve kolluğu kapıya çağırırsınız, onunla alakalı...
(Adana Milletvekili Necdet Ünüvar Artvin Milletvekili Uğur Bayraktutan'a su gönderdi)
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Teşekkür ediyorum Başkanım.
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Sayın Başkan, yapmayın!
CEYHUN İRGİL (Bursa) - Su atma arkadaşım, su fırlatmayın; çok ayıp!
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Başkanım, çok teşekkür ederim.
NECDET ÜNÜVAR (Adana) - Hayır, konuyu sulandırmak gibi bir amacım yok benim.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Hayır, hayır, estağfurullah, ben nezaketinizi biliyorum.
ÖZKAN YALIM (Uşak) - Ama su atmışken hep böyle sular atın, başka sular değil.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Her zaman böyle şeyi bekleriz. Sağ olun Başkanım, ben nezaketinizi biliyorum o konuda. Sayın Valim de yanınızda, biliyorum o konudaki nezaketinizi.
Şimdi, burada kimseyi incitmek veya kırmak gibi bir niyetim yok ve hayatım boyunca öyle bir tarzım olmamıştır, kimseyi de üzmek gibi bir saikle konuşmuyorum, öncelikle onu ifade etmek isterim.
Şimdi, burada Artvin'le alakalı Artvin Valiliğinin bir kararı var. Şu haber, geçen, konuşma yapacağım günden iki gün sonra yayınlandı Sayın Başkan; bu haber yeni, yani daha yeni bu. Şu haberi yani daha önceden kesmedim, bu haber 21 Aralık 2016 tarihinde gazetede yayınlandı. Şimdi diyor ki "Artvin'de afiş bile yasak." Haberi okuyorum Artvin Valiliğinin, diyor ki: "Şehirde dört aydır her türlü eylem yasağı var. Artvin Valiliği, mevcut huzur ortamının devamı, kamu düzeninin bozulmaması ile vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla her türlü yürüyüş -arkadaşların, sayın milletvekillerinin dikkat etmelerini isterim, çok önemli bu çünkü- basın açıklaması, toplantı, miting, çadır kurma, oturma eylemi, stant açma, afiş, pankart, bildiri ve buna benzer etkinlikler türündeki tüm etkinlikler, bu etkinliklerin öncesi, sırası ve sonrasında oluşabilecek şiddet hareketleri gerekçesiyle 18/11/2016 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere bir ay süreyle yasaklanmıştır." Tarihi burada yanlış demiş, "18 Aralık" diyecekmiş, yanlış yazmış. "Eylem yasağı 18 Ocakta sona erecektir." diyor değerli arkadaşlarım. Bu, ulusal basında çıktı, bunun yalanı da yok Artvin Valiliğinin internet sitesine girerseniz, internet sitesinden neler olduğunu, neden kaynaklandığını görürsünüz değerli arkadaşlarım.
Şimdi, burada sizin söylemiş olduğunuz şeylerden bir tanesi şu: Saray'ın Başkanlıkla alakalı talebinin gerekçesi veya sizlerin ileri sürmüş olduğunuz temel argüman, bunu getirmekte en önemli mirengi noktanız, diyorsunuz ki "Biz bunu getirdiğimiz zaman istikrar, siyasal istikrarın devamını sağlayacağız, siyasal istikrar olacak." Evet, bu, bir gerekçe olabilir, yani bu gerekçeyi de saygıyla karşılayacağız ama benim de size söyleyeceğim bazı şeyler var bu konuda. Gerçekten eşyanın tabiatına aykırı bir durum var. On beş yıldır tek başına iktidarla yönetilen bir Türkiye var ve siz tek başına iktidar tarafından yönetilen bir Türkiye'de "Siyasal istikrar, tek başına Hükûmet olma gerekliliği ve koalisyonların olmaması gerçeğinden hareketle biz bunu getiriyoruz." derseniz bu çok ütopik olur diye düşünüyorum yani bunun gerçekliğiyle alakalı gerçekten ciddi anlamda tartışmamız gerekir. Neden? Eğer siyasal iktidarı, Sayın Başkan, koalisyonla veya tek parti iktidarıyla, birbiriyle özdeşleştirirsek... Ben buraya gelmeden evvel Almanya'daydım, oradan Fransa'ya geçtim. Yani son üç dört günde Komisyon başlamadan evvel oradaydım. Öğrendiğimiz bir gerçek var; Almanya'da İkinci Dünya Savaşı'ndan bu tarafa doğru tek başına iktidar yok değerli arkadaşlarım. Şu anda da Almanya'da SPD ile Merkel Başkanlığındaki FDU koalisyon kurmuşlar ve beraber ülkeyi yönetiyorlar. Almanya'daki millî gelir ile Türkiye'deki millî geliri karşılaştırdım: Almanya bir sanayi devi, 40 bin dolar millî geliri var, bizde 8 bin dolar, TÜİK'te oynadık onu, aşağı yukarı çekme olayı var, G20'den çıkmayla alakalı bir tereddüt var. Türkiye'de 20 milyon nüfuslu bir İstanbul gerçeği var, gittim orada bir kent gördüm, Frankfurt, 500 bin-700 bin nüfusu var, Almanya'nın sanayi devlerinden bir tanesi, Almanya Avrupa'nın sanayi devi. Eğer istikrar anlamında ölçü koalisyonsa, tek parti iktidarıyla alakalı bir sistemi kurarsak, gerçeklik payı yok bu işte. Yani, demek ki talep bu değil, başka bir talep var.
Şimdi, "Buna ne diyebiliriz?" diye düşündük, anayasa öğretisinde bazı öğretim üyelerinin değerlendirmelerine baktık, buna "patronlu hiperbaşkanlık sistemi" diyorlar, ilginç bir olay yani "patronlu hiperbaşkanlık sistemi" diyorlar. Niye? Çünkü, başkanlığın tam anlamıyla uygulandığı, yasama, yürütme, yargı güçlerinin birbirinden ayrı olduğu bir ülke düzleminde, kuvvetler ayrılığının tam uygulandığı ülkede, Amerika'da bile bu şekilde bir yetki talebi yok, ne başkan tarafından böyle bir yetki talebi var ne de buna ilişkin bir serzenişte bulunma talebi var, kanun hükmünde kararname ve diğerleri. Bakın, Amerikan Başkanının bakanları atama yetkisi bile yok Sayın Başkan, değerli milletvekilleri. Başkanlık sisteminde bugüne kadar Senato onayı olmadan atamayı yapamıyor. Senato, Amerikan tarihinde 25 bakanla alakalı -bu, çok gözükebilir, az gözükebilir- başkanın atama yetkisini veto etmiş, çok ilginç bir olay. Bir başka olay daha var; mesela, Amerikan Başkanının kanun hükmünde kararname yetkisi yok, öyle bir yetki yok.
Şimdi, bizim Türkiye Büyük Millet Meclisinin olmasının temel argümanı şu: Yani buraya, Parlamentoya ben 2011 yılında geldiğim zaman biz iki sacayağı, sacayağı da demeyelim, iki temel argüman üzerinden Parlamentoyu götürüyorduk. Bunlardan bir tanesi kanun yapma tekniği. Biz biliyorduk ki Parlamento bir kanun yapma fabrikası değildir ama yasama görevini yapıyorken kanunla alakalı düzenlemeler yapar, bunun gereğini yapar, öyle biliyorduk Türkiye Büyük Millet Meclisinde. Bir ikinci olay da bütçe tekniği, bütçe yapmak. Şimdi, Parlamentodan bu her ikisiyle alakalı düzenlemeyi de ortadan kaldırıyoruz, diyoruz ki sen ne kanun yapabilirsin ne de buna ilişkin herhangi bir şekilde düzenleme yapabilirsin, bütçe de dâhil olmak üzere. Amerikan sisteminde bir kurumsallaşma var, bizdeki gibi bir kutuplaşma yok. Mesela orada siyasi parti liderinin adını kimse bilmiyor -Amerika'da- ki herkes başkan adayının kim olduğunu biliyor. Yani sorsanız işte, "Siyasi parti lideri kimdir? Demokratların başkanı kimdir, Cumhuriyetçilerin başkanı kimdir?" diye böyle bir düzenlemeyi bilmeleri mümkün değil. O nedenle gelinen tabloda bunları kabul etmek mümkün değil.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, biz yargıyla alakalı... Özellikle Anayasa Mahkemesi ve arkasından Yüksek Seçim Kuruluyla alakalı burada düzenlemeler de var. Şimdi, değerli milletvekillerimiz biraz önce, ilk başında açıklamaları yapıyorken dediler ki: "Siz yazılı soru soracaksınız." filan... Sanki mevcut düzenlemede... Sayın Elitaş mıydı -notlarımı aldım ama burada tam yok- Sayın Bakan da olabilir. "Yazılı soru sorabilirsiniz, işte, şunu yapabilirsiniz." diye ama sözlü soruya girmediler, hep bardağın dolu tarafına baktılar. Ama, Parlamentonun denetim yetkilerini bir anlamda elimizden aldığımız zaman buna ilişkin sorunlar çıkar diye düşünüyoruz. Biraz önce bir milletvekili arkadaşımız, benim de değer verdiğim bir arkadaşım "Buna ilişkin düzenlemeler konusunda önerge verebilirsiniz." dedi. Arkadaşlar, bize göre butlan olan, keenlemyekûn olan, cumhuriyeti tamamıyla ortadan kaldırmaya ki buradaki sizin ısrarla karşı çıktığınız "Cumhuriyet orada duruyor." diye... Bakın, dünyada cumhuriyetler var, Libya'da da vardı, Libya İslam Cumhuriyeti veya başka türlü Irak'ta da vardı, böyle, böyle diye...
MAHMUT TANAL (İstanbul) - İran İslam Cumhuriyeti de var.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Cumhuriyet başka bir olay. Bizim kastetmiş olduğumuz Sayın Başkan, Mustafa Kemal'in cumhuriyeti, laik cumhuriyet; bizim tereddüt ettiğimiz, belki içinizden sizlerin de bazılarının kaygı duymuş olduğu cumhuriyet, bizim savunduğumuz cumhuriyet. Peki, o cumhuriyet için hayatını feda etmeye hazır olduğumuz cumhuriyet laik cumhuriyet, Mustafa Kemal'in cumhuriyeti. Bakın, bugün bu ülkede ciddi anlamda bir kaygı var, ülkede terör var. Buraya oturduğumuz saatlerde bile güneydoğuda, ülkenin bir bölgesinde neler olacağını bilmiyoruz. Askerlerimiz, güvenlik güçlerimiz şu anda dışarıda, şeylerle çarpışıyorlar; karşı tarafta IŞİD diye alçak bir terör örgütü var veya başka terör örgütleri var, soldan var, sağdan var, ayırmak istemiyorum. Elimizde görüntüler var, biz izledik, çıldırdık. Beni Artvin'den, benim seçim bölgemden aradılar, dediler ki: "Bunlar gerçek mi?" Durun dedim, bir acele etmeyin bakalım, bunlar gerçek mi, inşallah olmaz dedik. O görüntüleri izleyip bu ülkeyle alakalı ufak bir kırıntısı olan, cumhuriyetle, vatanla, ülkeyle, bayrakla ufak bir kırıntısı olan bir insanın içinde eğer bir şeyler kıpırdanmıyorsa demek ki onda bir problem vardır, öyle düşünüyoruz. Yani biz bunları yaşadığımız bir düzlemden geçiyoruz. Bize sokaktaki vatandaş diyor ki: "Siz bunların olduğu yerde neler tartışıyorsunuz?" Ama şunu ifade edeyim: Biz bunları konuşmak durumundayız.
En çok yaptığınız eleştirilerden bir tanesi şu, Adalet ve Kalkınma Partisindeki milletvekili arkadaşlarım şunu diyorlar: "En çok siz konuşuyorsunuz." Şunu düşündüm ben geçen eve gidince, dedim ne diyorlar, aslında dedikleri doğru, en çok biz konuşuyoruz. Sayın Başkan, ben bunu bir futbol maçına benzettim. Bir futbol maçında iki takım var, takımlardan bir tanesi top çeviriyor -sonuca mugayir bir iş diye düşünelim- hakem -Sayın Şentop burada olsa ona derdim, size demeyeyim- birden maçı durduruyor, diyor ki: "Siz çok top çevirdiniz. Öbür takım, kaleciyi de çıkardım, bir penaltı atsın bakalım." Bir penaltı atıyor, biz ondan sonra bir otuz dakika daha top çeviriyoruz. Sonra Başkan diyor ki: "Bir dakika durun, kaleciyi de çekeyim, bir 2'nci golü daha atayım." Sonra çıkıyorsunuz diyorsunuz ki: "Şu anda gol atan sizsiniz." Şimdi gol atan sizsiniz.
ABDURRAHMAN ÖZ (Aydın) - Başınıza geleceği biliyorsunuz yani, sonra "Haberimiz yoktu." demeyin.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - İnanıyorum ki buradan çıktıktan sonra bir odaya toplandığınız zaman kendi kendinize bizim hâlimize güldüğünüzü de tahmin ediyorum, açıkça ifade edeyim, aklımdan o geçiyor, yapmıyorsanız, o kendi vicdan muhasebenizdir. Ama yani ne yapıldığının, ne olduğunun farkındayız. Yani nasıl ki siz bir yerden böyle bir talep var, onun gereğini yerine getirmeye çalışıyorsunuz, bizler de bu talep doğrultusunda karşınızda gerekli argümanları yapmaya çalışıyoruz.
ABDURRAHMAN ÖZ (Aydın) - Uğur Bey, kusura bakmayın, bir araya gireyim.
Arkadaşlar, ben tabii, Aydınlıyım dedim, Kuyucaklıyım dedim konuşmalarımda. Aydın'dan incir getirdik, sizlere ikram ediyoruz Aydın inciri, doğal, afiyet olsun.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Teşekkür ediyorum.
BAŞKAN - Evet, teşekkür ederiz.
Buyurun Sayın Bayraktutan.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Sayın Başkan, aslında, bu... Ara vereyim mi Başkanım?
BAŞKAN - Buyurun, devam edin çünkü biraz sürebilir.
Evet, sükûneti sağlayalım arkadaşlar, Sayın Bayraktutan'ı dinliyoruz.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Arkadaşlar, bu incirin buraya gelmesinde benim de katkım var. Neden katkım var? Çünkü "Aydın'ın eniştesi konuşuyorken getirelim." dediler, ben de Aydın'dan evliyim. O anlamda Sayın Başkan tevazu gösterdi, kendisine çok teşekkür ediyorum.
Şimdi, Değerli Başkan, değerli milletvekilleri; ben Parlamentoya gelmeden evvel uzun yıllar -yirmi üç yıl, yirmi dört yıl- avukatlık yaptım. Burada sizin sıralarınızda olan iktidar partisinden milletvekili arkadaşlarımızdan da bunlara şahit olan arkadaşlarım var çok değer verdiğim. Ve şunu gördüm Sayın Başkan: Ben avukatlık yaparken "kanun koyucu" diye terminolojik bir terim vardı, bir tabu vardı. Kanun koyucuyu ben ulaşılmaz bir güç zannederdim, "Kanun koyucu şöyle diyor, kanun koyucu şöyle diyor..." Geldim, burada kral çıplak, kanun koyucu hiç öyle bir şey değilmiş, kanun koyucu bizmişiz, oymuş, yandakiymiş. Bir önerge veriyorlar, tepetaklak oluyor, öbür türlü bir önerge veriyorlar, bambaşka oluyor. Aileden hukukçuyum, benim eşim de noter. Dedim ki siz kanun koyucu işini boş verin, kanun koyucu falan boş ver. Önergeyi şey yapıyorlar, "Kabul edenler... Etmeyenler... " diye böyle bir gerçek gidiyor.
Şimdi, burada bir hedef var, bu hedef de şu: Şimdi, burada Değerli Başkanım, bir parti devleti oluştu, sıkıntı bu. Bakın, ben size bir spesifik örnek anlatacağım. Diyeceksiniz ki: "Çok abartıyor da olabilir." Bir parti devletinin nasıl oluştuğuna ilişkin bir örnek anlatacağım Sayın Başkan.
Şimdi, benim seçim bölgemde Sayın Genel Başkan Artvin'e bir mitinge geldi, bizim Genel Başkanımız. Genel Başkana helikopterle inilmesi gereken... Artvin'i gördünüz mü? Yani bilmiyorum, Artvin'i burada gören var ama burada Sayın Cengiz Aydoğdu Artvin'in önceki Valisidir, devletin valiliğini yapmıştı Artvin'de, huzurunuzda teşekkür ediyorum. İçtenlikle söylüyorum, bizim Artvinlilerin çok sevdiği bir büyüğümüzdür, benim de büyüğümdür, onu açıkça ifade edeyim huzurunuzda. Yani onu da içtenlikle söylüyorum, hiç şey değil.
Artvin'de Genel Başkanın inebileceği bir tek saha var, futbol sahası, Değerli Başkanım. Biz, oraya Genel Başkan inecek diye bir dilekçe verdik, helikopter inecek diye. Bize o dönemin... Şu anda da kendisi müdür, bize bir cevap verdi. Dedik: "Oraya insin mi?" Gençlik Spor İl Müdürü dedi ki: "Artvin şehir stadı sentetik çim yüzeyli olup helikopterlerin inişi sırasında halının üzerinde serili granül ve kuvars kumunu fırlatması nedeniyle saha zeminine zarar verdiğinden sentetik çim yüzeyli statlara helikopter inişlerine izin verilmemektedir. Gereğini bilgilerinize rica ederim." Dedim ki: "Olur." Yani eğer devletin müdürü diyorsa buraya bizim Genel Başkan inmiyorsa haklıdır diye dedik. Aradan üç gün geçti, 3 tane Sikorsky indi, Sayın Tayyip Erdoğan geldi. İl Müdürüne sordum: "Ya, bu nasıl iniyor?" "E, o iniyor." dedi.
MUSTAFA KÖSE (Antalya) - Sikorsky'ler başka! Sikorsky'ler zarar vermiyor!
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Tabii, Sikorsky'ler zarar vermiyormuş!
Ben önce şeyi şikâyet edecektim. Kimse alınmasın yani ben kimseyi incitme niyetinde değilim. Önce şikâyet edecektim, sonra vazgeçtim. Bizim helikopter küçük ama bizimki Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün koltuğunda oturuyor, çimlere zarar verir dedim. Haklı İl Müdürü, bizim helikopter küçük ama bizim Genel Başkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün koltuğunda oturuyor.
Değerli arkadaşlarım, şimdi burada bir de teslim edilmesi gereken, hiç oraya girmiyoruz. Değerli arkadaşlarım, bakın bütün arkadaşlar konuşmalarında "Efendim, şeyi tenzih ediyoruz, kişiye kayyum diye konuşmayalım, kişi kenarda duruyor, işte bunu başkasına devredersek ne olur." filan diyorlar. Ben en fazla on dakika içinde sözlerimi bağlayacağım yani merak etmeyin, öyle bir niyetim yok.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, bu 15 Temmuz yapılanmasından sonra -hani Sayın Bakan da biraz önce konuşmalarında dile getirdi- bakın "Bizi aldattı." dediniz, "Bizi yanılttı." dediniz. Benim, yine şeyle alakalı seçim bölgemde şöyle bir şey var, şöyle bir afişi size göstermek istiyorum. Şurada Sayın Cumhurbaşkanının imzası var. Diyor ki: "Bu bina milletin malıdır." Altında da Sayın Cumhurbaşkanının imzası var. Binanın altındaki imza da şu: Artvin Arhavi Kanuni Anadolu İmam-Hatip Lisesi, İmam-Hatip Ortaokulu. Bunu, şu anda size yakın olan, Türkiye'nin en önemli şirketleri olan bir holdingin başı 2 tane yurt yaptırdı, 1 tanesini Fetullahçılara verdi, 1 tanesini TÜRGEV'cilere verdi. Şimdi, bu yurtta kalan çocuklar niye yurtta kaldılar diye meslekten atılıyorlar. Geçen, o iş adamını Sayın Cumhurbaşkanıyla beraber aynı uçakta gördüm, ben de şahit oldum yani. Şimdi basının önünde demem doğru olmaz.
Şimdi size, Sayın Başkan, Sayın Bakana, yetkililere soruyorum: Artvin Arhavi Kanuni Anadolu İmam-Hatip Lisesi, İmam-Hatip Ortaokulunu kim vermiştir şeye? Yani madem el konulmuştur, kim vermiştir? Şimdi ben, neden terk edilmeyeceğine ilişkin, neden bir yetkinin bir kişiye terk edilmeyeceğine ilişkin kaygılarımı sizinle paylaşmak istiyorum.
Değerli Başkanım, şimdi burada şöyle bir olay var: William Carr diyor ki -geçenki konuşmamda da söylemiştim- aynen okuyorum: "Almanya'nın felaketi tek başına Hitler değildir. Alman felaketinin sorumlusu bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır." diyor. Bir daha okuyorum -bakın ne kadar önemli bu olay- "Almanya'nın felaketi tek başına Hitler değildir. Alman felaketinin sorumlusu bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır." diyor. Burada kişilere kayyum bir şey demiyorum yani bu düzenlemenin nereye gidebileceğini... Demin bir arkadaşım söyledi, siz çok iyi niyetli olabilirsiniz yani cumhuriyetle, ülkenin ulus devletiyle, üniter devletiyle... Hani "Tek devlet, tek bayrak." diyorsunuz ya hep söylediğiniz bir olay, bunlara ilişkin kaygısı olmayan birine devrettiğinizi düşünebilirsiniz ama buna ilişkin yarın bir gün farklı birisi gelir, bu yetkileri kullanabilir.
Bakın Sayın Başkanım, ben burada, bu Parlamentoda 21 Mart 2013'te Türk Bayrağı açtım bunun nereye gelebileceğini paylaşma açısından. 21 Mart 2013'ta Nevruz'da Diyarbakır'da on binlerce veya binlerce PKK'yla alakalı gösteriler yapılıyordu, Abdullah Öcalan posterleri yapılıyordu. Ben Artvin'in milletvekiliyim.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - PKK bayrakları açıldı mı?
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Tabii. Kalktım, Parlamentoda Türk Bayrağı açtım, fotoğraflar orada duruyor. Hiç kimse rahatsız olmadı bu işten yani rahatsız olanlar vardır belki tepki göstermediler. Bir tek kişi rahatsız oldu Sayın Başkan, okuyayım mı? "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu kez hem Türk Bayrağı açmaya BDP'ye hem de bayrak açan MHP'ye ve CHP'ye saydırdı. CHP ve MHP'nin Türk Bayrağı tepkilerini komik bulduğunu ifade eden Erdoğan 'Bu şovmenliktir.' diyerek iki partinin de genel başkanına..." Bizimle alakalı eleştiriler yöneltti. Ben Parlamentoda bayrak açtığımda şunu demiştim. Bizim orada Lazlar var, Hemşinliler var, Gürcüler var; 4 dil konuşuluyor. Bize soruyorlar "Sizin bayrağınız nerededir?" diye. Ben de Parlamentoda dedim ki: "Bizim bayrağımız Anıtkabir'de dalgalanıyor, ay yıldızlı bayrağımızdır." Ama bir tek kişi rahatsız oldu Sayın Başkan, "Şovmenlik yapıyorsun." diye. Şaşırdım, o dönemin Başbakanı benimle alakalı nasıl böyle bir şey der diye. Aradan zaman geçti, bana "Şov." dediniz, sizin bir milletvekiliniz -bakın ben boynuma asmamıştım, elimde tutmuştum- bakın burada asılı duruyor, İzmir Milletvekiliniz. Eğer ben şov yapıyorduysam bu sayın milletvekili ne yapıyordu Sayın Başkan?
Biz o dönemde, en olumsuz dönemlerde bile bakın, hiç tereddüt etmeden Türk Bayrağı'nı Parlamento kürsüsünde şimdi olduğumuz gibi dalgalandırıyorduk. O dönemde Sayın Erdoğan'ın MHP'yle alakalı değerlendirmesini de Sayın Parsak'ın özellikle dinlemesini istirham ederim. Benim bayrak açtığım gün oluyor bu. Diyor ki: "Şimdi ben MHP Genel Başkanına soruyorum; slogan atmada, küfür etmede maşallah üstüne yok, eşin benzerin yok. İyisin güzelsin de, yahu sen bu ülke için bugüne kadar ne yaptın onu söyle. Çıkar, otobüs üstünden halat fırlatır, onu çıpacılar yapsın, bırak. Sen siyasetçisin, senin Türkiye'ye ilişkin hangi hedefin var? Ben MHP'ye gönül vermiş kardeşlerime söylüyorum. Böyle küfürbaz bir Genel Başkanla nereye varacaksınız?" diye çok ağır ithamlarda bulunuyor.
ÖMER FETHİ GÜRER (Niğde) - "Terör bitmesin diye çırpınıyor."
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Terörle alakalı yani
"Yarın, Allah'ın izniyle terör bittiğinde MHP'den geriye ne kalacak? MHP terör bitmesin diye çırpınıyor çünkü terör bittiği anda elinde hiçbir istismar aracı kalmayacak, MHP bitecek ama biz onlara rağmen bu meseleyi çözeceğiz ve Türkiye'yi uçuracağız." diyor.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, Sayın Elitaş burada mıdır, bilmiyorum.
ÖMER FETHİ GÜRER (Niğde) - Yok.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - İlk görüşmeler yapıldığı gün ben dikkatle dinledim, not aldım, sonra dedim ki bu tavzih edilir muhtemelen, o nedenle bir de gittim tutanakları çıkardım Sayın Başkan. Tutanakların 41'inci sayfasında, Sayın Elitaş, burada yaptığı görüşmede, tümü üzerinde, şöyle diyor: "Terörle mücadele terörle müzakereyle olmaz. Teröristin başını ezerek, inine girerek son bir terörist kalana kadar mücadele eder."
Değerli arkadaşlarım, bu PKK'yla Oslo'da Bahama Adaları mı oturdu masaya? Bu PKK'yla oturan Bahama Adaları mıydı veya Singapur muydu? Kim oturdu Oslo'da? Ben Oslo görüşmelerinin tutanaklarını aldım. MİT'in Başkan Yardımcısı mıydı neydi, Afet Hanımefendinin yaptığı konuşmalara, döndüm, o dönemde çıktım kürsülere, dedim ki: "Yazıktır ya, bu çocuklarımız bizim güneydoğudan al bayraklı tabutlar içerisinde geliyor. Bizim MİT yetkililerimiz kalkmışlar Oslo'da alçakça pazarlıklar yapıyorlar." Açık açık ifade ediyorum. Böyle bir şeyi kabul etmek mümkün değil yani bu varken, böyle bir cenaze varken bunu kabul etmek mümkün değil. Ama ne oldu? Sayın Cumhurbaşkanı kalktı, dedi ki o dönemlerde... Hatta şunu dediniz: "Biz görüşmüyoruz, devlet görüşüyor." Ben de sordum, otoyolları Hükûmet yapıyor, hava yollarını Hükûmet yapıyor, bütün Türkiye'deki sanayi kuruluşlarını Hükûmet yapıyor; PKK'yla devlet görüşüyor! Ne güzel bir olay. Tutanaklarda... Hatta Sayın Erdoğan'ın Kayseri'de söylemiş olduğu bir laf vardı, dedi ki: "Herhangi bir şekilde PKK terör örgütüyle görüşen şerefsizdir." Daha sonra gördük ki PKK terör örgütüyle görüşülüyormuş. Bu sarı öküzdür arkadaşlar, görüşüldüğü anda kaybedildi bu olay. Görüşüldüğü anda kaybedildi, öncelikle onu ifade etmek istiyorum. Yani bu yetkiyi kime verirsek vereceğimiz kişiyle alakalı, Sayın Cumhurbaşkanı da dâhil olmak üzere, bir sıkıntı var. Vereceğimiz kişiyle alakalı, bunlar tarihe not düşülsün ki bunlar önümüze gelecek, yarın bir gün "Bunları demedi." demeyin diye diyorum Sayın Başkan. Çünkü arkadaşlarım buna ilişkin hukuki değerlendirmeleri yaptılar, ben onlara ilişkin çok ayrıntılara girerek de söyleyebilirim. Bunlardan bir tanesi, hemen aklımdayken söyleyeyim, bu maddeyle alakalı olarak, yargı yetkisinin kullanılmasında mevcut maddede, 9'uncu maddede "Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır." diye bir hüküm var, güzel. Biz bunun yanına "bağımsız ve tarafsız" ibaresini ekliyoruz, o da güzel. Buradan biri kalkıp da "Bu tarafsız ibaresini niye ekliyorsunuz?" derse, bu abesle iştigaldir diye düşünüyorum yani bunu ancak onaylarız demiyorum, alkışlarız, doğrudur.
Sayın Başkan, başka bir şey var şimdi gelelim buraya, 103'üncü maddeye. Şimdi 103'üncü maddeden evvel başka bir şey okuyayım, oradan gelelim 103'üncü maddeye. Diyor ki 6'ncı madde: "Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir." Tartışmaya gerek yok. "Türk milleti egemenliğini Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır." Onda da problem yok. Esas kritik madde burada: "Egemenliğin kullanılması hiçbir surette bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz." Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz." Bu en son fıkrayı uyarlayabilirsiniz burada yapılacak düzenlemeye göre. Ama, "Egemenliğin kullanılması hiçbir kişiye devredilemez." diye 6'ncı maddede amir hüküm var.
Gelelim 103'üncü maddeye Sayın Başkan. Şimdi bu tarafsızlıkla alakalı hükmü 9'uncu maddeye eklediğimiz zaman ne oluyor, güzel bir madde oluyor, buna "jöle" diyoruz, 12 Eylül 2010'da yaptık bu işi. Şimdi ant içmeyle alakalı maddeye... Cumhurbaşkanının ant içmesiyle alakalı maddede, 103'üncü maddede şu var: "...görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim." diyor Cumhurbaşkanı yemini.
Şimdi arkadaşlar, Cumhurbaşkanı 103'üncü maddeye göre, bugüne kadar görev aldığı tarihten itibaren tarafsız mıdır, tarafsız davranmış mıdır? Namusu ve şerefi üzerine yemin etmiştir ama bir gerçek vardı Sayın Hocam, tarafsız davranmamıştır, zaten tarafsız davranmadığı için sıkıntı buradan çıkmıştır, MHP'nin en temel argümanı da budur. Yani hukuki durumu fiilî duruma mı uyduralım, fiilî durumun hukuki duruma mı uyduralım, bu yol ayrımındayız. Biz diyoruz ki bu fiilî durum var, bu fiilî durumun hukuki duruma uyması gerekir yani Cumhurbaşkanının anayasal çerçevelere çekilmesi gerekir ama gelinen noktada siz diyorsunuz ki: "Hayır efendim, hukuki durumu fiilî duruma uyduralım." Demek ki 103'üncü maddeyle alakalı bir temel, belirleyici bir hüküm var. Şunu anlatmaya çalışıyorum Sayın Başkan, Cumhurbaşkanı bile kendisine 103'üncü maddede öngörülen tarafsızlıkla alakalı yemine uygun davranmıyorsa, ortalama bir ilçedeki hâkimden 9'uncu maddedeki tarafsızlıkla ilişkin yemine uygun davranmayı beklemek ancak çok iyi niyetli olmak gerekir ya da abesle iştigal olması gerekir. Yani bunu buraya koymak, 12 Eylül 2010'daki düzenlemede... Onun bir iki tane temel şeylerinden bir tanesi şuydu: Şimdi, bizim bunlardan bir tanesi 18 yaştır, bakın 18 yaşla alakalı düzenlemedir, 18 yaşı seçme seçilmek gibi burada da sıkıntı var, gördüğüm kadarıyla, 18 yaşla alakalı. Hani sizi diyordunuz ya en başta: "Bizim bütün milletvekillerimiz bunu okuyarak altını imzaladılar." Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; değerli milletvekilleri altını okuyarak imzaladıkları bir metin konusunda, daha sonra basına yansıdığı kadarıyla eğer bir çelişki içerisindeyseler demek ki gerçekten boş kâğıda imza attılar Başkanım. Zaten burada bir milletvekili arkadaşımız da -Sayın Elitaş mı dedi- "Evet, ben boş kâğıda imza attım." dedi.
12 Eylül 2010'daki halk oylamasının jölesi de aynı şimdi, bugünkü 18 yaşta olduğu gibi darbecilerin yargılanmasıydı. "Yetmez ama evet"çiler vardı, bizden de böyle bir aşırı sol gruplar, "Aman efendim, Kenan Evren'i yargılayacağız, Kenan Evren'i şöyle yapacağız, böyle yapacağız." diye zannediyorlardı ki Kenan Evren yargılandı. Kenan Evren nerede? Toprak oldu. Bakın, ben 12 Eylül 1980 darbesinin ne olduğunu çeken bir şehirden geliyordum, ben çocuktum. Benim ağabeylerimi, dayımın oğullarını, amcamın oğullarını toprağa gömdüler. Yani bu Kenan Evren zannediyordu ki "Ben yurtseverim." Bak, Kenan Evren'in adı bile kalmadı. O nedenle gelinen tabloda bunu size hatırlatmak istedim.
Şimdi, burada Sayın Başkan, sözlerimi fazla uzatamayacağım, devretmek istediğimiz yetkiyle alakalı, dış politikayla alakalı sıkıntılar var. Dış politikayla alakalı sıkıntılar nelerdir? İşte biz diyoruz ki bir kişiye yetki devrettiğimiz zaman. Esad diyorduk oldu "Hasmım Esad", sonra oldu "Kardeşim Esad", şöyle oldu, böyle oldu.
Şimdi, sizinle şunu paylaşmak istiyorum, ilginç bir olaydır, bunu Parlamento da şey yaptım. Şimdi değerli arkadaşlarım, 28/5/2013 tarihinde Cumhurbaşkanı bir açıklama yapıyor; diyor ki "Şu anda Suriye'nin başında olan diktatör Beşşar Esad ne yazık ki babasının rekorunu, babasının ulaştığı noktayı aşmak için, onu nitekim aşar mı diye sorulurken aştı. Babası Humus'ta 30 bin insanı öldürdü, bu ise şu anda 90 bini aştı, 100 bine gidiyor."
Değerli arkadaşlarım, ben Beşşar Esad'ın babasının öldüğü tarihe baktım, yıllar önce ölmüş yani ailece tatil yapılmadan çok çok önce ölmüş. Eğer bunun babası gerçekten 30 bin insanı öldürmüşse bir katilin oğluyla tatil yapmışsınız ailece, tarihler burada. Ben bunu Sayın Başbakana sordum. Ne zaman sordum biliyor musunuz? Yani aradan geçti üç yıl, henüz cevap vermedi Sayın Başbakan. Şimdi bizim yetki devrini yapacağımız tablo bu.
Şimdi, gelelim başka bir olaya daha, Sayın Mahmut Tanal buna değindi. Değerli Başkanım, biz hukukçuyuz. Yetki devredeceğimiz Sayın Cumhurbaşkanı, bu yetkiler olmadığı hâlde, Gazze'yle alakalı, Mavi Marmara olayında... Biz bir hukukçuyuz, bir mahkemenin uluslararası anlaşmayla hakkında yakalama kararı verilen, cinayet işlediği iddia edilen, İsrail'le alakalı, o kişilerle, katillerle alakalı bir olayda milletlerarası anlaşmaya dayanarak o yakalama kararlarının kaldırıldığını, bir anlamda bir beraat, zımni de olsa bir beraat kararı verildiğini, kimse, içinizden birisi bana söylese inanmazdım. Bu da neden kaynaklandı, onu da söylüyorum: İlk başta, gidiyorken olay karışınca Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki: "Türkiye'den böyle bir insani yardımı götürmek için Başbakanınıza mı sordunuz? Niye gittiniz? Biz zaten yardım yaptık, yapıyoruz. Bunları yaparken gövde gösterisi olsun diye yapmıyoruz." diyor.
Şimdi değerli arkadaşlarım, en son iki şey daha söyleyip kapatıyorum. Bunlardan bir tanesi Lozan. Lozan cumhuriyetin kuruluş senedidir, biz Lozan'ı öyle biliyoruz. Daha dün İsmet İnönü'yü andık, cumhuriyetin kurucuları Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Lozan'da bir tarih yarattılar ve Lozan Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senedidir diye biliyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanı Lozan'la alakalı 93'üncü yıl dönümünde yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına giderek tescillenmiştir." diyor Sayın Cumhurbaşkanı.
"Lozan Antlaşması'nın içeriği, bu anlamda başta millî irade ve demokrasi olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti'nin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi anlaşılmaktadır.
Aziz milletimiz, kendi seçtiği eliyle kullandığı iradesine yöneltilen her türlü darbe teşebbüsüne karşı, kurtuluş mücadelesi ruhuyla, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde cevap vereceğini, yaşanan son hadiselerle göstermiştir.
Milletimizin, farklı mihraklardan gelen ihanet girişimleri karşısındaki asil ve kararlı duruşu, önümüzdeki süreçte de ülkemizin demokrasi, özgürlük ve kalkınma yolunda ilerleyeceğinin en açık delilidir.
Bu düşüncelerle, Lozan Barış Antlaşması'nın 93'üncü yıl dönümünde, cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, antlaşmanın mimarı olan tüm devlet adamlarını minnetle anıyorum." diyor Sayın Cumhurbaşkanı, ben de altına imza atıyorum, çok güzel bir açıklama.
Aynı Cumhurbaşkanımız ne yazık ki Lozan'la alakalı çok ağır ithamlarda bulunuyor.
Değerli arkadaşlarım, Oslo'da terör örgütüyle masaya oturanların Kurtuluş Savaşı'nda ülkeyi işgal eden bir güçle Lozan'ı anlamalarını beklemek çok iyimserlik, ben bunu anlıyorum, gayet saygıyla da karşılıyorum değerli arkadaşlarım.
Yine, Sayın Cumhurbaşkanı "Mahkeme kararlarına saygı duymuyorum, saygı duymam mümkün değildir." diye diyor. Anayasa Mahkemesi kararları ortada. Bu konuda beni yandan uyarıyorlar, uyarı yapmak istemiyorum.
Başka şeyler var ama şunu da söyleyerek sözlerimi kapatıyorum: Şimdi, bugün biraz önce basına düştü. Ben buraya gelmeden evvel TÜRK EĞİTİM-SEN'in "Eğitim Sesi" dergisini geçen hafta getirmiştim, burada okuyacaktım. Şimdi, bugün basına düştü. O dönemin Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesi Kadir Koçdemir Milliyetçi Hareket Partisinin Bursa Milletvekili çok muhteşem bir değerlendirme yapmıştı, ben bunları almıştım hem Sayın Bülent Tezcan'ın hem iktidar partisi grubu temsilcilerinin hem Burhan Kuzu hocamızın değerlendirmeleri vardı. Kadir Koçdemir Milletvekilimin de çok ayrıntılı değerlendirmeleri var, bu fotokopileri Sayın Parsak'a özellikle vermek isterim.
MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Ben biliyorum.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Yani biliyorsa çok sevinirim.
Bugün yaptığı değerlendirmede Anayasa'ya ilişkin bir tavrını ortaya koymuş. Bir tek soruya vermiş olduğu bir tek cevabı yorumsuz, takdirsiz sizinle paylaşmak istiyorum. Sayın Koçdemir soruyorlar ki "Partili Cumhurbaşkanlığı tartışılıyor. Halkın oyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanlığının oluşturduğu fiilî bir durum var. Zaten var olan bu fiilî durumun hukuki altyapısını oluşturmak amacıyla gündeme getirilen partili Cumhurbaşkanlığı fikrini nasıl değerlendiriyorsunuz? Partinizin bu modele destek vermesi gibi bir durum olabilir mi?" diye. Verdiği cevabı hiç yorumsuz sizlerin takdirlerine sunuyorum: "Saçma bir fikir. Üzerinde tartışmaya bile değmez. Cumhurbaşkanı partili olduğunda pek çok fonksiyon boşta kalır, biz partili Cumhurbaşkanını daha önce denedik, faydasını değil, zararını gördüğümüz için bugünkü sisteme geçtik." diyor. Buna ilişkin çok ayrıntılı değerlendirmeler var. Bunları ayrıntılı okumak istiyordum ama bunu önümüzdeki maddelerde hem Sayın Genel Başkanın hem diğer partilerin sözcülerinin değerlendirmelerini ilgili maddeler geldiğinde bir kere daha ifade edeceğim.
Sözlerimi kapatıyorken şunu söylüyorum: Değerli Başkanım, bizim burada savunduğumuz ülkemizin demokrasisi, cumhuriyetimizin geleceği ve bize Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün emanet ettiği, "En büyük emanetim." dediği Türkiye Cumhuriyeti'yle alakalı kaygılarımızdır. Düşüncelerimiz şudur: Parlamentoda bizi halk buraya gönderdi, hepimizi. Yani hepinize saygımız sonsuz ama bizi buraya gönderdiği zaman, Mustafa Kemal'in Parlamentosunu, egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olduğuna ilişkin söylemin duvarına yazılmış olduğu... Azerbaycan Parlamentosunda bile, gittim, gördüm, orada konuşma yaptım; diyor ki: "Azerbaycan hâkimiyetin memba halktır." diyor. Haydar Aliyev, yıllar sonra, aynı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün söylemiş olduğu sözleri söylüyor. Biz bunu alıp bu iradeyi, eğer Saray'a teslim edersek, cumhuriyetin kazanımlarını yok edersek, yarın öbür gün buradaki konuştuklarımızı... Ki kararname yayınlanmasına ilişkin kaygılarımız var. Burada felaket tellallığı yapmak istemiyorum. Özellikle MHP'deki dostlarımıza... Cumhuriyetin bütünlüğü, devletin ulus devlet kimliği, üniter devlet yapımıza ilişkin yarın öbür gün kararname ortaya çıkar da iş işten geçtikten sonra aramızda konuştuğumuz zaman ah vah etmenin anlamı olmadığına inanıyorum. Çünkü bizi bu Parlamentoya milletimiz gönderdi ve en azından kendimiz açısından, biz bu Parlamentoda Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün milletvekilleriyiz değerli arkadaşlarım. Bu konuşmayı o doğrultuda yaptım. Bu tarihî uyarıların çok dikkate alınmayacağının farkındayım ama tarihe bir not düşmesi açısından, Parlamentonun tutanaklarında nasıl ki 12 Eylül 2010 tutanaklarını okuduğumuz zaman içimizden "Ah şunları yapmasaydık, keşke halka götürmeseydik." gerçeği karşısında bunların da yarın bir gün bir çoban ateşi olacağına yürekten inanıyorum.
Başkanlığınızda yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum Değerli Başkanım.