KOMİSYON KONUŞMASI

BEDİA ÖZGÖKÇE ERTAN (Van) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Gerçekten günlerdir tartışıyoruz ve her konuşan sayın hatip, özellikle karşı çıkanlar, temel endişelerini ve kaygılarını dile getirerek uzun uzun değerlendirmelerde bulunuyor ve belki de tekrara giriyor ama yine de bu tartışmanın amacı biraz da her milletvekilinin ayrı ayrı millet iradesini temsil ediyor olmasından kaynaklanıyor çünkü hiçbirimiz burada kendi adımıza, kişi olarak bulunmuyoruz. Burada bulunan herkes, Türkiye'yi oluşturan bütün renklerin, farklılıkların, kimliklerin bir arada, adil ve eşit yaşam koşullarını oluşturmak, var etmek, daha iyi yönetmek şeklinde, bu sorumlulukla bakıyor ve davranıyor; öyle olması gerekiyor en azından. Ve en nihayetinde, her birimize, ayrı ayrı oylarıyla kaderini teslim eden milyonlar, çok daha iyi bir politika üretilmesini bekliyor bu sıralardan.

Günlerdir tartışıyoruz çünkü bu çok önemli bir konu; geleceğimizi, tüm Türkiye halklarının geleceğini temelden, derinden etkileyecek olan bir değişiklik teklifi ve sonucu itibarıyla bir rejim değişikliğini öngören bir teklif. O yüzden, herkes kaygılarını dile getiriyor fakat burada ne kadar konuşursak konuşalım başlangıcı itibarıyla halkın, bu iradenin esas sahibi olan halkın tartışması, olgunlaştırması ve talep etmesi gereken bir süreçten geçmeliydi. O yüzden, başlangıç itibarıyla sakatlanmış bir tartışma yürütüyoruz değerli arkadaşlar.

Öte yandan, kamuoyuna mal olma koşulu, halka mal olma ön koşulu da kabul görme ve değişiklik teklifi de olsa, Anayasa değişikliği de olsa, yeni bir anayasa yapımı da olsa bu ön koşulları taşımadığı için meşruluğu da, uzun ömürlü oluşu da beklenemeyecektir.

Özü itibarıyla da çok sınırlandırılmış bir tartışma süreci yaşıyoruz ne yazık ki. İlk gün bizler de grup olarak karşı çıktık.

Burada çok sınırlı sayıda basın var, sadece Meclis TV var az önceki hatibin de belirttiği gibi. Meclis TV, bizlerin sadece bir şifreyle girebileceği, ulaşabileceği görüntülerden ibaret ve yazılı basından yine, kapatılmamış, hapse atılmamış ve birçok süzgeçten geçerek bu sıralara, bu salona girebilmiş basın var ne yazık ki içeridekilere saygısızlık anlamında söylemiyorum, hepsinin katkısı değerlidir, değerli olmalıdır halklarımız için ancak buradaki tartışmaların hiçbiri topluma yansımıyor ve günlerce, belki panellerde, forumlarda tartışılması gereken çok temel değişiklikler, sadece, burada milletvekillerinin işte sınırlı sürelerde dile getirilmesiyle tartışma varmış gibi yaratılmaya çalışılıyor. Bu bir algı yönetimidir. Ben bireysel olarak da, partimiz olarak da biz bu yönteme karşı çıkıyoruz aslında.

Değerli arkadaşlar, bu tartışmaların sükûnetle geçmesi ve her konuşmacının da süre sınırı olmaksızın konuşmasının önünün açılması önemliydi. Lakin bu bile yetersizdir, eksiktir her yönüyle başında da belirttiğim gibi.

Toplum sözleşmesi olan Anayasa değişiklik tartışmalarının, yazımının, kısaca her aşamasının toplumla paylaşılması gerekirdi. Mevcut durumu açıklamaya, tariflemeye aslında bu sözcükler de yetmez çünkü her yönüyle eksik, halk yok içerisinde. Bu Anayasa değişiklik teklifi neden halk olmadan tartışılıyor, bunu hepimizin ayrı ayrı sorması gerekir.

Bir anayasa neden yapılır ya da mevcut Anayasa'da değişiklik neden yapılır? Bu soruların cevaplarını doğru tespit etmek, belki bizlerin temel itirazlarının haklılığını biraz daha ortaya koyabilir.

Anayasalar, devletlerin temel hukuk metinleri ve yol haritalarıdır. Hâlihazırdaki darbe anayasasının değişmesi gerektiğini hepimiz söylüyoruz ve değişmesi gerektiğini hepimiz kabul ediyoruz. Türkiye toplumu olarak önümüze bir yol haritası koyacaksak -ki bu bir ihtiyaçtır- o zaman ortamı, tartışması, olgunlaşması ve geleceği, kısacası her yönüyle topluma mal edilmesi gerekir. Gerekirse tek tek tüm yurttaşlardan, tüm kesimlerden görüş alınmalıdır.

Anayasa, bir devletin yönetim biçimini ve örgütlenişini, temel kurumların neler olduğunu, bunların birbiriyle olan ilişkilerini ve temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen kurallar bütünüdür. Anayasalar, devlet iktidarını sınırlandırarak insan hak ve özgürlüklerini genişletmeyi ve güvence altına almayı hedefleyen temel hukuki metinlerdir. Bu bağlamda anayasalar, toplumsal hayatı düzenlemekle birlikte insan onuruna yaraşır bir yaşamın teminatı da olmaktadırlar. Bu teminatları yaratıncaya kadar, uzlaşma, kabul edilebilirlik tamamlanıncaya kadar bu tartışmalar sürmelidir. Esasen bu yolu izlemek gerekirken darbe ürünü olan 1982 Anayasası'na sürekli müdahalelerle her gün yeni bir endişe yaratıyoruz. Önümüzdeki teklif de Anayasa'ya bir müdahaledir; birazdan sakıncalarını çeşitli yönleriyle anlatacağım, kısaca tariflemem gerekirse, çok kötü, korsan bir müdahaledir.

Birkaç gündür, teklif sunulduğundan beri aslında, Anayasa hukukçularını, birçok değerli hukukçuyu, çok ünlü hukukçuları, başka hukukçuları, birçok yönüyle eleştiren ya da görüş sunanları okuyorum, hepsinde ortak bir özellik gözüme çarpıyor; herkeste ciddi bir umutsuzluk ve kaygı var, hukukçular da bile. Hatta, Kemal Gözler şöyle söylüyor, onu paylaşmak istedim: "Burada Anayasa Değişiklik Teklifi hakkındaki görüşlerimi kısaca açıklamak istiyorum. Bununla amacım, değişiklik teklifini görüşecek Anayasa Komisyonu üyelerine yol göstermek veya değişiklik teklifini oylayacak milletvekillerini uyarmak değildir. Uyarılarımın işe yaramadığını bilecek kadar tecrübe sahibiyim. Amacım, Türk Anayasa hukuku doktrininin bir üyesi olarak, tarih karşısında sorumluluğumu yerine getirmekten ibarettir. İstedim ki bu değişiklik teklifine zamanında karşı çıktığım kayda geçsin. İstedim ki gelecekte bir gün birileri çıkıp da bu değişikliği eleştirirlerse, adımı, bu değişikliğin kabul edilmesi safhasında susan Anayasa hukukçularının arasında saymasınlar."

Başka hukukçular da vardı, herkeste gerçek anlamda kaygı ve umutsuzluk var. Yani buradan anlaşılan şu, özcesi: Toplum şunu biliyor; bir dayatmayla karşı karşıyayız ve aritmetik çoğunlukla, muhtemelen işte gizli oy esasına da uyulmadan bu teklif Mecliste kabul edilecek ve yine, 1 Kasımda bir senaryosunu gördüğümüz algı yönetimleriyle, korkunç bir kaos ortamıyla belki de... Umarım geçmez, geçmeyeceğine de yürekten inanıyorum ama kabul edilirse ve yürürlüğe girdiği zaman, geleceğimiz gerçekten çok ciddi bir belirsizlik ve bir kaosa doğru gidiyor. Herkesin temel kaygısı bu. Burada konuşan herkeste de aynı kaygı ve endişe aslında hissediliyor.

Bir Anayasa değişikliği neden yapılır gerçekten? Esastan ayrılmadan tüm toplumun üzerinde mutabık olduğu bir değişiklik ihtiyacı yine tabandan gelmelidir aslında. Böyle bir talep varsa ve gerçekten uzmanların, sivil toplum örgütlerinin, siyasetçilerin, herkesin görüşünü almak suretiyle toplumun tartışmasına da fırsat yaratarak olgunlaştırıldıktan sonra yeni anayasa yapılıncaya kadar kısmi değişiklikler belki yapılabilir. Millî irade, halk, işte ancak o zaman düşüncesinin, varlığının, kendisinin önemsendiğini bilir ve hisseder ama böyle bir yapım sürecinden geçmemiştir.

Yapım aşamasında gizli anlaşmaları veya bu izlenimi veren bir başlangıç, serbest tartışma iradesini, toplum katkısı iradesini baştan sakatlamış durumdadır. Bu teklif, tüm topluma mal olmuş durumda değildir. Kimsenin katkısına ihtiyaç duymadan, tercih bile etmeden, bile isteye gizleyen bir anlaşma, bir gizli anlaşma tüm toplumun tercihi olamaz.

316 imzayla Meclise sunulan Anayasa Değişiklik Teklifi'nde, demokrasi, hak ve özgürlükler, çoğulculuk anlayışı, tüm kesimleri kapsayıcılık ruhu ve düzenlemesi, ne yazık ki yoktur. Kimseyi kandırmayalım, kimseyi yanıltmayalım; böyle bir süreç yoktur.

Bir yılı aşkın bir süredir sürekli bombaların patladığı, sivillerin, çocukların, kadınların, yaşlıların, gençlerin öldüğü, her kesimin endişe duyduğu, yarın ne yaşayacağını bilemememin yarattığı travmanın psikolojisiyle yaşadığı bir ortamda neden böylesi bir değişiklik getirilir?

Metinden anladığımız, özetle, Türkiye'de dikta bir rejim değişikliğinin ve bununla beraber, otoriterliği güçlendiren düzenlemelerin olduğudur. Oysa anayasa, tüm toplumun eşit ve adil çerçevede kendi varlığını güvenle sürdürebileceği kurallar bütünüdür. Toplumu var eden her kesimin kendini içinde gördüğü bir bütün olmak durumundadır. Bu vasfıyla adına ancak "toplum sözleşmesi" denebilir.

Bir hükûmet modelini anayasal yani sınırlandırılmış hükûmet modeli yapan şey, onun devlet iktidarını etkin bir şekilde sınırlandırıyor olmasıyla bağlantılıdır. Bu amacın temelinde, bireyin temel haklarını korumak gayesi yatmaktadır. Nitekim, tarihsel deneyimler, bireylerin haklarına yönelik en büyük tehdit ve saldırıların devlet aygıtından geldiğini göstermektedir.

Bu doğrultuda modern dünyada anayasacılık hareketi, devlet iktidarını sınırlandırma çabaları sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Anayasacılık hareketinin, devlet iktidarını sınırlandırmak doğrultusunda geliştirdiği ilke ve teknikler arasında, temel insan haklarının ilan edilip anayasalarda yazılı hâle getirilmesi, ekonomik güç ile siyasi gücün birbirinden ayrılması, kuvvetler ayrılığı prensibiyle yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrılıp farklı ellere verilmesi ve hukukun üstünlüğü ilkesi gibi ilke ve teknikler bulunmaktadır.

Tabii ki yol ve yöntemler uzun uzun değerlendirilebilir, tartışılabilir. Birçok yöntem var ama tüm yol ve yöntemlerin temelinde bir uzlaşma zemini olmak durumundadır. Aksi hâlde, tüm toplumu ilgilendiren, tüm yaşantımızı, çocuklarımızın geleceğini, önümüzdeki belki de tüm yılları belirleyen bir tehlikeyi kendi ellerimizle yaratıyoruz demektir. Bu konuda hepimiz hemfikir olmalıyız ama ne yazık ki hepimiz hemfikir değiliz. Öyle olsaydı, değişiklik teklifi, sadece iki partinin kapalı kapılar ardında gizli görüşmeler, belki pazarlıklar ya da anlaşmalar yapılarak getirilmezdi. "Toplumun yüzde 50'sini biz temsil ediyoruz, o nedenle en iyisini biz biliriz." yaklaşımı, açıkça dayatmadır ve açıkça "Bizim dediğimiz olur." demektir.

Teklif üzerine anlaşan partilerin konuşmalarını ben çoğunlukla dinlemeye gayret ettim. Hangi söyleme ve hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, anladığım şu ki: Teklifin arkasındaki esas gaye Türkiye'deki mevcut sorunu doğru teşhis etmekten uzaktır ama söylemler; demokrasi, istikrar ve güç söylemleri tamamen ülke ve toplum gerçeğini ters yüz etmekten ibarettir. Muhtemelen tercihen böyle bir yöntem seçiliyor. Verdiğiniz mesajları da çok iyi anlıyoruz. Esasın gölgelenmeye çalışıldığı, her türlü denge ve denetimden uzaklaştırılmış, dikta bir rejim anlayışı bütün Türkiye halklarına dayatılmaya çalışılıyor.

Bu bilgiler ve görüntü ışığında değerlendirdiğimizde, bu önümüzdeki teklifle yapılmak istenenin demokrasi tanımı içindeki temel ilkelerin göz ardı edilerek yapıldığını görüyoruz. Birazdan da değineceğim gibi, iktidar partisi adına konuşan sayın üyelerin dediklerinden de çok farklı olduğu ortadadır. Bunu, bu metnin hazırlık sürecinde izlenen yöntemden zaten anladığımızı biraz önce anlatmıştım.

Metne baktığımızda, özellikle gerekçe kısmı muhtemelen iktidar partisinin bugüne kadar yazdığı metinler arasında en başarısız olanıdır. Bir kere, metin yazıcılar bu ülkenin anayasa geleneğinin 1961 ve 1982 Anayasalarından ibaret olduğunu düşünüyorlar. Her bir anayasanın yapılışı ya da uygulanması aşamasıyla ilgili çeşitli tartışmalar bir tarafa bırakılırsa, Türkiye'de aslında başka anayasalar da yapılmıştır hepimizin bildiği gibi. Örneğin, cumhuriyetin kuruluş felsefesini oluşturan 1921 Anayasası gerçekliği var önümüzde. Çoğulculuğu esas alan, bugün iktidar partisinin öcüleştirdiği yerel özerkliği kabul eden bir metindir bu. Öte yandan, yeni anayasa yapımıyla ilgili çalışmalar da olmuştur ki Meclis öncelikle bu yetkiye sahip yegâne kurumdur. Görmezden gelinmeye çalışılsa da üç yıl önce büyük emeklerle, toplumun her kesiminden görüşler alınarak üzerinde mutabakat sağlanmış bir anayasa çalışması var.

Sizin dediğiniz gibi ya da iddia edildiği gibi, çok olumlu bir düzenleme, çok demokratik bir düzenleme getirilecek olsaydı, güçler ayrılığının sağlanacağından emin olunsaydı bu hazırlık gizli kapaklı yapılmazdı. Fakat parlamenter sistemi tek adam rejimine teslim edeceğini AKP de biliyor. Yoksa, geçtik Parlamentoyu ya da kamuoyunu, kendi milletvekillerini dahi ikna etmekte güçlük çekmezdi. Daha geçen gün Başbakan tekrar toplantılar yaparak bazı kaygıları gidereceğine dair açıklamalarda bulundu. Galiba bugün de bir görüşme yapıldı Milliyetçi Hareket Partisiyle.

Değerli arkadaşlar, değişiklik teklifinin genel gerekçesinde bundan önceki anayasaların toplum mühendisliği yaptığı belirlemesi bulunuyor. 10 Aralık 2016 tarihinde Meclis Başkanlığına sunulan değişiklik teklifi ise toplum mühendisliği yerine devlet mühendisliği yapma kaygısı taşımaktadır. Bu yönüyle, hükûmet sisteminden tutalım da askerî, siyasi, yargı bürokrasisine kadar devlet rejiminin bürokratik ve teorik dönüşümü esas alınmıştır. Bu verili durum ise çeşitli retoriklerle metnin içinde görünmez kılınmaya çalışılmıştır.

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında tüm siyasi partilerin darbelere karşı birlikte mücadele desteği olmasına karşın bu yol tercih edilmedi. Birlikte mücadele isteği, demokrasi savunuculuğu bir tarafa bırakıldı ve şenlik havasında, davul zurna eşliğinde OHAL ilan edildi. OHAL ilanının akabinde binlerce tutuklama, ihraçlar, görevden almalar ve uzaklaştırmalar ile derneklerin, gazetelerin kapatılması yoluyla darbe sınırlarını aşan uygulamalara gidildi. Bu konuda Genel Kurulda da çokça değerlendirme yaptık ve eleştirilerimizi sunduk, yaşadıklarımızı anlattık.

Şiddet sarmalı yayıldığı gibi, kendinden olmayan tüm kesimler OHAL gerekçesiyle susturuluyor. OHAL ve güvenlik gerekçesi artık ağır hak ihlalleri olarak topluma yaşatılıyor. "OHAL'i kendimize karşı ilan ediyoruz." dediniz, kaos ortamı gittikçe derinleşti. Sözünüzü tutmadınız, toplumun her kesimi kutuplaştı, kamplaştı, bombalar patlamaya devam etti. Giderek karanlıklaşan bir ülkeye dönüştük. OHAL'in getirdiği koşullar tüm temel özgürlükleri yok etmiş durumdadır. Başta yaşam hakkı ihlalleri olmak üzere, özgürlük ve güvenlik hakkı, ifade özgürlüğü, birçok temel hak ihlal ediliyor. "İşkenceye sıfır tolerans" ilkenize ne oldu? Artık sistematik hâle dönüşen ve ne yazık ki artık cesaretle uygulanan bir yöntem oldu. Buna öncelikle bir "Dur." demek gerekiyor. İnanın, bu uygulamaların bile, onca ağır ihlaller dışında... Öncelikle işkenceye "Dur." denmesi bile bir nefes aldırabilir bu ülkeye. "Dur." diyebilmek; gerçekten, bugün belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz sözcük.

Değerli arkadaşlar, genel gerekçede uzunca bahsedilen denge-vesayet ikilemi on dört yıldır siyasi iktidarı elinde tutan partinin el çabukluğuyla ters yüz etme pratiğini gösteriyor. Vesayeti kötü potada mahkûm ederken anayasal denge mekanizmasından hiç bahsedilmemesi, iktidarın arzu ettiği ve hedeflediği mutlak gücü elde etme amacını açıkça ortaya koymaktadır. On dört yıldır istikrar söylemiyle oy alan siyasi iktidar, Ergenekon operasyonları sonrasında "Vesayet bitti." söylemlerinden hiç yokmuş gibi davranmakta ve mevcut Anayasa değişiklik teklifini vesayetin panzehri olarak sunmaktadır. Oysa, vesayetin panzehri otoriterleşmek değil, demokratikleşmektir. Bu değişiklik teklifinde olmayan değerlerin başında da demokrasi gelmektedir. Anayasa değişikliğinin kabulü hâlinde 12 Eylül darbecilerinin ruhu bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çökecektir.

Bunlardan başka, teklifin genel gerekçesinin ele alınış biçimi ile çeşitli yerlerinde yapılan değerlendirmelerde Hükûmetin ya da bu metni kaleme alanların bir meşruiyet arayışı kaygısında olduğunu açıkça görmek mümkün. Bir yandan bu metne, bir yandan da savunuculuğunu yapanların açıklamalarına baktığımızda, özellikle tercih edilen dilin demokrasiyi koruduğundan dem vuran söylemler olduğunu görüyoruz. Ama demokrasiden bahsedince ya da "Söz veriyoruz, biz sözümüzde dururuz, hiç kuşkunuz olmasın." tarzındaki sözler o anayasanın demokratik anayasa ya da herkesin özlemini duyduğu anayasa olduğunu göstermez. "Söz veriyoruz." demiş olmak ne yazık ki bir garanti ve bir güven sağlamıyor. Garanti vermek, yönetim mekanizmasının hakları ve özgürlükleri garanti etmesiyle, hukukun üstünlüğünün sağlanmasıyla, yargının güvenilir kılınmasıyla olur. Bunun da yolu demokratik cumhuriyeti kurmaktan, tam demokrasiyi savunmaktan, hukukun üstünlüğünü esas almaktan geçiyor. Çoğu hukukçu olan, bu salondaki herkes bu ölçütlerin esas alınması gereken değerler olduğunu aslında biliyor. Tüm bu değerlerin korunduğu bir ortam ancak güven yaratabilir. Hukukun üstünlüğü, demokratik evrensel değerler, barışçıl yaklaşım, Türkiye'nin toplum gerçeğine uyumlu olan adımları atmak ancak "Söz veriyoruz, bize güvenin." sözünden çok daha fazla güven yaratabilir. On dört yıldır zaten söz veriyorsunuz ama gördüğünüz gibi, sözler yetmiyor. Ve tabii ki ancak güven ortamında, temel hakların garanti edildiği bir ortamda barış konuşulabilir. Şimdilerde "barış" kelimesinin dahi telaffuz edilemediği, neredeyse suç sayıldığı bir ortamda temel yasayı, toplum sözleşmesini, anayasayı dikta bir rejime doğru sürüklemek tüm toplumu uçurumdan aşağıya sürüklemekle eş değerdir.

Yeri gelmişken kısaca barış hakkından bahsetmek istiyorum. Barışı konuşmak, hele böylesi günlerde daha çok konuşmak oldukça önemlidir ve bireysel olarak barışı savunmak için harcanan çaba çok da değerlidir. Barış istemek, barış dilemek, barışı konuşabilmek her şeyden önce bir erdemdir. Barış hakkı, bildiğiniz gibi, insan hakları hukukunda üçüncü kuşak haklar kategorisinde yer alan bir insan hakkıdır. Bu anlamıyla sadece "savaşmamak" olarak anılmıyor artık. Üçüncü kuşak haklardan olmasına karşın, bir derecelendirme olarak da anılmaması gerekir. Başta yaşam hakkı olmak üzere, diğer insan haklarının gerçekleştirilmesi barış ortamını gerekli kılar.

Yine, sizlerin de bildiği gibi, yaygın insan hakkı ihlalleri, sosyal haklarda yaşanan gerileme, devletin sınırları içinde yaşayan azınlıkların, ötekilerin, tüm farklılıkların yok sayılması pratikleri anlaşmazlıklara ve çatışmalara yol açar. Bu yönleriyle barış hakkının insan haklarıyla arasındaki ilişki birbirini besleyen, karşılıklı bir ilişkidir. Bir yanıyla savaşın, anlaşmazlık veya her türlü çatışmanın olmaması demek olan barış, diğer yanıyla insanlar arasında uyum ve dayanışmanın sürdüğü, sömürüden ve ayrımcılıktan uzak bir hayatı ifade eder. Dolayısıyla, uyum içinde nasıl bir arada ve eşit yaşayabileceğimizin de tanımını barındırıyor. Çok büyük bir coğrafyada yüzyıllardır böylesi bir uyum içinde yaşamayı başarmış olan halkların, insanlığın binlerce yıllık değer birikiminin, insancıl normların ve evrensel kültürün bugüne uzanan ahlaki mirasının ürünü olan barış hakkı, bir insan hakkı olarak hepimizin en temel hakkıdır. Bu nedenle, barışı konuşmak çok ama çok önemlidir.

Bundan üç yıl önce -iktidar partisi beğense de beğenmese de- bu Parlamento yeni bir anayasa için çok büyük yol katetmişti, bu iradeyi göstermişti. Önümüzdeki metni hazırlayanlar biraz samimi olsalardı, gerçekten milletin menfaatini düşünüyor olsalardı en azından o dönem toplumun hemen her kesiminden görüş alınarak, büyük emekler verilerek var edilmiş ve üzerinde mutabakat sağlanan maddeleri metne eklerlerdi. Oysa karşımızda başkanlık dışında tek bir talebin olmadığı bir metin durmaktadır. "Türk tipi başkanlık" kelimeleri yerine "cumhurbaşkanı" ifadesi kullanılsa da, özü itibarıyla, otoriter bir rejimin var edilmeye çalışıldığı ve hatta, bir yılı aşkın süredir, istikrar sağlanacağı vaadiyle topluma yaşatılan kaos ortamının dayatıldığı bir rejim değişikliğiyle karşı karşıyayız. Bu değişiklik talebinin kabulü hâlinde bir tek kişinin iktidarı olacak, o kişi hem yasamaya hem yürütmeye hem de yargıya hâkim olacak. Meclis fiilen ortadan kalkıyor, yeni sistemde Meclisin hiçbir işlevi yok. Normalde Meclisin kanun yapma yetkisi var, şimdi kanun yapma yetkisi çoğunluk partisi ve başkana devrediliyor. Ayrıca, başkanın kanun kuvvetinde kararname çıkarma yetkisi var, bu da Meclisin kanun yapma yetkisini dolaylı olarak başkanın uhdesine terk ediyor. Bu süreci iktidar kanadı büyük bir mutlulukla anlattı. Gerçekten de çok vahim, çok ciddi tehlikeleri barındıran bir teklif bu aslında.

Az önce de belirttiğim gibi, değişiklik teklifi kendini hangi söyleme dayandırırsa dayandırsın, Türkiye'deki mevcut sorunu doğru teşhis edememiştir. Sorun, hükûmet veya yürütmenin sorunu değil, demokrasi kültürü sorunudur. Bu teklif de söz konusu sorunu çözmek yerine, mevcut ve yetersiz demokrasi düzeyini geriye götüren ve meşruti monarşi rejimine yaklaştıran, 1876 ruhuna sahip otokratik bir niteliğe sahiptir. Bu ifadeyi açmak gerekirse eğer, "otokrat" hükümranın bütün kuvvetleri elinde tutan yegâne şef olduğu rejimdir ve bu değişiklik otokrasiyi ülkeye hâkim kılacaktır. Kavramın "diktatörlük"ten önemli farkı, gücün bir şahısla ilgili olması, onda vücut bulmasıdır. Mutlakiyetçi hükümranlığın en önemli göstergelerinden birisi kuvvetler ayrılığı ilkesinin olmamasıdır. Kâğıt üzerinde varmış gibi gözükse de bir dizi önlemle bu ayrılığın fiilen bütünlüğe dönüşerek çalışması öngörülmüştür. Anayasa, egemenin egemenliğinin sınırları ve yükümlülüklerini belirten, bu yükümlülükleri nasıl gerçekleştirebileceğini anlatan bir metindir. Egemen nasıl meşru olur veya egemenin egemenliğini meşru bir temele oturtması neyle mümkün olmaktadır ki sınırlara ve yükümlülüklere sahip olabilsin ve kurumları kullanabilir olsun? Bunları tartışmak acil ihtiyacımızdır. Yapılacak tartışmalar sonucu elde edilecek sonuç ise mevcut antidemokratik rejim ya da talep edilen meşruti monarşi yerine, Türkiye halklarının yararına ve hayrına olan demokratik cumhuriyetin inşasıdır.

Değerli arkadaşlar, metne dönecek olursak, başkanlık kararnamelerinin iptal edilebilmesi için Anayasa Mahkemesine dava açılabilecek ama bu davanın açılabilmesi için de Meclisin iki güçlü partisinin yetkisi olacak ve 120'nin üzerinde vekilin imzası gerekecek. Başka türlü Anayasa Mahkemesine gitmenin yolu da kapalıdır. Oldukça zor bir yolla kararnamelerin yargı denetimi yolu öngörülüyor. Bütçeyi de başkan yapacak, Meclise gönderecek ve Mecliste onaylatacak. Bütçe onaylanmaz ve kazayla Meclisten ret kararı çıkarsa... Mevcut duruma göre yani mevcut Anayasa'mıza göre normalde hükûmet düşmektedir, şu an getirilen teklifle o da kalkıyor, bunun için de önlem alınmış. "Başkan, eğer ret çıkarsa bir önceki bütçenin artımı oranında artırma yaparak eski bütçeyi aynen kullanabilir." deniyor. Milletvekilinin sadece yazılı soru sorma hakkı var, sözlü soru hakkı elinden alınıyor. Sözlü soru sorma kısa sürede yanıt alma imkânı doğuruyordu kısmi de olsa, bakan çoğunlukla cevap vermese de böyle bir etkisi vardı; şimdi o da elinden alınmış oldu. Gensoru müessesesi kalkmıştır ortadan. Yani, Meclisin kanun yapma, bütçe yapma, denetleme yetkileri elinden alınıyor. Meclis sembolik bir kurum hâline getirilmiş oluyor. Millet iradesinin temsili büyük oranda yok edilmiş oluyor aslında. "Millî irade" diye dilinizden düşürmediğiniz irade, yarışı kazanan kesime alan açan, diğer kesimi güvencesiz bırakan bir duruma dönüşüyor. Yüzde 51'le yasama, yürütme, yargı kontrolünü eline alan kesim, yüzde 49'u temsil etmeyecek ama yüzde 100'ü bağlayacak kararları almaya muktedir olacak. Böyle bir anlayış gerçekten kabul edilemez. Bu nasıl bir millî irade temsilidir? Sizler de anlatamıyorsunuz. Mevcut hâliyle yasama organı toplumun hemen her kesimini temsil eder vaziyettedir. Onu da Meclisi tamamen pasifize eden düzenlemeyle tüm toplumun temsiliyetini yok ederek, lağvederek düzenlemiş ve bir dayatmayla karşımıza çıkarmış durumdasınız.

Değerli arkadaşlar, bugün, bizler, mevcut Anayasa'ya dahi açıkça aykırı şekilde bu Parlamentonun üyesi 12 milletvekili tutukluyken Anayasa değişikliğini konuşuyoruz. Görmezden geldiğinizin farkındayız ama Türkiye Büyük Millet Meclisi bu hâliyle her geçen gün daha çok itibar kaybediyor. Nasıl ki Rus Büyükelçiye düzenlenen suikast devlete tüm uluslararası arenada prestij kaybettirdiyse ve kaybettirmeye devam ediyorsa milletvekillerinin, bu Parlamentonun üyesi olan 12 milletvekilinin tutukluluklarının devamı da aynı şekilde bu Parlamentonun saygınlığına gölge düşürüyor. HDP'yi siyaset yaptıramaz hâle getirmenin kimseye bir faydası yoktur, bu çok net bir tablodur. Demokrasiyi, insan haklarını en yüce değer olarak gören, tüm toplumun yüksek yararını hedefleyen bir siyasal partinin yani partim Halkların Demokratik Partisinin hem burada hem de siyaset arenasında olması herkesi, en çok iktidar partisini aslında zenginleştirir. Askerî vesayete son vermek uğruna sivil vesayetin bu Parlamento üzerinde tahakküm kurmasına hep beraber engel olmalıyız. Bu gereklilik Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Pomaklar, Lazlar, Ermeniler ile diğer tüm etnik, dinî ve dilsel kimliklerden oluşan Türkiye halklarının lehine bir ihtiyaçtır. Neredeyse her hafta ülkenin herhangi bir köşesinde bombalar patlarken, cihatçı çeteler Türkiye'nin göbeğinde büyükelçi öldürebilecek kadar güçlenmişken, ülke ekonomisi günden güne küçülürken bizler işi daha da zora sokacak bu adımı atmamalıyız.

Bu değişiklik teklifi bu ülkeye militarizmi, tekçiliği, cinsiyet eşitsizliğini, ayrımcı, istismarcı anlayışı, baskıcı anlayışı, tahakkümü, zora dayalı otoriteyi ve bizleri, hepimizi nefessiz bırakacak bir yürütme erkini getirecektir. Buna karşı koymak bizlerin, hepimizin tarihsel sorumluluğudur. Demokratik cumhuriyeti inşa etmek ise Türkiye halklarının bize yüklediği en önemli görevdir. Kenan Evren'in anayasasını yamayarak, ülkeyi uçurumdan aşağı itmek yerine yeni, halktan yana, demokrasiyi özümsemiş, özgürlükçü bir anayasa yapma iradesine sahip olduğumuza inanıyorum.

Barış hakkından bahsederken belirttiğim gibi, birlikte yaşamın formülünü aramak ve bulmak hepimizin öncelikle bireysel görevidir. Altını çizmek için tekrar etmek gereği duyuyorum: Tüm Türkiye halkları oy ve yetki verirken kaderini bize teslim ettiğinde en iyi şekilde yönetilme hakkını da teslim etmişti. Bu emanet çok değerli bir emanettir. Netice olarak, Anayasa'yı, değişmesi gereken hükümleri tartışabiliriz; her türlü sistemi, her türlü yöntemi, yönetim şeklini de aslında konuşabiliriz, konuşmalıyız ama öncelikle, bu talebin tabandan, halktan gelmesi gerekiyor. Bir yönetim şekli değişikliği öngörülüyorsa her türlü detayının toplumla paylaşılması gerekiyor, tartışma zeminini geniş tutmak gerekiyor, toplumun tüm kesimlerini bu sürece dâhil etmemiz gerekiyor ve şu anki ortam böylesi bir Anayasa değişikliğini tartışamaz hâldedir. Biz daha bu yöntemin dahi ne denli olumsuz olduğu anlatamamışken imkân olsa iktidar partisi metni bu hâliyle referanduma götürecek.

Peki, bu ortamda yani OHAL rejiminin uygulandığı bir ülkede referandum mümkün müdür gerçekten? Hepinize sormak istiyorum. Böylesi bir hâlde tüm kentlerde valilikler OHAL'i bahane ederek toplantı ve gösteri yürüyüşleri yapılmasını yasaklıyor, her türlü etkinliğin, panellerin yapılmasını yasaklıyor. Tabii, bu yasak tahmin edebileceğiniz gibi, sadece muhalefet için geçerli. Örneğin, Van'da Valilik bir ay boyunca toplantı ve gösteri yürüyüşü, her türlü etkinliği güvenlik gerekçesiyle yasaklıyor ve bu yasak kararını getirip HDP İl Başkanlığına tebliğ ediyor ama diğer kesimlerin yaptığı her türlü etkinliğe hiçbir şey denmiyor. Bizim partiye özellikle tebliğ etmesinin bir anlamı olmalı. Herkes için aldığı kararı eğer HDP'ye tebliğ etme gereği duyuyorsa bunu gerçekten sorgulamak lazım. Söz konusu, iktidar partisine yakın çevreler olunca da her an ve her saat toplanmak da serbest. Elçilik önlerinde, gece yarısı, o dondurucu soğuklara rağmen protesto gösterileri de serbest oluyor. Artvin Valiliği halk doğaya, canlı yaşamına sahip çıkıyor diye aylardır yasak kararı alıyor. OHAL bahanesiyle halk genel sorunlarını bile serbestçe konuşma imkân ve olanağı bulamıyor. Toplu özgürlükler meydanlarda ve caddelerde kullanılamıyor. 500 metre ileride Yüksel Caddesi'nde ihraç edildiği işine kavuşmak için tek başına günlerdir eylem yapan bir kadına dahi tahammül edilemiyor. Demokratik muhalefet yapma hakkı ileri derecede sınırlanmış bulunuyor. Asgari bir özgürlük bulunmuyor. Özellikle medya yoluyla tartışma yolu hiç kalmadı. Böyle bir ortamda mı Anayasa değişikliği halka sorulacak? Yüzde 50,1 oranla geçerse toplumsal mutabakat sağlanmış mı olacak?

Van'da -geçenlerde Genel Kurulda da bahsetmiştim- gencecik bir kadın Hediye Ataman evinin etrafını saran güvenlik güçlerince yakılarak öldürüldükten sonra Van halkına "Gelin, başkanlığı getirelim." diyebilecek misiniz? Koca bir tarlaya dönen Şırnak'ta halka neyi soracaksınız, "Bu kışta kıyamette eviniz yok, size yapılmak istenen yardımları OHAL dolayısıyla engelliyoruz ama gelin, başkanlığı getirelim." mi diyeceksiniz?

Sevgili arkadaşlar, Hakkâri'de bu soruları sorabileceğiniz ne kanaat önderi ne de bizim parti yöneticimiz kalmadı. Tüm milletvekilleri, yerel yöneticileri tutuklu olan Hakkâri'de halk "Nerede benim seçtiğim insanlar?" derse yanıtınız ne olacak? Şu an bütün belediye meclis üyeleri, belediye başkanları, milletvekilleri tutuklu olan Hakkâri'den bahsediyorum.

Urfa Emniyeti HDP'ye üye veya gönül vermiş tam 250 kişiyi günlerdir bir spor salonunda gözaltında tutuyor, ne sorgu var ne gelen var ne giden. Hükûmet "İşkence yok." iddiasındaysa önce bu soruna bir çözüm bulmalıdır. İnsanları günlerce kışın ortasında spor salonunda bekletmenin bizzat kendisi işkencedir.

Seçim çalışması yapması gereken bir siyasi partiyi, HDP'yi çalışamaz hâle getirmekle, referanduma HDP'siz gitmenin hesabını yapmakla yüzde 50'yi geçeceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Farkında olmayabilirsiniz ama bu halk Cumhurbaşkanının lütuf olarak gördüğü 15 Temmuz sonrasında yaşanan hukuksuzlukları bir kenara not ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı "OHAL'i niye kaldıralım?" diyor. OHAL kalkmalıdır çünkü başka türlü demokrasinin, diyaloğun yollarının önünü açamayız. Tüm ülkede OHAL devam ederken, OHAL kanun hükmünde kararnameleri on binlerce ailenin geleceğiyle oynarken Anayasa değişikliğini halka götürmeyi savunmak abesle iştigaldir. Gerçekten, anayasa bu koşullar altında ne yapılabilir ne de herhangi bir değişiklik yapılamaz hâldedir. Olağanüstü şartlarda "Ben yaptım, oldu." mantığıyla anayasa yapılmaz. Bu değişiklik metni halkların geleceğini inşa etmiyor, bu geleceğe açıkça ipotek koyuyor. Bu nedenle, Komisyonun öncelikli görevinin tüm toplumu endişeye sevk eden Anayasa değişiklik metnini hükümsüz kılması ve mümkün olduğu ölçüde toplumun tüm kesimlerinin sözünü söyleyebildiği bir ortam hazırlamak olduğunu düşünüyorum.

HDP Grubu olarak Komisyon Başkanından beklerdik ki -gerçi kendisi burada yok, Başkan Vekilimiz burada- 12 arkadaşımızın tutuklulukları gündeme gelmeliydi, şu ana kadar en ufak bir şekilde söz dahi edilmedi bu konuyla ilgili, en azından tutuklanmalarına neden dosyalardan keşke örnekler inceleyebilseydik. Bir siyasi partinin eş genel başkanının yaptığı konuşmalar nedeniyle neredeyse elli gündür tutuklu olması gerçekten hiç kimsenin kabul edebileceği bir durum olmamalıdır.

Anayasa değişikliği gündeme geldiğinden bu yana iktidar partisinin temel argümanı olarak ortaya çıkan fiilî durumdan dolayı yönetim krizi açıkça ortadadır. Bir kere, bu fiilî durum açıkça Anayasa'ya aykırıdır, onu bir kenara not ederek diğer konuya devam edeceğim. Elbette, ülke yönetiminin kriz içinde olmasını kimse arzu etmiyor, hele ki büyük bir ekonomik kriz kapıdayken ve dış politikada atılan yanlış adımlar nedeniyle son dönemin en büyük krizi yaşanırken. Fakat, asgari hukuk ilkeleri sadece iktidar partisi için değil, herkes için geçerlidir. Uçak krizinden sonra şu an tutsak olan Eş Genel Başkanımız temaslarda bulunmak üzere Moskova'ya gidince hain olarak ilan edilmişti ama Sayın Cumhurbaşkanı "Dostum Putin" dediği Rusya Devlet Başkanıyla günde 5-6 kez telefonla görüşme yapınca diplomatik başarı olarak kabul edildi bu. Bunu da dikkatinize sunmak istedim yeri gelmişken.

İktidar partisi adına ister "yönetim" ister "rejim değişikliği" deyin başkanlık sistemini getirmek için televizyonlardan, gazetelerden her türlü propagandayı yapacak milletvekili arkadaşlarımız, belediye başkanlarımız bir yerel yönetim seçeneği olan öz yönetimi savundukları için cezaevinde olacaklar. Bu sebeple bu siyasi tutuklamaları kabul edemeyiz. Tüm siyasal gücü bir kişide toplamayı, parlamenter sistemi baypas etmeyi öngören iktidar partisinin hazırladığı ve anladığı anlamdaki başkanlığı konuşabiliyorsak binlerce arkadaşımızın tutuklanmasına neden, belediyelerimize el konulmasına gerekçe olarak sunulan öz yönetim meselesini de burada konuşabilmeliyiz. Hatta, öz yönetim meselesi, öz yönetim, demokratik özerklik ya da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi şeklindeki yönetim meselelerini konuşabileceğimiz yegâne komisyon aslında Anayasa Komisyonudur. İsmi ne olursa olsun fark etmiyor, özü itibarıyla yerel demokrasinin sağlandığı bir yönetim modelidir aslında. Şu an kullanılması dahi suç olan bu kelime aslında ceza hukukunun değil, Anayasa hukukunun ve idare hukukunun bir konusudur ve idare hukukunu ve Anayasa'yı ilgilendiren bir tanımdır. Bu teklif doğrudan demokrasi anlayışıdır. Anayasa'yı ilgilendirdiği için belki de dediğim gibi öncelikle burada konuşulması gerekir. AKP, iktidar partisi olarak halka bir yönetim modeli sunuyor ve bunun adına "Türk tipi başkanlık sistemi" diyor. Bunu aslında biz deminden beri anlattığımız gibi siyasi okumalarımızla...

BAŞKAN - Sayın Ertan, bir saniye...

Değerli arkadaşlar, konuşmacı rahatsız oldu, lütfen uğultuyu keselim.

Lütfen devam edin Sayın Ertan.

BEDİA ÖZGÖKÇE ERTAN (Van) - Teşekkür ederim.

Uğultu olunca ben de ister istemez bağırmak durumunda kalıyorum.

Dediğim gibi, AK PARTİ "başkanlık" ya da "Türk tipi başkanlık" diyerek bir model teklif ediyor halka. Bizim seçim beyannamemizde, tüzüğümüzde 7 Hazirandan önce halka anlattığımız model de, daha doğrusu Türkiye halklarına teklif ettiğimiz model de yerinden yönetim, yerinden yönetimin güçlendirildiği öz yönetim dediğimiz modeldi. Her ikisi de tekliftir ama bizim sunduğumuz model bir manipülasyonla, ciddi bir algı yönetimiyle suç unsuru sayıldı ve bütün seçilmişlerin çoğu şu an bu sebeple cezaevinde. Yani, öz yönetim talep etmek suç değildir, bu bir model teklifidir ve Türkiye halkları kendisi için en doğru yönetim modeline kendisi karar verebilecek durumdadır. 2013'te anlatılan şey ve daha sonrasında, HDP kurulduktan sonra seçime parti olarak girme kararı aldığı zaman halklara sunduğu teklifte anlattığı model, herkesin kendi yerelinde kendisini ilgilendiren kararlarla ilgili kendisinin karar almasını esas alan yerinden yönetim modeliydi, biz bunun adına "öz yönetim" dedik fakat siz ne isterseniz onu deyin, esas olan halkın tartışmasına imkân vermek, halkın tartışmasına zemin sunmaktı ve 7 Haziran seçimleri öncesinde Türkiye halkları bu meseleyi tartışmaya başlamıştı. Şu an ne yazık ki ismini ağızlara almak dahi suç unsuru sayılıyor. Birçok belediye başkanımız, Van'da mesela, sadece devletten öz yönetim talebinde bulunduğu için bu sebeple şu an cezaevlerinde. Bizler, halk kendi yaşadığı yerde yönetime etkin olarak katılsın ve söz söylesin, kendini ilgilendiren kararları kendisi alabilsin diyoruz. Örneğin -bu örnek belki çok verildi ama- Cerattepe'de halkın doğasına sahip çıkması öz yönetimdir. Yani, orada halkın isteği dışında bir müdahalenin yapılıyor olmasına halk karşı çıkmıştı, kendisini ilgilendiren, doğasını ilgilendiren bir konuyla ilgili kendisi karar vermek istedi. Bu, aslında çok tipik bir öz yönetim anlayışıdır. Yırca'da da yine zeytin ağaçlarına sahip çıkan halkın talebi, HES'lerin yapımına karşı çıkan halkın kendisinin yaşadığı yerlerle ilgili tasarruflarda bulunması, kendi sözünün geçmesini istemesi de öz yönetimdir ya da yerinden yönetim anlayışıdır. Bizler bunu halka anlattık, Türkiye halkları bunu beğendi, sevdi ve o yüzden HDP'ye teveccüh gösterdi ve kabul gördü, 7 Haziran sonuçları işte buydu aslında. Dolmabahçe mutabakatında sayılan 10 başlıktan 1'i de buydu aslında, yerel demokrasiydi. Fakat o 10 başlığın tek 1 tanesine bile tartışma imkânı yaratmadınız, tam aksine yok saydınız, tartışılmasının dahi önüne geçtiniz.

Şimdi, şu an soruyorum: Gerçekten şu an hangisi demokratik, böyle gözlerden kaçırılarak gizli kapaklı önümüze dayatılmış, getirilmiş bir teklif mi tartışılmalı gerçekten; yoksa halkların bütününün katılabileceği, üzerinde tartışabileceği? Hangisiyle ilgili karar veriyorsa versin önemli değil, sonuçta halkın kararının alınması daha demokratik değil mi? Konuşmalıyız, konuşabilmeliyiz ki gerçekten birbirimizi anlayabilelim. "Hain", "bölücü", "terörist", "dilsiz şeytan" gibi gerçekten kimsenin kaldıramayacağı en ağır hakaretleri bize reva görerek çözüme ulaşamayız.

Değerli arkadaşlar, bu değişiklik teklifiyle Cumhurbaşkanının yasama üzerinde mutlak tahakkümü sağlanıyor. Anayasa değişiklik metniyle yasama organı olan Meclisin görev ve yetki alanı sınırlandırılmış, yürütme organının bir ayağı olan Cumhurbaşkanı yasama işleviyle donatıldığı gibi Meclis üzerindeki denetleyicilik unsuru güçlendirilerek korunmuştur. İktidar partisinin sözcülerinin ifade ettiği şekliyle, Cumhurbaşkanlığı sistemi güçsüz yasama anlayışı üzerine kurulmuştur. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri sistemiyle bu makama Meclis yasa sistemine denk işlevler ve Meclisten daha fazla yetki ve etki gücü verilmiştir, parlamenter sisteme kısaca son verilmiştir. Hukuk devleti anlayışı ortadan kaldırılmış, idari devlet mantığı harekete geçirilmiştir.

Sonuç olarak demokrasinin önünün açılması, hak ve özgürlüklerin "ama"sız kullanılabilmesi Türkiye halklarının en acil ihtiyacıdır. Önümüzdeki Anayasa değişiklik metni bunu sağlamaktan uzak olmakla birlikte, bu Komisyon demokratik bir cumhuriyetin kurulması, toplumun bilgisi dâhilinde ve önünde hazırlanmış yeni bir anayasa metninin hazırlanması yolunda ilk adımı atacak yetkiye sahiptir.

Son sözlerime geliyorum, lütfen son sözlerimi sabırla dinlerseniz memnun olurum. Bu değişiklik teklifi "Bu ülkeye militarizmi ve tekçiliği getirecek." demiştik. O nedenle halkın anayasasını oluşturabilmek adına ilk yapmamız gereken demokratik siyaset ilkelerinin yürütüldüğü özgür bir dünyayı hep bir ağızdan talep etmektir diyorum.

Son olarak sizlerle paylaşmak istediğim birkaç cümle daha var: "Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco'muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana'yı çeşitli yüzlerle donattık ve o günden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi taşıyoruz. Halklarımız böylece mutluluk içindeydi ve uğursuz sömürgecilik günlerine dek ırkçılığı asla bilmedik." Bu okuduğum cümleler bir Latin Amerika yerli masalı değil ya da uluslararası bir toplantıda uzun uzun konuşulduktan sonra alınan ortak kararların bir girizgâhı da değil; belki inanmayacaksınız ama bu bir Anayasa dibacesi, egemen bir devletin Bolivya Anayasası'nın giriş cümleleri ve hatta ilk cümlesi. Bu cümleler bile tek başına aslında o Anayasa'nın geri kalan kısmının nasıl olduğunu ele veriyor. Ben hepsini okumadım ama bu cümleyi okumak nasıl bir anayasa ruhuna sahip olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kendi ülkemin de böyle bir anayasasının olmasını yürekten diliyorum ve hepinize teşekkür ediyorum sabrınız için.