KOMİSYON KONUŞMASI

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Değerli Başkan, değerli milletvekilleri, değerli bürokratlar, basın mensupları; hepinizi saygıyla, hürmetle selamlıyorum.

Tabii, anayasalar olağanüstü dönemlerde yapılır mı, yapılmaz mı? Bu teorik olarak çok fazla tartışılan bir konu. Bugüne kadar -bu tesadüf mü, artık bilinçli mi yapılıyor- yapılan anayasalarımızın gerek 1961 gerek 1982 ve sonraki yapılan değişikliklerin çoğu hep olağanüstü dönemlerde yapılmış ama onun için hep bugüne kadar da buna sivil denilmiyor, askerî deniliyor, baskı dönemleri deniliyor. Bu tür eleştirileri yapılan anayasa değişiklikleriyle bir türlü üzerimizden atabilmiş değiliz.

Tabii, şu deniliyor: Efendim, bugüne kadarki mevcut olan anayasalar adil midir, temsilde adaleti temsil ediyor mudur? Anayasa'mızın 67'nci maddesi de öyle der: "Temsilde adalet ilkesi." Gerçekten yüzde 10'luk bir baraj sistemi var; bu yüzde 10'luk baraj sistemi baktığımız zaman büyük adaletsizlikler doğuruyor. Nedir mesela? Bu yüzde 10 barajıyla 2002 seçimlerinde oyların yüzde 45'inin âdeta nereye gittiği belli değil çünkü o dönemde yüzde 34'lük oy alan siyasi iktidar, temsilde buradaki ilkenin ihlali nedeniyle Parlamentonun yüzde 65'i oranında milletvekili çıkarmıştı. Buna da baktığımız zaman gerçekten Anayasa'mızda temsilde adalet ilkesi ön plandadır ama bakıyoruz ki böyle bir adaletsizlik var. Yüzde 45 oy temsil edilemiyor, bunun üzerine aslında Anayasa'ya değil, uygulamaya baktığımız zaman âdeta cinsiyet eşitliği açısından, cinsiyet temsili açısından büyük bir adaletsizlik var.

Aynı zamanda bu yüzde 10'luk baraj sistemi Türkiye'de demokratik meşruiyet sorununu da gündeme getiriyor. Örneğin, diyelim ki burada 10 siyasi parti yüzde 9,9 eğer oy almış olsa, yüzde 10'u aşmadığı için âdeta yüzde 99 oy heba edilmiş olacak. Bu, adaletsizliği daha açık, net bir vaziyette önümüze getiriyor.

Şimdi, bu düzenlemeyle birlikte katılımcı demokrasi açısından baktığımız zaman, gerçekten katılımcı demokrasi ilkesi yok çünkü anayasalarda asıl olması gereken iki şekilde yapılır: Uzlaşmacı bir yöntemle yapılır, bir de çatışmacı bir yöntemle yapılır. Uzlaşmacı bir yöntemle tüm sivil toplum kuruluşları ve 79 milyon insan buna dâhil edilir. En azından herkes "İşte, bu benim anayasamdır, işte bu bizim toplum olarak üzerinde uzlaştığımız belgedir." der. Bu tür uzlaşma yöntemi seçilerek yapılan anayasaların veya yapılan değişikliklerin tamamı daha uzun ömürlü olur ama çatışmacı yöntemle, işte bugün yapıldığı gibi, iki siyasi parti tarafından yapılıp toplumun diğer kesimlerinin tamamının dışlandığı bir ortamda da bu tür anayasanın veya yapılan anayasa değişikliklerinin ömrü pek fazla uzun olmuyor.

Şimdi, aynı zamanda tabii bu görüşmelerle alakalı ivediliği derken ivediliği sadece hazırlama yani burada görüşülmesi açısından değil, Anayasa değişikliğinin toplum katmanında görüşülmesi açısından, topluma mal edilmesi açısından, şeffaflık açısından, demokratik yöntem açısından, katılımcılık açısından da dâhil edilmesi gerekir ama bundan kaçınıldı, işin doğrusu bu oldu.

Anayasaların korku altında yapılmaması gerekir. Hep bugüne kadar 1982 Anayasası'nın eleştirilmesindeki neden şudur: Efendim, her ne kadar "1982 Anayasası darbe anayasasıdır." deniliyor, doğru. O dönemde yüzde 93,2 oyla kabul edilmişti bu Anayasa, hangi şartlar altındaydı? Toplum, terör şantajıyla halk köşeye sıkıştırılmıştı ve o sebepten dolayı yüzde 93,2'yle Anayasa kabul edildi. Peki, yüzde 93,2'yle 1982 Anayasası kabul edildi, bu, bunu darbe anayasası olmaktan kurtardı mı? Kurtarmadı.

Peki, 12 Eylül 1982 Anayasası o dönemde şantajla, terörle halk köşeye sıkıştırıldı. Bugün de aynı şey yapılmıyor mu? Deniliyor ki: "Efendim, eğer başkanlık sistemi gelirse terör bitecek." Her türlü derde deva deniliyor. "Zamlar duracak." diyor, "İşsizlik bitecek." diyor, "İstihdam artacak." diyor, "Hukukun üstünlüğü egemen kılınacak." deniliyor, "İnsan hakları Türkiye'de tecelli edecek." deniliyor, "Demokrasi tüm kurum ve kuruluşlarıyla işletilecek." deniliyor. Gerçekten böyle mi bu? Yani Anadolu'da çok güzel bir söz var: "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz." Bugüne kadar bu gücün hepsi vardı, neden işletilmedi? Yani bu bir sihirli değnek midir? Pek fazla güven vermiyor değerli arkadaşlar.

Şimdi, burada mevcut olan, ileri sürülen bu gerekçelerde şu deniliyor: "Bu mevcut olan Anayasa sivil değil, demokratik değil." Buna baktığımız zaman gerçekten sahte bazı gerekçeler var. Yani bu ileri sürülen gerekçeler doğru değil, gerçekçi değil, yapay, hakikat dışı açıklamalar.

Şimdi "Yeni anayasa gerekir." diyenler... Bu Anayasa'nın darbe anayasası olduğu söyleniliyor. Şimdi izah edeceğimiz başlıklarla mevcut olan bu Anayasa darbe anayasası mıdır, değil midir, hep birlikte karar vereceğiz.

Bir gerekçede deniliyor ki: "İki başlı bir sistem getirilmiştir çünkü Cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle, Cumhurbaşkanını halk seçiyor, Parlamentoyu da halk seçiyor. Burada iki başlı bir sistem oldu. Bunun sonucunun getirilmesi lazım. Bu da nereye gider? Başkanlık sistemine gider.

Değerli arkadaşlar, bu gerekçe çok güven vermiyor, doyurucu değil. İki başlıysa o zaman yapılması gereken olay ne olur? Şu olur: Tekrar, yine Cumhurbaşkanını Parlamento seçsin, Parlamentoyu seçen zaten halktır. Milletvekilleri Anayasa'mızın hükümleri uyarınca halkın verdiği oylarla, yansıma yoluyla yine halk tarafından seçilmiş oluyor. Bu iki başlılığa da son verilmiş olur. Yani eğer gerçekten iki başlılık buysa, iki başlılığın gerekçesi, Cumhurbaşkanını parlamento seçer, halk da mevcut olan parlamentoyu seçer, bu iki başlılık biter.

Efendim, Cumhurbaşkanını halk seçti, parlamentoyu da halk seçti. Diyelim ki Cumhurbaşkanı yüzde 55 oy aldı, parlamento yüzde 58 aldı. Diyecek ki Parlamento: "Ey Cumhurbaşkanı, bak, benim aldığım oy oranı senden daha yüksek, senin oyların daha düşük. Sen benim istediklerimi yapmak zorundasın." Tam tersi olabilir, Cumhurbaşkanı yüzde 58 aldı, Parlamento, seçime giren siyasi iktidar yüzde 54 veya 55 aldı veya 40 aldı, o şekilde iktidara geldi. "Benim aldığım oy, halk nezdindeki itibarım, oyum sizinkinden daha yüksek, lütfen benim dediklerimden, benim sözümden çıkma." der, bu şekilde kriz çıkar.

Peki, parlamenter sistemde ileri sürülen bu argüman, mevcut olan bu başkanlık sisteminde de aynı şey olamaz mı? Aynı şey olabilir. Yani burada faraziyelerle konuştuğumuz zaman bunu da engelleyen hiçbir husus yoktur. Dünyadaki diğer örneklere baktığımız zaman bu şekilde olmuş mudur? Olmuştur. Bunların tamamen hepsi aslında demokratik kültürle alakalı olan bir husus. Eğer bir Anayasa değişikliği toplumdan kaçırılıyorsa, bu hazırlıklar gizli yapılıyorsa... Aynı şekilde, siyasi iktidara gelen bu düşünce, ileride bu demokratik kültüre sahip olmadığı için bu tür sorunların aşılması da mümkün değil. Yani sorunlar çıkmaya gebe ve sürekli sorun yaratacak olan bir teklif.

Şimdi -bir başka gerekçe- deniliyor ki: Efendim, Türkiye'de bu sorunlar parlamenter sistemden kaynaklanıyor. Aslında sorun parlamenter sistemden kaynaklanmıyor. Parlamenter sistemde sorunlar var mı? Var. İyileştirilmesi gerekir mi? Gerekir. Peki, parlamenter sistemin iyileştirilmesi gerekiyor ise ne yapmak lazım? Diyelim ki Ankara ile İstanbul arasındaki otoban veya TEM bozuk veya ihtiyaca cevap vermiyor; İstanbul ile Ankara arasındaki otoban ihtiyaca cevap vermiyor veya bozuk, tamir edilecek yerler var. Yeni bir otoban yapmamızın mı bu topluma maliyeti daha yüksek olur yoksa mevcut olan yolu iyileştirmemizin mi maliyeti daha yüksek olur veya maliyet açısından, topluma getirebilecek olan risk açısından Ankara-İstanbul yolu, İstanbul-Samsun, Ankara-Samsun, Trabzon, Bursa, Eskişehir, Adana, Diyarbakır, nereyi alırsanız alın, bizim mevcut olan bu yollar ihtiyaca cevap vermiyorsa bunu genişletmemiz mi daha doğru olacak yoksa yepyeni bir yol yapmamız mı doğru olacak? Şimdi yepyeni bir yol yapmamız, mevcut olan yolu genişletip ihtiyaca cevap verebilecek konuma getirip işlerlik kazanması varken -hem daha ekonomik hem daha bilinebilir hem maliyeti daha düşük- bu yolu tercih etmeden, bizim parlamenter sistemi iyileştirmeden, yabancı olduğumuz, bilmediğimiz ve tehlikeli olabilecek sisteme geçiş yapmamız bu toplum açısından maliyeti gerçekten ağır olur. Çünkü bilinmeyen bir yol, tahmin edilen sonuçlarının topluma ağır olabileceği gündemde.

Şimdi, burada "Sorun aslında parlamenter sistemde değil, aslında sorun mevcut olan Hükûmetin hızlı karar alamaması." deniliyor. Hızlı karar alamamasıyla hiç alakası, ilgisi yok, Türkiye'de bir gecede 100 bin kişi açığa alınabiliyorsa hızlı karar alamaması diyerek bir mazeretin arkasına sığınmamak lazım. Aslında sorun, doğru karar alınmamasından kaynaklanıyor. Sistemden değil, doğru karar alınmamasından, alınamamaktan kaynaklanıyor. Eğer bugüne kadar siyasi iktidar veya diğer iktidarlar da doğru karar alabilmiş olsaydı, siyasi istikrarsızlık olmazdı. "Siyasi istikrarsızlık" deniliyor... Ve burada da "Efendim, biz bu başkanlık sistemine geçersek Türkiye'de koalisyonlar biter..." Koalisyonlar âdeta bir öcü olarak gösteriliyor yani "Koalisyonlar çok kötüdür, yaşamaması gerekir." şeklinde bir mantıkla topluma anlatılmaya çalışılıyor. Aslında koalisyonların yararları çok fazla, yok değil. Koalisyonlar toplumda uzlaşma kültürünü geliştirir, koalisyonlar toplumda diyaloğu geliştirir, koalisyonlar toplumda nefreti sona erdirir, koalisyonlar toplumda katılımcılığı getirir, koalisyonlar siyasi iktidarın en azından denetimini artırır, şeffaflığı artırır, yolsuzluğu azaltır.

AHMET SAMİ CEYLAN (Çorum) - Krizleri getirir koalisyonlar.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Hangi krizi?

AHMET SAMİ CEYLAN (Çorum) - 2009'ları...

ALİ ŞEKER (İstanbul) - 2008 demek istediniz herhâlde?

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Siz konuşunca anlatırsınız.

ALİ ŞEKER (İstanbul) - 2008 mi, 2016 mı? Hangisini getiriyor?

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Şu andaki krizi ne yapacağız? Yok mu?

ALİ ŞEKER (İstanbul) - FETÖ'yle koalisyon yapmadınız mı?

BAŞKAN - Sayın Tanal, siz devam edin.

Buyurun.

SABRİ ÖZTÜRK (Giresun) - Çok zor koalisyonu sağlamak.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Şimdi, değerli arkadaşlar, düşünebiliyor musunuz, yolsuzluk, mesela 17-25 Aralık... Tüm dünya, herkes şunu gördü: Bir siyasi iktidarın bir ülkeyi nasıl soyduğunun dönemi, tarihi. Burada eğer koalisyonlar olmuş olsaydı böyle olabilir miydi? Olamazdı. Yolsuzlukların olduğu yerde eşitsizlikler olur, adaletsizlikler olur, insan hakları ihlali olur ve bu açıdan hukuk devleti ihlal edilmiş olur. Burada baktığımız zaman koalisyonlara bir öcü gibi bakmamak lazım.

"Yeni anayasa gerekir." diyen arkadaşlarımız, evet, halkı bugüne kadar birkaç sahte gerekçeyle ikna etme gayretine düştüler ancak mevcut olan Anayasa'nın darbe anayasası olduğu için değiştirilmesi gerektiğini, Anayasa'nın çok değiştirildiği için sistematiğinin bozulduğunu da ileri sürüyorlar ve aynı zamanda, anayasayı sivillerin yapması gerektiğini, sivil anayasa yapılması gerektiği hususunda bazı gerekçeleri ileri sürüyorlar. Bir sefer "Mevcut olan bu Anayasa darbe anayasasıdır." diyorlar. Peki... "Mevcut olan Anayasa darbe anayasasıdır, darbe anayasası kötü bir şeydir. Türkiye'ye yakışmaz, değiştirelim, sırtımızda fazla bile taşıdık." deniliyor. 12 Eylül 1980'de iktidara gelen askerî darbe rejimi mevcut olan anayasayı kaldırmıştı, bir yeni anayasa hazırlamıştı ve bu Anayasa'yı 7 Kasım 1982 günü referandumla halk oylamasına sundu, Anayasa yüzde 92 gibi bir oyla kabul edildi ve yürürlüğe girdi. Peki, bu tarihe baktığımız zaman, yürürlükte olan Anayasa gerçekten 12 Eylül darbe rejiminin yaptığı bir anayasadır ama bu Anayasa artık o anayasa değildir. Darbe döneminde yapılmış olan, mevcut olan Anayasa o kadar çok, öyle kapsamlı değişiklikler geçirmiştir ki bu hükümlere baktığımız zaman artık darbe anayasası demek mümkün değildir. 1982 yılından günümüze toplam otuz dört yıl içerisinde bu Anayasa 18 kere değiştirildi, ortalama iki yılda bir değişiklik yapılmıştır. Bu Anayasa'nın toplam 177 maddesi var; bunların 86'sı değiştirilmiş. En azından 155 hükmü de değişmiş bir Anayasa'dan söz ediyoruz yani "darbe anayasası" dedikleri 1982 tarihli metnin el değmedik yeri kalmamıştır. Bu gerçeği yeni anayasacılar kabul etmek zorunda kaldılar. Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın İsmail Kahraman yaptığı basın toplantısında da gazetecilere Anayasa'nın 117 maddesinde değişiklik olduğunu, yüzde 65,8'inin değiştiğini, eldeki anayasanın o eski anayasa olmadığını kendisi de söyledi.

Birinci sonuç şudur: Bu Anayasa 12 Eylül 1980 rejiminin ürünüdür, doğru ama o kadar çok değiştirilmiş ki artık buna "darbe anayasası" denilemez. Anayasa içeriği bakımından artık bir darbe anayasası değildir. Darbeyle ilgili gerekçesini sürdürmek isteyenler, sayıların açıklığı karşısında bu kez "Doğru, çok değişti ama darbe hükümleri hâlâ var." demeye başlıyorlar. Örnek ver bakalım dediğimiz zaman- varsa bu, 18 sefer değiştirildi, 19'uncu sefer de değiştirelim ama- bu konuda kimse örnek vermiyor.

Mevcut olan Anayasa geçirdiği değişikliklerden sonra hükümleri itibarıyla darbe anayasası özelliğini yitirmiştir, bu Anayasa artık o anayasa değildir. Bunu birkaç örnekle gösterebiliriz. Örneğin, idam cezası 1982 Anayasası'nda vardı, kaldırılmıştır. İdam cezası yetkisine sahip olmayı, bunu kullanmakta bonkör davranmayı seven cinsten siyasetçiler... Anayasa ilk hâlinde idam cezası hükmü taşıyordu, yapılan değişikliklerle Anayasa'da idam cezası kaldırıldı, mevcut olan bugünkü Anayasa'da bu hüküm yoktur.

İki: "Darbeler, darbecileri yargılatamazlar." deniliyordu. Bunu da anayasa yazar ve kendilerine anayasal güvence yaratırlar. Anayasa'nın darbecileri yargılamasını önleyen geçici madde 15 kaldırıldı. Bu değişiklikle 12 Eylül darbesini yapanlara dava açıldı.

Üç: Darbeler, askerî idareyi her şeyin üzerine koyarlar, kurumları da böyle inşa ederler. 12 Eylül Anayasası'nda Millî Güvenlik Kurulunda yapılan değişikliklerle, güçlü asker niteliği siviller karşısında eritildi, hatta o kadar aşırıya varıldı ki Millî Güvenlik Kurulunda askerî temsilciler söz söylediklerinde sözlerinin yürütme değil, danışmayla sınırlı bir gücü kaldı. Devlet güvenlik mahkemeleri başlıca yargı organı hâline getirilmişken bu Anayasa'da yapılan değişikliklerle önce askerî yargıçların yerini sivil yargıçlar aldı, sonra da Anayasa değişikliğiyle mahkemelerin kendileri kaldırıldı.

Dört: Darbeler siyaseti askıya alırlar. İlk yaptıkları iş, siyasi temsili, Meclisi yok etmektir. Nitekim, Türkiye Büyük Millet Meclisi kapatılmış, yerine bir Danışma Meclisi kurulmuştu. Siyasi parti yöneticilerine siyaset yapma yasakları getirilmişti, bunlar 1987 yılında Anayasa referandumuyla kaldırıldı. Temsilde sandalye sayısı artırıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 400 üyeliydi, üye sayısı önce 450'ye, sonra 550'ye çıktı. Böylece, Türkiye Büyük Millet Meclisinin temsiliyet gücü genişletildi. Siyasi partilere ilişkin, sendikalarla ilişki kurma, kadın ve gençlik kolları kurma ve benzeri anayasal yasaklar Anayasa'daki değişikliklerle kaldırıldı. Hatta, sınırlamalar o kadar kaldırıldı ki Anayasa'ya getirilen bir hükümle 2011 seçimlerinde yüzde 10 barajını aşabilmek için -HDP açısından- seçim pusulalarında bağımsız adaylar gösterilebildi çünkü daha önce orada gösterilemiyordu.

Beş: Darbeler bireysel özgürlükleri yok ederler, konut dokunulmazlığını kaldırır, ifade özgürlüğünü kısıtlar, uzun gözaltı yetkilerini getirirler. 1982 Anayasası yazıldığında bunlar hep ortadan kaldırılmış ya da kısıtlanmış haklardı. Aradan geçen otuz dört yılda 18 ayrı yasayla yapılan değişiklikle bunlar birey lehine olacak şekilde değiştirildi. Ama bugün ise aleyhe değişiklikler var, kuvvetler ayrılığının âdeta tek bir kişinin elinde toplanması yetkisi verilmekte.

Şimdi, tabii, bu örnekleri verdiğimiz zaman mevcut olan Anayasa'ya, evet, bir "darbe anayasası" deniliyor, aslında bu değişikliklerle, bu argümanlarla bu gerekçeler çürütülmüş oluyor ve mevcut olan, yeni anayasa yapmak isteyen arkadaşlarımızın ileri sürdükleri bu gerekçelerine baktığımız zaman, bugüne kadar bu "darbe anayasası" dedikleri Anayasa'da 18 sefer değişiklik yapıldı, bu değişiklikleri de hep siviller yaptı. ANAP'tan, DYP'den, SHP'den, CHP'den, DSP'den AKP'ye kadar burada yer almayan hiçbir siyasi parti kalmadı. Yani, burada tüm siyasi partiler bu konuda değişiklikleri yaptılar. Yani, burada, evet, "Milletin iradesi her şeyin üstündedir." deniliyor. Burada, evet, belediye başkanları cezaevinde. Niçin? "Suç işlendiği gerekçesiyle" deniliyor, "siyasi suç" deniliyor, "terör kapsamında suçlar" deniliyor, ne derseniz deyin. Siyasi suç da denilse, terör suçu da denilse herkes şunu çok iyi biliyor ki Sayın Cumhurbaşkanı o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıydı. O dönemde yine, terörle mücadele kapsamında Diyarbakır'daki devlet güvenlik mahkemesi tarafından ceza verilmişti ve o ceza nedeniyle Yargıtaya gitti, temyiz edildi, karar kesinleşti, karar kesinleştikten sonra görevden alınmıştı. Ama aynı şekilde bugünkü belediye başkanları eğer siyasi anlamda suç işlemiş ise bu imkânın yani o dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı, bugünün Cumhurbaşkanı hangi şekilde görevden alındıysa mevcut olan o yasalar yürürlükte, o Anayasa yürürlükte, farklı bir anayasa yok, farklı bir kanun yok. Hatta, o dönemde karar kesinleştikten sonra, görevden alındıktan sonra belediye meclis üyeleri arasında ön seçim yapıldı; o dönem, ön seçimle ondan sonraki Büyükşehir Belediye Başkanı göreve geldi, başladı. Yani, burada hukuksuzluklar gerçekten diz boyu. Bu, demokrasiyle, hukuk devletiyle bağdaşan bir husus değil değerli arkadaşlar.

Şimdi, burada başkanlık önerisi AK PARTİ belgelerinde ne zaman yer aldı? Ona baktığımız zaman, tarihçesi açısından, iktidarın son dönemdeki sözcüleri başkanlık sistemi önerisini baştan beri dile getiriyorlarmış gibi bir tutarlılık iddiası üretmekte. Böylelikle, kamuoyu kadar içeriyi ikna etme konusunda ısrarlı bir söylem kullanıyorlar. Oysa, gerçek, bu söylemlerle bağdaşmıyor. Türkiye bir süredir yeni bir yönetim modeli olarak başkanlık sistemini konuşmaya zorlanıyor, hemen bütün siyasi partilerin karşı çıkışına, kamuoyunun bu konudaki belirgin duraksamasına karşı iktidarın bazı sözcüleri, en başta Sayın Erdoğan başkanlık tartışmasını gündemden düşürmüyor. Sanki Türkiye için olmazsa olmaz bir ihtiyaçmış gibi kampanyalar sürdürüyorlar. İşin garibi, iktidarın son dönemdeki, parti geleneğinden uzak, Beştepe'ye yakın yeni sözcüleri bu öneriyi baştan beri dile getiriyorlarmış gibi bir tutarlılık iddiası üretmek, böylelikle de kamuoyu kadar ve belki de ondan önce içeriyi ikna etmek konusunda ısrarlı bir söylem kullanıyorlar. Oysa, gerçek, bu söylemlerle bağdaşmıyor. Adalet ve Kalkınma Partisinin 2002'den 2015'e kadar katıldığı bütün seçimlerde, 2015 dışında millete sunduğu vaatlerin arasında başkanlık sisteminden söz edilmiyor. Tam tersine, parlamenter demokrasinin güçlendirilmesinden ve anayasal yapının buna göre düzenlenmesinden söz ediliyor. Örneğin, AKP'nin katıldığı bir genel seçim olan 2002 bildirgesinde demokrasi, yeni anayasa, anayasal devlet konularında özetle şöyle yazılıyor: "AK PARTİ demokrasiyi halkın geniş boyutlu katılımıyla sürekli geliştirilmesi gereken bir süreç olarak görmektedir. Bu kapsamda, çoğulcu, katılımcı, demokratik, siyasal sürecin sivil toplum örgütlerine açılması ve karar konularında ilgili toplum kesimlerinin görüş ve önerilerinin alınmasını sağlayacaktır." Sayfa 35. "Partimiz, hukuku, korkutmanın ve cezalandırmanın değil, adaleti sağlamanın aracı olarak görmektedir." Sayfa 41. "Hukuk alanındaki reformlara yeni bir anayasa yapılarak başlanmalıdır. Partimiz, yeni anayasanın devlet, toplum, birey arasında yapılan bir toplumsal sözleşme niteliğinde olmasından yanadır." 2002 Bildirgesi, sayfa 42.

"Merkezi idare reformuna Başbakanlıktan ve devlet bakanlıklarından başlanacaktır. Parlamenter sistem ilkelerine uygun olarak Başbakanlığın koordinasyon işlerini yerine getirmesi kolaylaştırılacaktır." Sayfa 57.

Görüldüğü gibi, 2002 Bildirgesi, katılımcı demokrasi, hukuk devleti, yeni anayasa konusunda bugün her kesimin destekleyeceği önermeler içermekte ve yönetim biçimi konusunda "Parlamenter sistemin ilkelerine uygun olarak" vurgusuyla sistem tercihinin altını çizmektedir.

2007 Seçim Bildirgesi'nde yeni anayasanın demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerine uygunluğunun yanı sıra parlamenter sisteme özel olarak vurgu yapmaktadır. Dahası, Cumhurbaşkanı yetkilerini buna göre yeniden değerlendireceğine işaret etmektedir.

Yeni anayasa, cumhuriyetimizin değiştirilmez temel nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini tam olarak hayata geçirmeli, bireylerin haklarını en etkili şekilde korumalıdır." Sayfa 21.

"Kısa ve açık olmalı. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında ilişkiler parlamenter sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli. Bu çerçevede Cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı, temsilî demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlanmalıdır. Yeni anayasa en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır." Sayfa 22.

Ama yani "En geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır." deniyor, bakıyoruz, bugün 2 siyasi partiyle hazırlanıyor değerli arkadaşlar.

2007 Genel Seçim Bildirgesi'nde AK PARTİ ilk bildirgede olduğu gibi parlamenter sistem tercihini açıkça belirtirken bu kez kuvvetler ayrılığı ilkesine özel olarak vurgu yapmaktadır. Bildirge bununla da yetinmemekte, 1982 Anayasası'nda Cumhurbaşkanına verilmiş abartılı yetkilere gönderme yaparak bu konunun ve yetkilerin parlamenter sistem çerçevesinde yeniden tanımlanacağına işaret etmektedir.

Yeni anayasa ihtiyacı, 2011 Genel Seçim Bildirgesi'nde yine özel bir başlık olarak yer almaktadır. Bu ihtiyaç, özgürlükçü, çoğulcu demokrasi anlayışının güvencesi olarak sunulmaktadır.

"İleri demokrasi" deyiminin ilk kez kullanıldığı bildirgede bu deyim, bireylerin ve toplumdaki farklı kesimlerin bütün yönleriyle kendilerini özgürce ifade ettikleri zeminlerin inşa edilmesini gerektiren çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi anlayışı olarak açıklanmaktadır. Sayfa 19.

"Çoğulcu ve katılımcı demokrasi tüm vatandaşların devlet imkân ve kaynaklarından eşit ve adil biçimde yararlanmasını ve herkesin hayat tarzına, kültürüne, inancına saygı gösterip kendini ifade etmesini sağlaması anlamına gelir. Bunun için, AK PARTİ siyasetinde insanından korkan ve farklılığı düşmanlık olarak gören ceberut siyaset anlayışına yer yoktur." Sayfa 20.

Ama bugün baktığımız zaman, hakikaten arkadaşlarımız gülüyor ama tam tersi; ben programı sayfalarla birlikte aldım, bunu karşılaştırıyorum tabii ki bugünkü konuyla ilgili.

"Bu çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi anlayışının esasını, bireyin ve bütün yurttaşların haklarını güvence altına alan demokratik bir anayasa vizyonu oluşturmaktadır." Sayfa 20.

"Türkiye'nin önüne koyduğu büyük hedeflere ulaşmasının yolu, 'Yurtta sulh, cihanda sulh.' ilkesini kesin hayata geçirmektir." Sayfa 23. Ama bu ilkeyi unutmuş durumdayız, herkese savaş açıyoruz hem içeride hem dışarıda.

"Yeni anayasanın mümkün olan en geniş katılımla hazırlanmasını, tüm toplumsal kesimlerin taleplerini yansıtan bir toplum sözleşmesi olmasını arzu ediyoruz." Sayfa 28.

Temel felsefesi bireyin özgürlüğü ve korunması olan, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik kurumsal güvenceleri içeren, siyasi sistemin işleyişinde belirsizlikleri gideren yeni anayasanın yapılması, Türkiye'de demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün kökleşmesi bakımından önemli bir aşama olacaktır." Sayfa 33.

Hatırlayalım ki 2011 Bildirgesi'nin yayınlandığı dönem öncekilerden farklı. 2002 ilk, 2007 ise oldukça fırtınalı bir dönemin ardından gidilen ikinci genel seçimdir. Partinin başkanlık sistemi konusunda olgunlaşmış, kararlaştırmış bir fikri varsa bile, dönemin koşulları gözetilerek bu öneri yapılmamış olabilir. Oysa bu bildirgelerde bununla yetinilmemiş, parlamenter sistem tercihi açık ve net bir şekilde altı çizilerek ifade edilmiştir.

2011 seçimine girerken durum oldukça farklıdır. Partinin seçimi kazanacağı konusunda toplumda ne küçük bir duraksama yoktur. Nitekim, öyle olmuştur. Öte yandan iktidar kadrolarından gelen bir Cumhurbaşkanı seçilmiştir ve 2007'den bu yana görevinin başındadır. Nitekim, 2007'de Cumhurbaşkanının doğrudan genel oyla seçileceği 2010'da yapılan Anayasa değişikliğiyle kabul edilmiştir.

Bu koşullarda yeni anayasa gereksinmesinden söz ederken Adalet ve Kalkınma Partisinin başkanlık sistemi konusunda oluşmuş bir görüşü olsa, bu görüşün seçim bildirgesine yazılmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır ama yazmamıştır.

Buna karşın, 2011 Seçim Bildirgesi'nde başkanlık sistemi tercihinin tek sözcükle adı bile geçmemektedir. Bunun yerine birey ve toplum haklarında Anayasa'nın en geniş mutabakatla hazırlanan bir sözleşme niteliği taşımasından, siyasete yapılan müdahalelerin giderilmesinden tekrar tekrar söz edilmekte ve ceberut devlet anlayışı özellikle mahkûm edilmektedir.

Dokuz yıla yaklaşan önceki iktidar sürecinin ayrıntılarla yer aldığı bildirgede, partinin yapacaklarını vadettiği ve vadettiklerini yaptığı ısrarla vurgulanmakta ve bu anlayış şimdi ironik çağrışımlar yapsa da veciz bir iddiayla ifade edilmektedir. "Ne aldanan ne aldatan olmadık." Sayfa 29.

Şimdi, arkadaşlar, bildirgenizde, sayfa 29'da "Ne aldanan ne aldatan olmadık." diyorsunuz ama çıkıp da kamuoyunun önünde "Biz, özür dileriz, şuradan aldandık, buradan kandırıldık." Şimdi, buna "Ne lahana ne perhiz." derler. Yani ben bildirgenizi aynen sayfa sayfa okudum.

Şimdi devam ediyorum. Yani bunu da gerçekten sizler de okudunuz mu bilmiyorum. Hani, umarım ve dilerim okumuşsunuzdur. (Gülüşmeler)

Şimdi, bütün bunlara karşılık 2011-2015 döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisinde kurulan Partilerarası Anayasa Komisyonunda iktidar partisi tarafından, daha önce hiçbir resmî belgede sözü geçmeyen yeni bir öneri olarak başkanlık tartışması getirilmiş ve komisyon çalışmaları tıkanmıştır. Partiler 60'a kadar Anayasa maddesi değişikliğinde görüş birliğine vardıkları hâlde, başkanlık önerisi kabul görmediği için bu maddeler de Genel Kurula getirilmemiş, böylece komisyon verimsizliğe ve işlevsizliğe terk edilmiştir.

Adalet ve Kalkınma Partisinin seçim bildirgelerinde başkanlık sistemi önerisi, Sayın Erdoğan'ın 14 Ağustos 2014'te Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasından sonra ilk kez 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde yer almaktadır.

Bu bildirgelerde yeni anayasa ihtiyacı öncekilere göre çeşitli tekrarlarla çok daha uzun olarak anlatılmaya çalışılmakta, konuyu başkanlığa getirmek için kendi içinde çelişen açıklamalara yer verilmektedir. Ülkeyi 2002'den 2015'e kadar mevcut Anayasa çerçevesinde parlamenter sistemle iyi yönettiği iddiasını taşıyan bir partinin, şimdi başka bir yönetim modeli önermesinin kendi içinde çelişmesi elbette kaçınılmaz bir durumdur.

7 Haziran 2015 Bildirgesi'nde şöyle denilmektedir: "Demokratik bir perspektifle yapılandırıldığında, parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasında demokrasiye uyum açısından fark bulunmadığı kanaatindeyiz. Her iki sistemde de olumlu ve olumsuz örneklere rastlanabilir ancak bir yandan vesayetçi bir şekilde kurgulanarak demokratik doğasından koparılmış parlamenter sistemin yol açtığı siyasal istikrarsızlıklar, öte yandan da yeni Türkiye vizyonumuzun ihtiyaç duyduğu etkin, dinamik yönetim modeli dolayısıyla, başkanlık sisteminin daha uygun bir yönetim modeli olduğuna inanıyoruz." Sayfa 40.

40'ıncı sayfaya kadar ülkenin istikrar içinde yönetildiğinin ve vesayetçi kurum ve anlayışların ortadan kaldırıldığının anlatıldığı bildirgede, 40'ıncı sayfada yeniden vesayet ve istikrarsızlık endişelerine dönüp başkanlık sisteminin daha uygun bir yönetim modeli olduğundan söz edilmesindeki çelişki ve zorlama gizlenmeyecek kadar açıktır.

Aynı çelişki ve zorlama 1 Kasım 2015 Bildirgesi'nde açık biçimde okunabilir: "Mevcut sistem Cumhurbaşkanının ve Başbakanın farklı siyasi geleneklerden gelmesi hâlinde kriz üretme potansiyelini taşımaya devam etmektedir. Mevcut sistemin siyasi tarihimizdeki vesayetçi kurgusunu da göz önünde bulundurarak, Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin oluşturulduğu yeni durumun yol açabileceği muhtemel yönetim sorunlarının başkanlık sistemiyle aşılacağına inanıyoruz." Sayfa 32.

Şimdi ben de burada diyorum ki: Yani mademki Cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyor, bu, muhtemel sorunlara yol açacak. Biz, Türkiye'yi böyle bilinmeyen bir yola sokmayalım, gayet rahat, siz de üzülmeyin. Bunu, yine Cumhurbaşkanını Parlamento seçsin, Türkiye'yi bu krizden kurtarmış olalım. Yani işin doğrusu bu. Burada yani elinizde tek bir argümanınız bu var, bunun da önerisini sunuyoruz.

Yani burada muhalefet partisi... Cumhurbaşkanını halk seçiyor, Parlamentoyu da halk seçiyor, Başbakanı da halk seçiyor. Peki, burada farklı siyasi partiler de olsa kriz doğar. Arkadaş, bunun krizi gayet açık ve net. Krizi burada Cumhurbaşkanını Parlamento seçince, Parlamentoda sizler seçeceksiniz, bizler seçeceğiz ve bu krizin önü de aşılmış olur, hiç de bu kadar da toplumu germeye gerek yok.

Burada, dünyada anayasacılık ve yönetim tarihine ilişkin bir çarpıtma gayreti dikkatten kaçmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığı çıkaran yasama çoğunluğu farklı siyasi geleneklerden geldiği zaman kriz parlamenter sistemde değil, asıl başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinde çıkmakta. Bir anlamda yönetim kilitlenmektedir. Parlamenter sistemlerde Cumhurbaşkanı temsilî üst konumda olduğu için, bu nedenle tıkanma ve kilitlenme hemen hiç yaşanmamaktadır. Kaldı ki başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanının genel oyla, doğrudan seçilmesinin doğal ve zorunlu sonucu olsaydı, bu düzenlemenin 2007 Anayasa referandumu sırasında dillendirilmesi gerekirdi. Oysa 2007'de Cumhurbaşkanının genel oyla seçimine ilişkin Anayasa değişikliği yapılırken bu konu kesinlikle dile gelmemiştir.

Adalet ve Kalkınma Partisinin yeni sözcüleri, partinin başkanlık sistemini uzunca bir süredir, neredeyse baştan beri savunduğunu söylemekteyken, yukarıdan beri alıntılarını yaptığımız seçim bildirgeleri ve on yılı aşkın süredir yaşananlar bu savın doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Resmî belgelerde görüldüğü üzere, AK PARTİ'nin başkanlık önerisi tutarlı bir anayasal yönetim modeli arayışı değil, tamamen tek kişinin seçilme niyeti ve başarısına endeksli kişisel bir yönetim modelinin tercihidir.

Uygar toplumlar ve köklü devletler ise yönetim süreçlerini kişisel tercihlerden kaynaklanan zorlanmalara göre değil, tarihsel birikimlere ve toplumsal gereksinimlere göre sürdürür ve geliştirirler.

Şimdi, değerli arkadaşlar, tabii mevcut olan bu Anayasa'yla ilgili, isterseniz ben, Suriye'deki mevcut olan anayasasını söyleyeyim, bizim getirdiğimiz Anayasa değişikliğini söyleyelim. Acaba biz Suriye'deki anayasayı tercüme ederek mi Türkiye'ye getiriyoruz? Mesela Suriye Anayasası'nın 93'üncü maddesi. Suriye Anayasası'nın 93'üncü maddesi diyor ki: "Cumhuriyetin başkanı bu anayasada tanımlanan sınırlar dâhilinde halk adına yürütme yetkisini uygular." Suriye Anayasası'nın 93'üncü maddesi.

Mevcut olan, getirilen teklifin 8'inci maddesinde "Yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa'ya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir."

Yine Suriye Anayasası'nın 95'inci maddesi: "Cumhurbaşkanı bir veya daha fazla başkan yardımcısı seçer ve görevlerinin bir kısmını onlara verir. Cumhurbaşkanı ayrıca başbakanı, vekillerini, bakanları ve vekillerini atar, istifalarını kabul eder, görevlerinden uzaklaştırır." Bu okuduğum Suriye Anayasası.

Bizim getireceğimiz 104'üncü madde değişikliği: "Cumhurbaşkanı, yardımcıları ile bakanları atar ve görevlerine son verir." Yani, herhâlde biz bunları Suriye'den aldık. Aynısını biz de değişiklik yapıyoruz.

Yine, Suriye Anayasası'nın 107'nci maddesi diyor ki:

"Parlamentonun feshi.

Cumhurbaşkanı, sebepleri açıklanan bir kararla Halk Meclisini feshedebilir, seçimler fesih tarihinden itibaren doksan gün içinde yapılır."

Şu anda bizde getirilen değişiklik, madde 116: "Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi hâlinde Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanı seçimi birlikte yapılır."

Yine Suriye Anayasası'nın 139'uncu maddesi:

"Anayasa Mahkemesi

Yüksek Anayasa Mahkemesi 5 üyeden oluşur. 5 üyeden birisi Yüksek Anayasa Mahkemesi Başkanı olacak şekilde 5 üyeyi de Cumhurbaşkanı kararnameyle atar."

5'ini de Suriye'de Cumhurbaşkanı atıyor. Türkiye'ye bakıyoruz, 146'da aşağı yukarı aynısı.

Yine geliyoruz Suriye Anayasası'nda madde 74, bütçe. Bütçede diyor ki: "Bütçe mali yıl başlamadan iki ay önce Meclise sunulur. Bütçe Meclis tarafından onaylanmadıkça yürürlüğe giremez." Ve orada eğer onaylanmazsa yine oradaki Cumhurbaşkanı, devlet başkanları bir önceki bütçeye uyarlanmış vaziyette yürürlüğe sokuyor. Aynen bizim de getirdiğimiz Anayasa 161 yani Suriye Anayasası tercüme edilmiş, bize yeni, çağdaş, demokratik, ilerici, devrimci bir anayasa olarak anlatılıyor, topluma da anlatılıyor.

Şimdi, değerli arkadaşlar, keşke Suriye Anayasası'nı emsal almasaydınız da başka bir ülkenin anayasasını bize emsal alsaydınız gerçekten minnettar kalırdık sizlere.

Şimdi, bu anayasa millî filan değil, ne yerli ne millî; Suriye'nin Anayasası tercüme edilmiş, getirilmiş ithal bir anayasa. Hiç yani yerliymiş, milliymiş, onu geçin.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bakın, dün akşam ben burada Sayın Adalet Bakanıyla konuştum, dedim ki: "Sayın Adalet Bakanı, kendi çapımda iyi bir hukukçuyum diye düşünüyorum. Bana Allah rızası için bir Anayasa hukukçusu veya idare hukuku hocası veya kamu hukuku hocası verin. Bu başkanlık sistemiyle ilgili bunun gerçekten her derde ilaç olduğu yani kafası ağrıyana, beli ağrıyana, romatizması olana, terörü bitirmeye, işsizliği bitirmeye, istihdamı artırmaya, temel hak ve özgürlükleri egemen kılmaya, siz öyle bir anlattınız ki, bana böyle bir kitap önerir misiniz veya bunu öven bir kitap var mı?" Dedi ki: "Mahmut Bey, işte mevcut olan bu Anayasa hukuku hocalarının hepsi aynı ekolden gelmiş ve bu aynı ekolden olduğu için hiç kimse de bu işe taraftar değil. Onun için yeniler de bu işi yazamıyor. Biz yeni bir şey bulmuşuz." Yani, sanki bu başkanlık sistemiyle ilgili kitapların hepsi bu dönemde başlandı.

Ya, arkadaşlar, Yetkin Yayınlarının Anayasa Mühendisliği, o Sartori ve -Kaç yılında bu?- 1997 yılında çevirisi yapılmış. Daha başkanlık vesaire...

HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Burhan Kuzu Hocayı attın yani. Söylediklerinin hiçbirinin anlamı yokmuş demek ki.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yani, ben, şimdi, değerli Burhan Kuzu Hocanın da kitabını da getirdim, onu da okuyacağım size, hepsini getirdim.

İLHAN CİHANER (İstanbul) - Sayın Bakan demiş onu, Mahmut Bey demiyor.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Şimdi, burada açık ve net, bu 1997 yılında. Bakın, burada ben kitabı, belirli notlarla size bunu, uzatmadan diyeceğim. Mesela, en iyisi hangisidir; başkanlık mı, parlamenter sistem mi? Gayet rahat, o dönemden itibaren en iyi sistemin parlamenter sistem olduğunu açıklıyor. Başkanlık sisteminin mahzurlu olduğunu ve bilinmeyen bir yol olduğunu, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişin çok mahzurlu olduğunu, toplumlar için felaket getirebileceğini, yıkıcı olabileceğini anlatıyor. Hatta ve hatta, kütüphanede darbeler tarihiyle ilgili 2 ciltlik kitap var, o kitaplar 1965 yılında yazılmış. Darbeler tarihini de şöyle yapıyorlar, diyorlar ki: "Darbeler genellikle Orta Doğu ülkelerinde, Güney Asya, Afrika ülkelerinde, Latin Amerika ülkelerinde olur. Bunların da hepsinin ortak bir özelliği demokrasinin gelişmemesi ve bu darbelerin yapıldıkları tüm ülkelerin hepsinin müşterek noktası, ortak noktası, hepsinde de başkanlık sistemi var." Yani, başkanlık sistemine ülkenin kaydırılması, eksen değişmesi maalesef bu darbeleri de besleyen bir husus. Mesela, hani kararname yetkisi vesaire deniliyor ya, burada gayet rahat parlamentoya sunuluyor. Böyle tek başına bir yetki yok.

Gelelim, yine aynı şekilde, burada mesela Nur Uluşahin Hoca, Ankara Hukuk Fakültesinden. Yani bu başkanlık sistemleri hâlen gündemde yokken 1999 yılında yazılan bir eser, daha öncesinde yazılmış. Burada da "Parlamenter sistemlerde başkanlık sistemlerine oranla askerî darbeler beklenilmez. En fazla askerî darbelerin beklendiği ve krizlerin çıktığı sistemler başkanlık sistemidir." deniliyor. Aynı zamanda yine "Parlamenter sistemin esnekliği karşısında başkanlık sistemi çok serttir ve bu sertlik karşısında toplumda onarılmaz sonuçlar ortaya çıkar ve burada parlamenter sistemin ılımlılığı nedeniyle özgürlük ve güvenliği daha rahat sağlar, rejimi sürekli, daha devamlı kılar." deniliyor. Ve burada yine aynı şekilde devam ettiğimiz zaman "Başkanlık sisteminde gelen ya hep kazanır ya hep kaybeder." diyor. Yani başkanlık sisteminden kazanan kişi kendi kadrosuyla gelir. Kendi kadrosuyla geldiği zaman, burada artık devletin tüm organları partizanca yani partizan bir örgütleme yapılır, liyakat esasları bir tarafa bırakılır. Liyakat esasları bir tarafa bırakıldığı zaman, vatandaş eğer işe girecekse mutlak surette o başkanın bulunduğu siyasi partiye üye olmak zorunda, kayıt yapmak zorunda. Bu, kendisiyle birlikte neyi getirir? Toplum içerisinde sürekli bir çatışmayı getirir. Burada uzlaşma olmaz, sürekli bir ötekileştirme olur ve uzlaşma ve çatışmanın olduğu bir toplumda da sürekli gerginlik yaratan, çatışma yaratan bir sistem olduğunu söylüyor.

Mesela, hemen bir örnek diyorsunuz ya, efendim, Cumhurbaşkanına yasamayla ilgili yetki, fesih yetkisini veriyor, Şili örneğini veriyor, 1989 yılı. Eğer Türkiye Şili olmak istiyorsa bu yetkileri verin değerli arkadaşlar. Biz Türkiye'nin Şili olmasını istemiyoruz yani o pozisyona düşmesini istemiyoruz.

Gelelim, tabii, Sayın Kuzu'dan, onun da aynı şekilde kitabına baktığımız zaman yani yazmış olduğu başkanlık sistemiyle ilgili eserinde, orada da başkanlık sisteminin, evet, fayda ve zararlarını saymış ama biz burada fayda ve zararlarına baktığımız zaman zararlarının çok daha ağır bastığını, bunun ülkemiz açısından tamir edilemeyecek olan aşamaya geldiğini görüyoruz.

Şimdi, bunlara biz bakarken esasen burada Amerika'da başkanlık sisteminde -tabii, herkes onu örnek gösteriyor- o dönemin devlet başkanı bir konuyu 7 yardımcısıyla yani 7 bakanıyla görüşüyor ve tartışma konusu açılıyor. Konu üzerinde... Aynen olay şu: Dönemin eski Başkanlarından Lincoln'ün bakanlarıyla yaptığı bir toplantıda oya sunduğu konuya ilişkin oylama sonucunda 7 "hayır", 1 "evet" geliyor; "evet"ler galip geliyor değerli arkadaşlar. Yani düşünebiliyor musunuz, burada yürütme organının başkan eksenli oluşunun, bir başka deyişle, başkanın yürütme içindeki, buradaki gücü gerçekten tartışılmaz yani bakanlarla bir konuyu müzakere edecek ve o müzakere sonucunda oylamaya sunulacak. İsterseniz 50 tane bakan olsun, 150 tane bakan olsun, mevcut olan bu sistemle 150 "evet"e 1 "hayır" yetiyor. Burada bunun ne kadar tehlikeli olduğunu açık bir şekilde bu oylama şekli bize bunu getiriyor.

Şimdi, değerli arkadaşlar, burada başkanlık sistemi ile parlamenter sistem arasındaki... Aslında, yapılan düzenlemede tamamen kuvvetler birliği söz konusu. Yani, bu kuvvetler birliğinin getirilmesi, bunun başkanlık sistemi olmadığı sonucunu çıkarmaz çünkü başkanlık sisteminin kurucu unsurları... Siz onun adına ne derseniz deyin, mesela diyorsunuz ki... "Arkadaş, biz buna yepyeni bir sistem getirmişiz, bu sistemin adı aslında Cumhurbaşkanlığıdır. Siz bu şeyi nereden çıkardınız? Siz bu başkanlık sistemini nereden çıkardınız? Bize bununla ilgili bir argüman verebilir misiniz?" derseniz ise değerli arkadaşlarım, mevcut olan bu teklifin gerekçe kısmına baktığımız zaman gerekçenin son paragrafında "başkanlık" ibaresi geçiyor. Şimdi, son paragrafını aynen okuyorum: "Bu Anayasa değişikliğiyle öngörülen hükûmet sistemi kurgulanırken Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerinin eş zamanlı olarak yapılması ve sistemde bir tıkanmanın ortaya çıkması hâlinde Parlamento ve başkanlık seçimlerinin birlikte yenilenmesine imkân verilmektedir." Burada Cumhurbaşkanlığı yok arkadaşlar. Diyor ki, bakın, tekrar okuyorum, açık ve net diyor: "Anayasa değişikliğiyle öngörülen hükûmet sistemi kurgulanırken -yani, bu teklifle bu sistem, hükûmet sistemi kurgulanırken- Cumhurbaşkanı ve Parlamento seçimlerinin eş zamanlı olarak yapılması ve bu sistemde bir tıkanmanın ortaya çıkması hâlinde Parlamento ve başkanlık seçimlerinin birlikte yenilenmesine imkân verilmektedir. Anayasa değişikliği teklifiyle sunulan model, Türkiye'nin sistem tecrübesi ve dünya hükûmet sistemi pratikleri gözetilerek geliştirilmiş rasyonel bir modeldir."

Sayın Başkan, tabii, kendisi eski bir Cumhuriyet Başsavcısı. Suçlu ne kadar kaçarsa kaçsın geride bir iz bırakır yani suçlular öyle suç işlerken iz bırakmadan delilleri yok edemezler. Bugüne kadar mesleki yaşamımda görebildiğim olay bu, siz de bunu çok iyi biliyorsunuz ama maalesef, teklifin bu gerekçesinde bir delil bırakılmış yani asıl niyet burada başkanlık. Bunun adına başkanlık mı dersiniz, Cumhurbaşkanlığı sistemi mi dersiniz, demokrasi mi dersiniz, parlamenter sistem mi dersiniz, ne derseniz deyin, başkanlık sisteminin kurucu unsurları bir... Seçim eğer halk tarafından yapılmışsa, Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmişse... Ve bu getirilen değişikliği de, şimdi ben onları da okuyacağım. Bununla birlikte, gerçekten bu, başkanlık sistemi midir, demokrasi midir, yoksa başka bir sistem midir, hep birlikte karar vereceğiz.

"Bu teklifle başkanlık sistemi öneriliyor." diyoruz. Gerekçemiz şu: Hayır, başkanlık sistemi sert kuvvetler ayrılığına dayanır, yasama, yürütme ve yargı birbirinden tamamen ayrıdır, birbirlerini denetleme mekanizmaları vardır. Önerilen sistemde ise bütün yetkiler bir kişinin yani Cumhurbaşkanının elinde toplanıyor. Bu sistemle, bir başkanlık sistemi değil, açıkça diktatörlük, tek adam rejimi önerilmektedir.

Yapılmak istenen bir hükûmet sistemi değişikliği mi, yoksa rejimi değişikliği midir? Yapılmak istenen bir rejim değişikliğidir, egemenliğin tek bir elde toplandığı otoriter rejime geçiştir. Türkiye'de siyasal rejim, demokrasi eksikleri olmakla birlikte demokratik cumhuriyettir. Bu değişiklik demokrasi eksikliğini gidermeye dönük yapılmıyor, tam tersine eksik demokrasiyi sonlandırıp otoriter, totaliter bir diktatörlüğün anayasal zemini oluşturuluyor.

Sayın Başkan, çok uğultu var ama özür dilerim. İsterseniz, millet bir simidini yerken ben de bir su içeyim, bir beş dakika ben de dinleneyim. Karar sizin, "Yok, devam edin." derseniz devam edeceğim.

BAŞKAN - Arada su içmeye engel bir durum yok Sayın Tanal, buyurun.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Ama, gürültü olunca da bu sefer şey oluyor yani... Yani, biri yer biri bakar...

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, sükûneti sağlayalım.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Sayın Başkan, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar. Dün akşam, hakikaten, Başkanımız çok insani anlamda dedi ki, konuşma sırası geldiğinde üstadımıza dedi ki: "Sizin de insani ihtiyaçlarınız var, siz de bu insani ihtiyaçlarınızı giderin, ondan sonra konuşmanıza devam edin." Ama, tabii, belki dün akşam siz burada bulunmadığınız için çoğu uygulamayı bilmediğinizden kaynaklanabilir.

BAŞKAN - Dün akşam iki saat buradaydım ben Sayın Tanal.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yani "İnsani anlamda bana bir beş dakika, on dakika verin." demeyeceğim ben. Verir misiniz izin? Peki, ben sizi zorlamayayım, devam edeceğim.

BAŞKAN - Sizin simidinizi ayırırız ama illa...

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yok, yok.

BAŞKAN - Buyurun, simidinizi yiyin lütfen.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yok, tamam, ben o tereddütlü bakışınızdan anladım, devam edeceğim.

BAŞKAN - İnsani ihtiyaçlara engel yok. Evet, buyurun, suyunuzu için, simidinizi yiyin. Kıyamet kopmasın Sayın Tanal.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Değerli Başkanım, sonradan mazeret uydururlar, ben hiç mazereti kabul etmem.

BAŞKAN - Buyurun, buyurun lütfen, simidinizi yiyin, suyunuzu için.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Ben devam edeceğim.

BAŞKAN - Ama, bakın, sizin teklifinizi kabul ettik ama...

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Peki, teşekkür ederim Sayın Başkanım.