| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | (2/1504) esas numaralı Kanun Teklifi'nin Anayasa'ya aykırı olması sebebiyle İç Tüzük'ün 38'inci maddesi uyarınca tümünün geri çekilmesine ilişkin önergeler hakkında görüşmeler |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 20 .12.2016 |
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, çok değerli milletvekilleri, değerli uzmanlar; bütün üyelerin çok dingin olduğunu görüyorum. Bir saatlik konuşmayla tamamlayacağım Başkanım konuşmamı, hiç yorgun bir hâli yok üyelerin, milletvekillerinin gördüğüm kadarıyla.
BAŞKAN - Biz hazırız, alıştık, antrenmanlıyız.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - İşin esprisi tabii yani o derece de konuşmayacağım.
Ben de sözlerimin başında -esasa ilişkin, kanun teklifine ilişkin, geneline ilişkin değerlendirmelerimi yarın ayrıca yapacağım- sadece Anayasa'ya aykırılıkla alakalı bazı şeyleri zapta geçmesi açısından, tutanaklara geçmesi açısından -ileride tarihe not düşer diye düşünüyorum- kısa değerlendirmelerde bulunacağım.
Şimdi, arkadaşlarımız yaptıkları değerlendirmelerde bunu ifade ettiler. Anayasa hukuku öğretisinde yönetim biçimleri deniliyor bazen, siyasal rejimler deniliyor bir de hükûmet sistemleri, hemen hemen aynı şeyler. Yani, herkesin öğretide ifade etmesi farklı oluyor ama buradaki temel argüman, buradaki ayrışmanın temel noktası kuvvetler ayrılığı. Kuvvetler ayrılığı ilkesinden yola çıkarak anayasa hukukunun bu temel yönetim biçimlerini şekillendiriyoruz. Ama, kuvvetler ayrılığının da yine anayasa hukuk öğretisindeki temel karşılığı kuvvetler birliği. Şimdi, bizim buradaki problemimiz o. Kuvvetler birliğinde de iki ayrı yol var, bunu biliyorsunuz, siz daha iyi biliyorsunuz Başkanım, bu işin akademik yönünü yaptınız. Eğer bu kuvvetler birliği Meclisin üzerine odaklanıyorsa buna Meclis hükûmeti deniliyor ama bu kuvvetler birliği eğer yürütmede kişi üzerine odaklanıyorsa ki buna da monark diyoruz, monarşi diyoruz, diktatörlük diyoruz ama her hâlükârda bir kişinin üzerinde odaklanıyorsa böyle bir tereddüt var. Anayasa'ya aykırılıkta da buralardan yola çıkarak bazı şeyler yapıyoruz, bizim bazı tereddütlerimiz var.
Şimdi, 3-4 tane maddeyi hatırlatmakta yarar var. Bunlardan bir tanesi kuvvetler ayrılığıyla alakalı. Biz diyoruz ki: Milletten alınan bir yetkinin kişiye devri konusunda bir problem var, bir sıkıntı var. Anayasa'nın 81'inci maddesinin bir bölümünde -milletvekili yemini- şöyle diyor: "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma..." diye devam ediyor ve bu konuda devamla "...Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim." diyor. Milletvekili yemininin en ortasında "milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma" diye bir ibare var.
Yine devam ediyoruz, 6'ncı madde egemenliğin kullanılmasına ilişkin olarak diyor ki: "Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir." Son fıkrasında aynen şöyle söylüyor: "Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz." Temel argümanımız bu. "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz." diye devam ediyor çünkü arkadaşlar derler "Devamını da oku." diye ama esas argüman şu: "Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz." Bizim geldiğimiz nokta bu. Biz diyoruz ki: Halkın egemenliğini alarak bir kişiye devrediyorsunuz. Kişinin kim olduğunun önemi yok.
Burada sistemle alakalı çok teknik ayrıntılara girmek tabii doğrudur, onları yarın ayrıntılarıyla paylaşacağız ama biz temel hedefin ne olduğunu biliyoruz, farkındayız. Yani, ne olduğunu biliyoruz, anayasa hukukunun o şeylerinde boğulmaya gerek yok.
Şimdi, yine, ayrıca bir şey daha paylaşmak istiyorum. Benim bölgem açısından ilginç bir olay. Şimdi, kanun önünde eşitlik. Kanun önünde eşitlikte şöyle bir hüküm var, 13'üncü maddede, diyor ki en son fıkrasında: "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." Gayet güzel.
Şimdi, sizinle bir şey paylaşacağım yani lokal bir örnek olması açısından. Çok abarttığımı düşünebilirsiniz ama bu fiilî durum. Şimdi, benim seçim bölgemde, Artvin Valiliği... Türkiye'de bir olağanüstü hâl var, olabilir, bu Komisyondan geçer veya geçmez, yarın bir gün halk oylamasına gider veya gitmez, işte, onanır onanmaz, onunla alakalı bir pratik şeyi paylaşmak istiyorum. Artvin Valiliği 19 Eylülde bu ünlü Cerattepe duruşmasından bir gün evvel Artvin'le alakalı bir karar aldı. Kararı okuyorum: "Mevcut huzur ortamının devamı, kamu düzeninin bozulmaması ile vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla her türlü yürüyüş, basın açıklaması, toplantı, miting, çadır kurma, oturma eylemi, stant açma, afiş, pankart, bildiri ve buna benzer tüm etkinlikler bir ay süreyle yasaklanmıştır." 19 Eylülde aldı bu kararı. 19 Ekim geldi, o bir ay dolmadan tam bir gün evvel bir karar daha aldı, aynı karardan bir tane daha aldı. 19 Kasım geldi, bir tane daha aldı. Ben yurt dışından geliyorum, dün Fransa'daydım. Hatta, burada olsaydım bir basın toplantısı yapacaktım, diyecektim: Vali Bey, bir karar daha al, sana emrediyorum. Ama, dışarıda olduğum için yapamadım toplantıyı. Şimdi, bir karar daha aldı. Şimdi, bu karara göre biz bu anayasayla alakalı Artvin'de ne basın toplantısı yapabiliriz ne toplantı, gösteri yapabiliriz ne kamuoyuna açıklama yapabiliriz Sayın Başkan. Çok ilginç bir olay, çok ironik bir örnek olarak görebilirsiniz ama bir fiilî durum. Hemen bir Artvin Valiliğinin genelgesine bakın. Bu da şundan dolayıdır onu da söyleyeyim bu kararı niye aldığını. Şimdi, ben uzun yıllar avukatlık yaptım, duruşmaya bir sanığı çağırdığınız zaman eğer o sanıkla alakalı tutuklama kararı verecekseniz önce sessizce polis ve jandarmayı çağırırsınız kapıyı bağla diye. Yani, o infiali önleyebilmek için böyle bir tablo yaratırsınız. Şimdi, burada da Cerattepe'de ihsasıreyde bulunmuştur idare. Kararın nasıl çıkacağın Vali Bey bildiği için, onun kulağına fısıldandığı için birer ay süreyle karar alıyor. Tamam, alsın, Allah yolunu açık etsin, ona bir lafımız yok. Ama, şimdi biz bu karara göre bu Anayasa değişikliği ilkesine göre Artvin'de Anayasa'yı tartışamıyoruz. Bana söylüyorlar ki "Bir basın toplantısı yapalım." Yapamıyoruz. Diyorum ki: Valiliğin genelgesi var. Bakın, çok ilginç bir şey anlatıyorum. Yani, burada Sayın Valim geldi, Artvin'de Valilik yapmıştır, devletin valiliğini yapmışınızdır burada, açıkça ifade edeyim. Ama, böyle bir tablo da var Artvin'le alakalı. Yani, onu özellikle Anayasa'ya aykırılık anlamında bahsetmiş olduğum 10'uncu maddedeki eşitlik anlamında bunu takdirlerinize sunuyorum.
Demin Sevgili Murat Emir çok güzel bahsetti şu başlangıç hükümlerinden, daha sonra arkadaşlarım da bahsettiler. Başlangıç hükümlerindeki, özellikle 3'üncü fıkradaki olaylar bu Anayasa'nın diğer atıfta bulunduğu maddelerine ilginç bir şey yapıyor. Yani, bu 3'üncü maddedeki başlangıç hükümlerinin 3'üncü fıkrasındaki paragrafı ayrıntılı okursak -ki çünkü arkadaşların yorulmalarını istemiyorum, çok ayrıntıya girmiyorum, yarın çok ayrıntılı değerlendirmeler yapacağım- hem kuvvetler ayrılığıyla hem de millet iradesinin ve egemenliğin halka ait olduğuna ilişkin böyle çarpıcı, çok böyle "kral çıplak" diyen bir örnek sergiliyor. Bizim Parlamentomuzda egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete, halka açıkça ifade ediliyor. Ben Azerbaycan Parlamentosuna gittim, orada da Haydar Aliyev'in bir lafı var -yanlış diyebilirim- diyor ki: "Hâkimiyetin membası halktır." Yani, Atatürk'ün sözüne benzer bir sözü de orada ediyorlar.
Şimdi, Değerli Başkanım, ben buraya gelmeden evvel 12 Eylül 2010'un halk oylamasına ilişkin bütün tutanakları Komisyonumuzdan istedim. 650 sayfayı aldım ve onları okuyarak geldim, ben de dersime çalışarak geldim. Hatta, dediler ki: "Buradan bir yerden sızarsa muhtemelen sizden sızar." diye bana ithamda bulundular. Dedim: "Onun garantisini veremem, bir yere sızmaz." Yani, gizli evraklar olmadığı için. Şimdi, o halk oylamasında şöyle bir olay yapılıyor bizde: "Efendim, halka gitmekten -en popülist yaklaşım o- niye çekiniyorsunuz? Halk gitsin, istediği gibi seçsin."
Şimdi, Değerli Başkanım, biz 12 Eylül 2010 halk oylamasında ben o seçim sürecini yaşayan Parlamentoda değildim, tutanaklara da baktım. Tutanaklarda Sadullah Ergin'in neler dediğini, Sayın Ahmet İyimaya'nın nasıl neleri savunduğunu, o dönemin muhalefet milletvekillerinin kendilerine o yanlışı anlatmak için neler yaptığını, o kelimelerin nasıl kifayetsiz kaldığını o tutanaklardan bütün arkadaşlarımın okumasını isterim. Gelinen noktada, eğer o 12 Eylül 2010 halk oylaması eğer halktan geçmeseydi, halk eğer onu görebilmiş olsaydı ki orada halkın bir suçu yok çünkü siz halkın önüne yanlış bir metin koydunuz. Şimdi, ikinci olarak aynı şeyi yapacağız çünkü yanlış bir metni tartışma yapılmadan... Şimdi, biz olağan koşullarda metni koyduk ve halka yanlış yaptırdık 12 Eylül 2010'da. Ne diyordu o beyefendi? "İmkânınız varsa mezardan ölüleri de çıkartın, onlar da oy kullansın." diyordu. Sayın Bakan burada olsa söylerdim. Geçen de ilginç bir şey söyledi, Ahmet Aydın mı ne söyledi, dedi ki: "Meclis Başkanına o kadar vurmayın, o akşam Meclis Başkanı kapıları açmasaydı siz Parlamentoya giremezdiniz." Biz o gece Parlamentoya gelen, 15 Temmuzda Parlamentoya giren ilk milletvekillerindeniz, Adalet Bakanı burada olsa bilir; Sayın Bülent Tezcan, Sayın Tufan Köse, diğer arkadaşlarımız, hepimiz, Sayın Tanal, tek tek isimleri saymayayım, biliyorsunuz. Şimdi, böyle bir yapının içerisinde parlamenter demokrasi o gece gerekli, üzerine düşen ihtimam ve görevi yapmıştır. 12 Eylül 2010 halk oylamasında eğer o tarihte belki o gidişata dur denilmiş olsaydı bugün belki o şehitler verilmeyebilirdi, yargıda böyle bir çökertme operasyonu gerçekleşmezdi. Çünkü 12 Eylül 2010 halk oylamasıyla bugünkünün arasında bir ortak nokta var -onu da ben zapta geçireyim, sonra yarın ayrıntılara gireriz- o da şu: O dönemde bizim önümüzde "yetmez ama evetçi" diye bir grup vardı -onlar da ilginçtiler- zannettiler ki biz darbeci Kenan Evren'i yargılıyoruz. 90 yaşında, kimseyi tanımayan bir adamı veya Tahsin Şahinkaya'yı Ankara Adliyesinde bilmem hangi yöntemle yargıladık, evet efendim darbecileri yargıladık dedi. İlahi adalet, öbür dünyada ne olur onu bilmem ama biz onları şey olarak kullandık o dönemin, 12 Eylül 2010 halk oylamasında biz darbecileri yargılıyoruz diye.
Şimdi, onun karşısında başka bir şey daha var, 18 yaşla alakalı olay. Şimdi, 18 yaşı ortalama bir vatandaşa sorduğunuz zaman muhteşem bir şey. Evet, bu da tarafın jölesi. Diyorsunuz ki bak, 18 yaşla alakalı bir düzenleme yapıyoruz, seçme seçilmeyle alakalı bir düzenleme. Muhteşem bir olay ama Türkiye'nin gerçeklerini biliyoruz, öyle kolay değil, en azından bizim partimizde kolay değil bir yere gelmek, ön seçim mekanizmaları var, şunlar var, bunlar var. Diğer partilerde de öyle 18 yaşında kimin nasıl milletvekili olup belediye başkanı olabileceği, ne kadar zor olabileceğini Türkiye gerçeklerinde biliyoruz. O nedenle, tablo vahim bir tablodur, biz bu tablonun içerisinde özellikle biraz önce de ifade ettiğim gibi bu hem Anayasa'nın eşitlik ilkesiyle alakalı düzenlemelerde hem başlangıç hükümleriyle alakalı düzenlemelerde... Bir de biz Parlamentoya geldiğimiz zaman yapmış olduğumuz bir yemin var. Bu yeminde millete, kayıtsız ve şartsız egemenliğimizi koruyacağımıza, bu yetkiyi herhangi bir kişiye, bir zümreye devretmeyeceğimize ilişkin yemin ettik. Bakın, Avrupa'nın -dün oradaydım, üç gündür oradayım, dün de Strasbourg'daydım- bize karşı bakışları çok ilginç. Yani, ben uzun zamandır gitmemiştim, bu kadar olumsuz şey görmedim, olumsuz bir tabloyla bakıyorlar Türkiye'ye karşı, nereye gidiyorsunuz diye. Bir Büyükelçiyi, bir Rus Büyükelçisini koruyamadık. Bir büyükelçiyi, bir yabancı ülkenin büyükelçisini koruyamayan bir ülke çocuklarımızı, vatandaşlarımızı nasıl koruyacak.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Onları da koruyamıyoruz.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Onları da koruyamıyoruz böyle bir tablonun içerisinde.
O nedenle, biz yarın özellikle diğer siyasi partilerin ayrıntılı değerlendirmelerini de şey yapacağım.
Bir de bir şey daha söyleyeyim, siyasi istikrarla alakalı bir şey kuruyorlar. Keşke Sayın Bakan burada olsa, Sayın Elitaş da bazı şeyler söyledi, onlara yarın cevap vereceğim fazla şey yapmayayım diye. Siyasi istikrarın temel argümanı şu görülüyor: Efendim, siyasi istikrar için tek parti sistemi. Sordum, Almanya'da elli yıla yakındır ara dönemlerin dışında koalisyonla yürütülüyor, Merkel SPD'yle beraber koalisyon kurmuş. Şimdi, bizde tek parti iktidarı var, soruyorum, Allah aşkına -şimdi demeyin, eve yatmaya gittiğiniz zaman, yatakta vicdanınızla baş başa kalınca söyleyin- Almanya'da siyasi istikrar yok, Türkiye'de tek başına iktidar var, siyasi istikrar var! Allah'tan korkun ya! Yani, bunun argümanı bu olmamalı.
Sayın Bakan üç, dört tane daha temel bir şey söyledi. Bu dediklerinin anayasa hukukuyla, hukukla, demokrasiyle... Yani, ortalama bir vatandaş olsak vallahi ben de derim "Helal olsun Sayın Bakan." diye, yani bir hukukçu olmasak. Demek ki bu böyle oluyor, bu manipülasyon böyle oluyor halkla alakalı. Onlara yarın cevap vereceğim.
Anayasa'ya ilişkin aykırılıkların ne çıkacağını biliyoruz ama tarihe not düşme açısından, ileride yarın bir gün torunlarımıza, çocuklarımıza, diktatörlüğe giden bir yolda bizim nerede durduğumuza ilişkin tavrımı göstermesi açısından bir şey daha paylaşarak sözlerimi bitirmek istiyorum. Kimse alınmasın, sözüm meclisten dışarı. Güzel bir düşünürün ilginç bir lafı var, diyor ki Almanya'yla alakalı olarak: "Alman felaketinin tek başına sorumlusu Hitler değildir. Hitler'i kendi içinden çıkararak, ona bütün yetkileri vererek ona iradesini temsil eden Alman halkının da sorumluluğu vardır." Durum bu kadar vahimdir.
Çok teşekkür ediyorum.