Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | (2/1504) esas numaralı Kanun Teklifi'nin Anayasa'ya aykırı olması sebebiyle İç Tüzük'ün 38'inci maddesi uyarınca tümünün geri çekilmesine ilişkin önergeler hakkında görüşmeler |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 20 .12.2016 |
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, gerçekten, Anayasa değişiklik paketine ilişkin aslında kamuoyunda Komisyondan önce oldukça geniş çaplı bir tartışma yapıldı, yaptırıldı, bu süreç yönetildi, en son Anayasa Komisyonunun önüne geldi. Bu nedenle, Anayasa Komisyonunda da aslında tam da tartışılması gereken yerde bütün ayrıntılarıyla bu teklif ne getiriyor, ne götürüyor, bunları hakkıyla tartışmak ve kamuoyunu, yurttaşları da bilgilendirmek başta bu Komisyon üyelerinin ve bütün milletvekillerinin, Parlamentonun görevidir tabii ki.
Şimdi, tarihsel bir dönem ama bu tarihsel dönem lehe mi evrilecek, aleyhe mi dönecek, önümüzdeki günlerde göreceğiz. Gerçekten, bu, siyasi iktidar ve diğer partilerin -başta iktidar olmak üzere- yapacağı tercihlerle ilgili. Biz her zaman şunu söyledik, bir kez daha ifade etmek isterim ki: Türkiye'nin mevcut kaotik ortamdan, şiddetten, ölüm sarmalından kurtulmasının yolu demokratikleşmedir, tam demokratikleşmedir yani demokratik bir cumhuriyeti tesis etmek, inşa etmek ve tabii ki yeni demokratik bir anayasayla bunu yapabilmektir.
Şimdi, Türkiye'de uzunca bir süredir sivil anayasa tartışmaları devam ediyor aslında. 2011 yılında bu yönde bir çalışma yapıldı. Anayasa Uzlaşma Komisyonunda ben de görev aldım. İki yıl aslında çok değerli bir çalışma yapıldı. 60 madde üzerinde bir mutabakata varıldı fakat o çalışma farklı sebeplerle sakatlandı ve bitirilemedi o süreç. O dönem Meclis Başkanı Sayın Cemil Çiçek'in gerçekten çabalarını da, o yönde çabalarını da unutmadığımı ifade etmek isterim çünkü o eşit temsille Uzlaşma Komisyonundan bir mutabakat metni çıkması, bir toplumsal sözleşme çıkması yönündeki gayretlerimiz netice vermedi ama bugün hiç ondan söz edilmiyor. O da Türkiye'nin anayasa yapım tarihinde önemli bir dönemeçti. Çünkü, sadece Uzlaşma Komisyonu masa etrafında oturmadı, illere gitti, toplantılar yaptı, sivil toplumdan, farklı kesimlerden çok ciddi görüşler aldı, çok büyük, devasa on binlerce, yüz binlerce sayfalık tartışmalar oluştu ve biz şu anda onların hepsini bir tarafa bırakarak sanki hiç o tartışmalar yapılmadı gibi yeni bir teklif üzerinde tartışıyoruz.
Şimdi, gerçekten, mevcut iktidar yeni ve demokratik bir anayasa özlemini maalesef başkanlık sistemine indirgemiş durumda. Bunu doğru bulmadığımızı baştan ifade etmek istiyorum. Birçok kez 1982 Anayasası değişime uğradı. Militarist, tekçi siyasi yaklaşım ve darbe neticesinde bir anayasa yapıldığı hepimizin malumu. Danışma Meclisi eliyle yazılan Anayasa'nın son hâlini Millî Güvenlik Konseyi eliyle 5 darbeci general verdi. Şu anda defalarca değişikliğe uğrayan mevcut Anayasa'dan söz ediyoruz ve tabii ki buradan hareketle "1982 Anayasası'nın yerine yeni, demokratik, özgürlükçü ve sivil bir anayasa ihtiyacı herhâlde toplumsal bir konsensüstür." demek abartılı olmayacak. Yani, bu konuda yapılan bütün çalışmalarda yeni, demokratik, özgürlüklere dayalı, vatandaşların devlet erkine karşı hak ve özgürlüklerini koruyan bir anayasa istemi birçok kesimde -sağda da solda da yani sadece sol kesimi kastetmiyorum, bir bölümü kastetmiyorum- her kesimde darbe anayasasından kurtulma yönlü bir talep ve görüş var. Fakat, ilk bölümde de söylemiştim, biz eskiden, 2011 yılında diyorduk ki: "Yol temizliği yapılsın." Çünkü, Anayasa'nın değişebilmesi için, bir kere, güçlü tartışmaların yapılması lazım. Yani, her kesim bu anayasada ne yazılıyor, ne yazılmalı... Çünkü, 1960'tan sonra ilk kez, altmış küsur yıldır demokratik bir ortamda -şu anda demokratik bir ortam yok da- bir anayasa yapılması özlemiyle bu tartışmaları yaptık. Hep darbe oldu ve sonrasında anayasa oldu ama şu anda da 15 Temmuz darbe girişiminden sonra başka bir darbeyle bu sürece devam ediyoruz. Demokratik sistemden ve kriterlerden hızla uzaklaşan bir rejim değişikliğini aslında tartışıyoruz ve bunu böyle değerlendirmemiz gerekiyor.
Şimdi, şu anki Cumhurbaşkanı 7 Haziran seçimlerinin evvelinde -sadece hatırlatmak istiyorum- mevcut Anayasa'nın bekleme odasında olduğu yönünde açıklamalar yapmıştı hatırlarsanız ve bu minvalde Cumhurbaşkanının tarafsızlığıyla asla bağdaşmayan eylemleri ve konuşmaları uzun süre kamuoyunda -hâlâ daha- tartışılan en büyük meselelerden bir tanesidir. Yani, şöyle bir şey vardı: 7 Hazirandan önce Cumhurbaşkanı, mevcut anayasal ilkelere rağmen, tarafsız olması gerektiği hâlde, partisiyle resmen ilişki kuramayacağı hâlde, bir parti adına meydanlara çıkamayacağı hâlde, mevcut yemine bağlı kalmak zorunda olduğu hâlde ve daha birçok sebeple yapamayacağı bir işte alanlara çıkıp bir parti lehine oy istedi ve 400 vekil istediğini her fırsatta ifade etti. Türkiye toplumu da dünya da bunu büyük bir şaşkınlıkla, bazen ibretle, bazen eleştirerek, bazen kızarak, belki kendi seçmenleri de büyük bir mutlulukla izledi. Ama, toplumun kutuplaşması tam da bu dönemde arttı. Peki, sonra ne oldu? Yani, mevcut iktidar partisi kendisi tek başına iktidar olunca seçimler demokratik ama kendisi iktidar olmayınca, istediği oranı alamayınca "Antidemokratik bir sonuç." diye işte, "Koalisyonlarla yönetilmemeli, tek başına iktidar olmalı." gibi yığınla beyanda bulunduklarını biliyoruz.
1 Kasım, tümüyle toplumsal iradeyi, seçmen iradesini 7 Haziran seçimleri sonucunda çıkan Meclis tablosunu reddeden ve bir darbeyle yeni seçim yapılan bir dönemdir. 1 Kasım, herhangi bir seçim değildir ve Türkiye tarihinde de benzeri yoktur bu şekilde. Darbe dönemleri hariç Cumhurbaşkanının tek başına karar verdiği ve üstelik koalisyon görüşmelerinin tamamlanmadan, o usul işlemleri bile tüketilmeden doğrudan seçime gidildiği bir ortamı yaşadık.
Tabii ki "1 Kasım" deyince şunu asla unutmamamız lazım: Genel Kurulda sıklıkla ifade ettiğimiz ama basının sansürü sebebiyle sözümüzün duyulmadığı bir mesele var. 7 Hazirandan önce, 18 Mayısta benim seçim bölgem olan Adana'da, il binamızda bomba patladı. Mersin ve Adana'da aynı saatte bombalar patladı ve hiçbir fail bulunamadı. 7 Hazirandan söz ediyorum, şimdiden değil; oldukça güllük gülistanlık -tırnak içinde- seçim çalışmalarının yapıldığı, kendince herkesin kendini özgür hissettiği bir ortamda böyle bir patlama oldu ve cumhuriyet başsavcısı dedi ki: "IŞİD'liler Suriye'ye kaçtılar." Böyle garip bir tesadüf ki niye kaçtılar? IŞİD'li olduğunu nereden biliyorsun, nasıl bunu hesapladın? Hâlâ o dosya gizli bir şekilde devam ediyor ve bize hiçbir bilgi verilmiyor. Sonra 5 Haziranda bizim mitingimizde, HDP'nin mitinginde Diyarbakır'da yüz binlerce insanın ortasına bomba atıldı. 5 insan yaşamını yitirdi, onlarca insan yaralandı. Geçen hafta biliyor musunuz ne oldu? Orhan Gönder -o bombayı koyan şahıslardan biri, sanık- Ankara Mahkemesinde dedi ki: "Yetkililer bana 'Git, o bombayı at, biz seni korumak için gerekeni yaparız.'" Mahkeme kayıtlarından söylüyorum, ben kendi aklımdan ve kafamdan söylemiyorum. Kimdir bunlar, niye o bombayı attırdılar? Bunu önümüzdeki günlerde tabii ki çok güçlü bir şekilde tartışmamız gerekiyor. Şuraya gelmek istiyorum: 7 Hazirandan önce başlayan ve bugüne kadar devam eden bir çatışma ve şiddet ortamı var. Bunu kim başlattı, nasıl başlattı? Bunu önümüzdeki günlerde konuşacağız ama kesin olan bir şey var ki iktidar partisi ve Cumhurbaşkanlığı çözüm sürecinden vazgeçti. Çökertme planını devreye soktu ve o iki buçuk yıllık barış sürecini ölüm olmayan, insanların kendini huzur ve güvende hissettiği, en azından diyaloğun devam ettiği dönemi sona erdiren Millî Güvenlik Kurulundaki toplantıyı, ilgili olanların hepsi Eylül 2014'ü biliyor. Ve ondan sonra bu topraklarda ölüm, kan, şiddet, bu tip patlamalar, ölümler hiç sona ermedi ve maalesef günümüzde de devam ediyor. Daha iki gün önce Kayseri'de, geçen hafta Beşiktaş'ta... Elimde bir liste var -30'u aştı gerçekten- İstanbul Atatürk Havalimanı saldırısı 28 Haziranda oldu. Bingöl saldırısı 1 Haziran 2016'da oldu. Elâzığ Emniyet Müdürlüğüne saldırı 18 Ağustos 2016'da oldu. Gaziantep'te bir sokak düğününe saldırı oldu 20 Ağustosta. Cizre Emniyet Müdürlüğüne saldırı oldu 26 Ağustosta. Yenibosna'da 6 Ekim 2016'da saldırı oldu. Şemdinli Jandarma Karakolu, Diyarbakır Emniyet binası, Derik Kaymakamlığı, Adana Valiliği, İstanbul Beşiktaş ve Kayseri... Bu liste oldukça uzun ve çok büyük can kayıpları var. Kimin yaptığını, IŞİD mi, PKK mi, başka bir örgüt mü, onu tartışmıyorum; sadece o şiddet sarmalından sonra, o kararlaşmadan sonra nasıl büyük bir kaosa adım adım sürüklendiğimizi kesinlikle ifade etmek açısından söylüyorum.
Peki, ne oldu 1 Kasımdan sonra? İşte, bu hâle geldik. Artık konuşmanın olmadığı farklı bir süreç, onu anlatacağım.
Şimdi, bir de 15 Temmuz dönemecini asla atlamamamız lazım. Biz hep şunu söyledik, dedik ki: Bu şiddet sarmalı, şiddet ortamı, karşılıklı öldürmeler, bu çatışmalar... Sayın Başbakan Yardımcısı geçen hafta yaptığı bir açıklamada dedi ki: "Biz terörle mücadele etmiyoruz, savaşıyoruz." dedi. İlk kez aslında böyle bir kavram kullandı. Daha önce 1990'lı yıllarda da "Düşük yoğunluklu savaş." diye Genelkurmay Başkanının açıklaması olmuştu. Ben o yıllarda avukatlık yaparken o açıklamayı mahkeme dosyalarında sıklıkla görebildiğim için yakından hatırlıyorum.
Şimdi, bu, darbeyi tetikledi. Bu çatışmalar, bu karar, çözüm sürecinin askıya alınması birilerinin, Fetullahçıların, "FETÖ" denilen yapının örgütlenmesini, hazırlık yapmasını, yani bir dolu yasal olmayan süreci tetikledi ve hazırladı, "darbe dinamiği" dediğimiz meseleyi harekete geçirdi ve Türkiye 15 Temmuz darbe girişimi gibi büyük bir felaketle karşı karşıya kaldı. Bu söylediklerimiz böyle yabana atılacak, ıskalanacak meseleler değil. Şu anda Türkiye'de 78 milyon insan 15 Temmuz darbe girişimini hâlâ büyük bir korkuyla hissediyor ve "Yeni bir şey olabilir mi..." Çünkü bu ülkede 12 Eylülde kaç milyon insanın etkilendiğini, kaç milyon insanın işkence gördüğünü hâlâ aramızda canlı yaşayan tanıklarla bunları anlatan bir süreçte yaşıyoruz bugünlerde. Biz darbeyi unutabilmiş değiliz ve 15 Temmuzu hazırlayan süreç de kesinlikle iktidar partisinin yanlış politikaları sonucu ve hazırlıkların güç alması neticesinde meydana gelmiştir.
Şimdi, şüphesiz bu darbe girişimi 26'ncı Dönem Parlamentosunu işlevsiz kılmak için kolaylaştırıcı olmuş ve Hükûmeti daha önce söylediği sözleri, yapamadıklarını yapma imkânına kavuşturmuştur aslında. Mesela, bu darbe girişimi olmasaydı, hani mucize, lütuf dendi ya ilk anda daha, hepimiz televizyonlarımızın başında nefesimizi tuttuğumuz bir anda, ne olacak, ne bitiyor derken Cumhurbaşkanı çıkıp "Bu bizim için büyük bir lütuftur." dedi, nasıl nitelersek niteleyelim. Bu lütfu nasıl dönüştürdüler? İşte şu anda bunun neticelerini yaşıyoruz. Şu anda, Meclisten geçmeyen kayyum meselesi ve Türkiye tarihinde sadece darbe dönemlerinde olan seçilmiş yöneticilere kayyum atanması meselesi işte 15 Temmuzdan sonra cesaret edilen ve yaşama geçirilen bir meseledir. Belediye başkanları tutuklanıyor, büyükşehir belediye başkanları, 500 bin, 600 bin oyla seçilen Diyarbakır Büyükşehir Belediye eş başkanları şu anda cezaevinde, Van Büyükşehir Belediye eş başkanları cezaevinde, Mardin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Sayın Ahmet Türk, 74 yaşında ve yaşamından ciddi endişe ettiğimiz bir ortamda şu anda cezaevinde yatıyor ve kayyum atanmayan çok az belediye kaldı. Hangi sebeple yapıldı? OHAL KHK'siyle yapıldı. Meclise gelmedi, Meclisten geçmedi daha doğrusu. Orada 4 siyasi parti, hatta görüştüğümüz bütün arkadaşlar da burada, kayyum geri çekildi ama OHAL vesilesiyle hemen yürürlüğe kondu ve KHK'yle bu kayyumlar atanmaya devam etti. Yöntem de çok basit, önce belediye başkanına bir suçlama yönelt -aynen şu anda gözaltında olan Akdeniz Belediyesi Eş Başkanı Yüksel Mutlu hakkında olduğu gibi- gözaltına al... Dün sabah ben Adana'daydım, şöyle bir şey yaşandı arkadaşlar: Kayyum atanacak kişi, kaymakam belediye aramasında hazır bulunuyor. Belediye başkanını dört gün önce gözaltına alıyorlar, kayyum önceden kayyum atanacağı yeri görmek için gidiyor, arama yapılıyor ve yarım saat sonra kayyum kararı geliyor. Bu kadar pervasız, hukuksuz ve gerçekten darbecileri bile aşan uygulamalar yaşadığımız bir dönemde yaşıyoruz.
Şimdi, biz ne yapıyoruz? Halkların Demokratik Partisiyle -ileride anlatacağım- 12 eksikle -ki liderlerimiz tutuklu, eş genel başkanlarımız- Meclisteki çalışmalara yetişmeye çalışıyoruz. Biz ilk günden itibaren -CHP olduğu dönemde de, sonra onlar da, hangi yöntem bilmiyorum onlar söyler- hiçbir zaman Anayasa çalışmalarına davet edilmedik. Bu çalışmalarda ne konuşuldu bilmiyoruz, ilk kez bu konuşmamım başında anlattım... "Halkların Demokratik Partisi diye bir parti var, bunların 59 milletvekili var, Anayasa çalışmalarından azade tutulmaları, ari tutulmaları demokratik midir?" tartışmasında o çalışmada bulunan partilerden sadece bir tanesi, "Onlar da olmalı." dediler, sonra onlar da çıkarıldılar, Cumhuriyet Halk Partisi. Ve şu anda önümüze gelen tasarıyı kapalı kapılar ardında sevgili Tolga Şirin'in -aslında biraz sonra anlatacağım- deyimiyle orta yaş üstü -çalışma yapanlardan özür diliyorum, Mehmet Parsak genç, Abdulhamit siz de gençsiniz- göbekli bir şey yapmış, erkekler tarafından hazırlanmış. Evet, kadın yok, bir kere kadın yok orada, erkekler yapmış, orta yaşı Tolga Şirin abartmış, Anayasa Profesörü ama erkek ve tekçi bir anayasa yapmak için oturmuşlar, biz hiç yokuz orada, toplumun yarısı yok. Biz kadınlar toplumun yarısıyız. Geçen Uzlaşma Komisyonunda da bu Komisyonda da en çok kadın temsiliyetini veren parti olarak bundan büyük bir gurur duyuyoruz çünkü biz kadınların çalışmasında olmadığı bir toplumsal sözleşmenin toplumsal sözleşme olamayacağını, onun asla demokratik olamayacağını her zaman söyledik, şimdi de söylüyoruz.
Şimdi, bu gerçekten ne denli Anayasa tasarısı, bunu ileride zaten tartışacağız ama değil, bu gerçek anlamda bir toplumsal sözleşme olarak Türkiye Halklarının irade beyanı esası üzerine yazılmamıştır, oluşturulmamıştır. Türkiye halklarının oy verdiği parlamenterlerden -işte demin anlattım- şu anda Sayın Demirtaş ve Yüksekdağ tutuklu, rehin alınmış durumda. Tutuklu diyemem çünkü o kararlar eş zamanlı operasyonlarla, bir talimatla aynı gece aynı saatte 4 Kasımda dosyaları önceden oluşturularak, hangi cezaevine gideceklerine karar verilerek yapılan bir operasyondan sonra kimse bize yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu iddia edemez ve bunu ispat edemez. Sayın Ahmet Türk açıkladı zaten bunu, avukatlar bana da söylemişti, hâkim ifade verirken sürekli saatine bakıyormuş, dikkati dağılıyormuş. Ne oluyor? Demiş ki: "Uçağı kaçıracaksın." Hâkim uçağın saatini biliyor, gideceği cezaevini biliyor, tutuklama kararı vereceği talimatını almış, orada göstermelik bir sorgu yapıyor. Şimdi, böyle bir ortamda biz neyi tartışıyoruz? Aslında bunlar tarihe not düşmek açısından söylediğimiz ve tutanaklarda olması için söylediğimiz meseleler sadece.
Şimdi, Cumhurbaşkanı bu teklifte yürütmeye ilişkin tüm görevleri üzerine alıyor. Yasama organının denetim faaliyetlerinin neredeyse tümü sıfırlanıyor. Yargının ise artık anayasal zeminde Cumhurbaşkanına bağlandığı bir toplumsal sözleşme olamaz. Bu metinden çıkan tek şey padişahlık, krallık, diktatörlük, sultanlık, hangi ismi beğenirsek ama Cumhurbaşkanlığı sistemi, böyle bir sistem yok. Türk usulü diyorsunuz ama bunu da tartışacağız herhâlde Komisyon çalışmalarında, böyle bir usul de yoktur.
Bir başkanlık tartışması uzun süredir tartışılıyor zaten, tüm dertlerimizden kurtulacağımız vadediliyor, en trajikomik tarafı bu. Sürekli ABD başkanlık sistemine vurgu yapılıyor fakat bu sisteme dair, ABD başkanlık sistemine dair hiçbir kırıntı yok bu teklifte yani onu da yine tartışacağız.
Sürekli darbelerin yaşandığı, diktatörlerin birinin inip diğerinin çıktığı Latin Amerika tipi bir sistem öngörülüyor aslında, bunu geniş tartışırsak göreceğiz. Teklifin gerekçesinde şöyle deniyor: Türkiye demokrasi tarihinin sık sık iktidara vesayetçi müdahalelerle lekelendiğinden bahsediliyor. Bunun son örneği olarak da 15 Temmuz darbe girişimi gösteriliyor. Bu mantık ve zinciri gerekçelendirme gerçekten sadece iktidar partisinin tarih yazımına göre şekillenmiş. Darbelerle lekeli olan tarih tartışmasızken darbelerin tüm faturasının parlamenter sisteme çıkarılması, olgularla da Hükûmet sistemleriyle de bilgilerle de uyumlu değildir. Böyle bir uyum söz konusu değil, bu sadece meşrulaştırmak ve bir anlamda paketi geçirmek için bulunan yöntemlerden biridir. Başkanlık sisteminin uygulandığı Latin Amerika ülkeleri, Sahra Altı ülkeler ve Orta Asya ülkeleri bu konuda hiç de iyi örnekler, örnek alınacak ülkeler değildir. Bolivya 1899'dan bugüne, Peru 1914'ten bugüne, Venezuela 1945'ten bugüne 5, biri 7, Bolivya 14, Burkina Faso 1966'dan bugüne 10, Etiyopya 1910'dan bugüne 6 darbeyle sarsılmıştır arkadaşlar. Kuşkusuz tek bir güce indirgenmiş bir yönetim biçiminin darbelerden ari olması asla düşünülemez.
Sayın Başkan, dinletemiyorsunuz, bu sorumluluk sizin. Böyle, herkes sohbet ediyor, ben yine de konuşuyorum.
BAŞKAN - Dinliyoruz, merak etmeyin, isterseniz sorun.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yok, yani, ben görüyorum dinlenmediğini ama artık konuşacağız.
BAŞKAN - Arkadaşlar, biraz uğultu var, lütfen...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ses bu kadar çıkıyor işte.
BAŞKAN - Buyurun.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yasamaya ilişkin her şeyin cumhurbaşkanı kararnameleriyle ya da başka bir ifadeyle aslında fermanla, Cumhurbaşkanı fermanıyla yapıldığı, hukukun esamesinin okunmadığı, her şeyin bir lider kültüne indirgendiği bir sistemde muhtemel olan tek şey aslında bu kültür işte. Zira, bu durumda da, liderler savaşına gebe bir hâlin söz konusu olacağı tartışmasıdır.
Peki, gerçekten bu tasarı ne getiriyor ne götürüyor? Maddelere ilişkin tartışmalarda bunu ayrıntılı bir şekilde anlatacağız ama genel hatlarıyla birkaç hususa değinmek isteriz. Bu tabloda demokrasi ve hukuk devleti adına çok sarsıcı bir tablo var aslında. "Tasarının özü yani ana fikri nedir?" diye sorarsanız, Cumhurbaşkanının olağanüstü yetkilerle donatılması. Hani, bir vatandaş sorsa, referandumda, propaganda çalışmalarında mitinge gitsem, eğer o saate kadar tutuklanmamışsak bir talimatla, cezaevinde değilsek diyeceğiz ki: Vallahi, Cumhurbaşkanına öyle yetkiler verdi ki her şeye o karar verecek; artık 1 kişi var, Parlamento yok, Meclis yok, yürütme yok. Gülüyorsunuz arkadaşlar, komik bir şey söylemedim, şu anda vekiller içeride. Yani, bizim de tutuklanmayacağımızın burada, HDP'lilerin özellikle... İki gün önce Nimetullah Erdoğmuş Meclisin önünden takip edilerek evinin önünde gözaltına alındı, sabahki duruşma için on iki saat Terörle Mücadele Şubesinde tutuldu. Bu büyük bir utançtır, bu gülünecek bir şey değildir. Bu milletvekillerinin sizden hiçbir farkı yoktur, sizin de onlardan hiçbir ayrıcalığınız yoktur, aynı sistemle geldiniz.
Bu tasarıda Bakanlar Kurulu kaldırılıyor, yerine Cumhurbaşkanı geçiyor. Çünkü Cumhurbaşkanı, yardımcılarını, bakanlarını atama yetkisini teklife göre eline almış ve buna dair hiçbir kriter belirlenmemiş. Hangi kriterlere göre olacağı zaten tümüyle Cumhurbaşkanının yetkisinde ve uhdesinde. Yani, âdeta, "Teşbihte hata olmaz." derler, sultanlık devrinde kendine vezir seçen, beğenmediğinin de kellesini uçurup yerine yenisini seçen bir sultan misali. Çünkü metinde bunların neye göre hangi kriterler esas alınarak seçileceği belli değil. Öyle çok görev atfedilmiş ki Cumhurbaşkanına, tek başına yapacağı birçok görev atfedilmiş ve tek adam kültünün inşası üzerine konuştuğumu şu anda söylersem kesinlikle bir abartma yapmış olmam.
Milletlerarası anlaşmalara ilişkin de kendisi akdedecek, imzalayacak ve yayımlayacak. Yani biz yokuz, Meclis yok, hiç kimse yok, tek başına milletlerarası anlaşmaları imzalayıp sonra da yayımlayacak.
Peki, Bakanlar Kurulu yok, yürütmenin başı Cumhurbaşkanı diyelim bir an, bu mekanizmayı denetleyecek güçlü bir Parlamento var mı? Hani, Sayın Adalet Bakanının söylediği "denge-denetleme", "fren" var mı? "Kesinlikle kuvvetler ayrılığı var." dedi, var mı? Yani, bunu maddelerde gerçekten masaya yatırmamız lazım, kesinlikle hayır. Bir denge-denetlemenin, frenin ve kuvvetler ayrılığının esamesi bile okunmuyor. Tüm denetim yetkilerinin elinden alındığı sembolik birkaç denetim mekanizması var, asli tüm mekanizmaların kaldırıldığı bir Parlamento öngörüsü söz konusu.
Sözlü soru, gensoru ve Meclis soruşturması mekanizması kaldırılmış, bu öngörülmüyor. Önerilen bir yazılı soru önergesi var ve Meclis araştırmasıysa sembolik bir mekanizmaya dönüşüyor, ilgili maddelerde bunların ayrıntılarını anlatacağız.
Yargı tamamen -demin Sayın Tezcan ayrıntılarıyla anlattı, benim de notlarımda var ama onu ilgili maddede anlatacağım gece geç saat olduğu için- tümüyle Cumhurbaşkanının tekeline indirgeniyor. 2010 referandumu üzerine kurgulanan HSYK artık HSYK olmaktan tümüyle çıkıyor.
Şimdi, Türkiye'nin yakın tarihinde hepimizin bildiği en kritik düzenlemelerden biri de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısına ilişkindi. AKP, hukukun üstünlüğü prensibinin yargının kendisi için de bağlayıcı olması gerekliliğini öne çıkartan bir söylemle yüksek yargıya ve yargının idaresine yönelik birçok reform adımları attı. 12 Eylül 2010'da halk oylamasına sunulan Anayasa değişiklikleri de aslında özünde yargıyı dönüştürmeyi hedefleyen bir hamle olarak sunulmuştu. Değişiklik paketiyle, Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun daha çoğulcu bir yapıya kavuşturulması iddiaları vardı. Özellikle, Türkiye yargısının merkeziyetçi hiyerarşik yapısının odağında olması itibarıyla HSYK'yla ilgili değişikliklerin yargıyı daha demokratik bir idari yapıya kavuşturacağına ilişkin beklentiler de kamuoyunda oldukça yükselmişti.
Dahası, bürokratik bir iktidar odağı olan HSYK'nın daha katılımcı, çoğulcu ve sivil denetime tabi bir yapıya dönüşecek olması diğer bürokratik devlet kurumlarının da benzer bir dönüşümden geçebileceğine ilişkin sembolik bir anlam ifade ediyordu. Bütün bu olumlu beklentiler ve algı, referanduma verilen kamuoyu desteğinin aslında temel kaynağını oluşturuyordu. O dönem "yetmez ama evet" diyen liberallerden şu anda iktidar partisinin destek almadığı, birçok kesimin o dönemde destek verdiğini de akıldan çıkarmamak gerekiyor aslında.
Şimdi, öte yandan, Anayasa değişikliklerine karşı çıkan siyasi grupların temel eleştirisi değişiklikler sonucunda siyasi iktidarın yargı üzerindeki etkisinin artacak olmasıydı. Hâl böyleyken AKP Hükûmeti, yürütmenin yargı üzerindeki en önemli vesayet kurumu olan Adalet Bakanlığının yetkilerini yargı üzerinde kaldırma yerine arttırmaya devam etti. Nitekim, referandum sonrası HSYK'da yapılan değişiklikte Adalet Bakanı ve Müsteşarının yeri güçlendirilerek olduğu gibi korundu.
Peki, sonra ne oldu? 17-25 Aralık. 17-25 Aralık operasyonları yargıdaki güç dengesinin bu değişikliklere rağmen iktidar partisi lehine olmadığını gösterince Hükûmet hemen atağa geçti. O tarihi Türkiye'de hukukla ilgili olan, siyaseti takip eden herkes çok yakından bilir ve hatırlar. Ne yaptı? Neredeyse çıkarılan her yargı paketine HSYK'yla ilgili bir madde de koydu, bir hüküm de koydu. Cunta anayasası dahi 159'uncu maddede, anayasa koyucunun, öncelikle Kurulu, yerine getirdiği hassas fonksiyon nedeniyle klasik bir idari kurum olarak görmediği ve olağan bürokratik hiyerarşiden ayırmakta, ardından da kurula Adalet Bakanlığı ve siyasi iradeden bağımsız kendi inisiyatifiyle kullanabileceği özerk bir irade tanımayı amaçladığı görülmektedir.
Peki, tasarıya göre, adı "HSYK" olan kurum "HSK" olurken ne değişiyor? Kurulda üye sayısı 12'ye indiriliyor. Kurulun Başkanı Adalet Bakanı oluyor yine. Her daim karşı çıktığımız ve yürütmenin temsilcisinin yargı mekanizmasında baş olması zaten Kurulun bağımsızlığına ciddi bir halel getirmekte. Ancak, yeni sistemde Adalet Bakanı zaten Parlamento üyesi dahi olmayan, tamamen Cumhurbaşkanının takdir ve keyfiyetiyle hiçbir kritere bağlı olmaksızın belirleyeceği kimse olacağından tehlike, risk daha fazla. Kurul üyelerinden 5'i Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek. Yani, Cumhurbaşkanı, Kurulun 5 üyesini kendisi belirleyip âdeta bir memur gibi atayacak. 6'sı Meclis tarafından seçilecek ama oyların tekrarlanması ve son turda salt çoğunluk olması itibarıyla -o nisaba göre- yine aynı gün seçimi yapılacak olan Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde çoğunluğa sahip parti onu da belirlemiş olacak. Yani, bütün üyeleri aslında partinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanı kendi partisindeki çoğunluğa dayanarak kendisi tespit edecek. Dört yıllık sürenin de çok kısa olduğunu, Amerika Birleşik Devletleri'nde bunların görev sürelerinin -istifa ve ölüm hariç- ömür boyu olduğunu da hatırlatmak isteriz.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Hatipten özür dilerim...
Sayın Başkanım, İç Tüzük hükümleri uyarınca, eğer Bakan yoksa onu temsilen en yüksek bir kamu görevlisi olgusu var, nerede?
MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - Var, var.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yani, var mı öyle bir yetki? Yani, öyle ya. Yani, hatipten çok özür dilerim... Var mı öyle bir yetki?
BAŞKAN - Var, var.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - O zaman hele bir görelim, bakalım o yetkiyi.
ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - Var, Adalet Bakanlığından temsilci var.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Tamam da, yazılı yetki olacak.
MURAT EMİR (Ankara) - Tanıtabilir mi bize kendisini?
BAŞKAN - Mahmut Bey, var, bende, Başkanda var.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Bakın, varsa, ben burada milletvekiliyim, görmek istiyorum.
BAŞKAN - Buyur gel, gör.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Verin bana bir fotokopisini, görelim.
BAŞKAN - Fotokopi... Komisyon üyesi değilsin sen, gel, buyur.
MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - Komisyon üyesi mi?
BAŞKAN - Değil, Komisyon üyesi değil.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Ben parlamenterim, denetleme hakkım var.
BAŞKAN - Buyurun, devam edin Meral Hanım.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - E, o iş çözülsün sonra devam edeyim yani Adalet Bakanlığı temsilcisi yoksa konuşmamızın anlamı yok.
BAŞKAN - Anayasa Komisyonunda hükûmetin temsili falan, bunlar da doktrinde tartışmalı konular da neyse önemli değil.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünden Mehmet Ökmen ve Talip Bakır Bey.
BAŞKAN - Buradalar işte. Genel Kurulda da var, burada da var.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Şimdi, başka bir kritik nokta, 159'uncu maddeyle kuvvetler birleşiyor. Şimdi, Anayasa'nın tek adam kültüne indirgenmiş bir metin olmasının yanı sıra, diğer bir özelliği de faşizmin rafine hâline getirilmesine dönük dokunuşlar var. Faşizmin en rafine hâlde ifade edildiği madde, Anayasa'da "Cumhurbaşkanının nitelikleri ve tarafsızlığı" başlığı "Adaylık ve seçim" olarak değiştirilmiş olup doğuştan Türk vatandaşı olanlar arasından doğrudan halk tarafından seçileceği hükme bağlanmıştır. Türkiye'nin Osmanlı'dan kalma nüfus yapısında doğuştan Türk olmayan çok sayıda vatandaş var. Kürt meselesine ve diğer farklı kimliklere bilahare geleceğim. Tamam, ben de Türk vatandaşıyım, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım ama Türk değilim; ben bir Kürt'üm ve Kürt olarak doğdum, annem ve babam Kürt. Şimdi, mesela, ben yeni bir kimlik istesem bana "Sen kendini böyle hissetmediğin için olamazsın." mı diyecekler? Bu da bu Anayasa'nın çözmesi gereken meselelerden biridir. Onu Kürt meselesinde ayrıntılı bir şekilde tartışacağız.
Şimdi, Türkiye'nin Osmanlı'dan kalma nüfus yapısında doğuştan Türk olmayan çok sayıda vatandaş var. Mübadeleyle gelen Yunan, Balkan halkları sonradan Türk vatandaşlığı aldıklarından Cumhurbaşkanı adayı olamayacak. Örneğin, Çalışma Bakanı Müezzinoğlu 1986'da Türk vatandaşlığı aldı ama bu Anayasa'yla Cumhurbaşkanı olamayacak.
ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - Hakan Çavuşoğlu mesela, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - O da olamıyor değil mi? Yani, bence "hayır" demeleri gerekiyor, Müezzinoğlu ve Hakan Çavuşoğlu'nun "hayır" demesi gerekiyor çünkü Cumhurbaşkanı adayı olamayacaklar yani en azından. Kuşkusuz, bu hüküm, Anayasa 10'uncu maddeye de açıkça aykırılık teşkil ediyor.
Şimdi, bir diğer mesele de sanki demokratik bir ülke vadediliyor gibi yedek milletvekilliği de getirilmiş. Asli Parlamento üyeliğinin boşalması hâlinde normalde 4 yöntem vardır: Ara seçim, liste sırası, yedek vekillik ve karma sistem. Düzenlenen sistem "yedek vekillik" olarak adlandırılsa da aslında tanımlanan sistem liste sırası sistemidir. Bunun arasındaki fark ise yedek vekillikte her milletvekilinin bir yedek vekili olur, liste sırasında ise listedeki sıraya göre milletvekilliği düşen kişinin yerine diğer kişi geçer. Üyeliğin boşaldığı seçim çevresinin de, siyasi partinin de yasama meclisinde sahip olduğu çoğunluk bu yolla korunur. Özellikle, hassas parlamento içi parti kompozisyonuna sahip ülkelerde bunun bozulması riskini ortadan kaldırır; üyeliğin boşalması durumunda bir seçim bölgesinin, bir grup seçmenin temsil edilmemesi sorunu da ortadan kalkar; ara seçim yükü olmaz. Böylelikle, yürütme yetkisini elinde bulunduran kişi özellikle kendi partisinden muhalifleri bu yolla sindirebilir. İstifaya zorlama veya daha farklı durumların oluşması hâlinde seçim gündemine girmeden milletvekili değiştirmek mümkün olabilecektir. Parlamento üzerinde bir vesayet aracı olarak da kullanılması kuvvetle muhtemeldir. Üstelik, tamamen güçsüzleştirilmiş, denetim yetkileri elinden alınmış bir parlamentodan söz ediyoruz, bir tekliften. Bir de bu işlevsiz kurumu yedekleyecekler söz konusu teklife göre. Peki, ne uğruna? Tabii ki Cumhurbaşkanının bekası uğruna, tek adama, tek kişiye uygun bir Anayasa değişikliği yapmak uğruna. Şu anda biz toplum için değil, Cumhurbaşkanı için bir Anayasa değişikliği yapıyoruz. Yani, bu işin özeti bu. Yeter ki ara seçim olmasın, yeter ki Cumhurbaşkanına biat eden milletvekilleri yer alsın Parlamentoda. Değişikliğin hukuka uygunluğu, anayasa hukuku, demokratik gelenekler ya da teamüller maalesef hiç kimsenin düşünmediği meseleler olarak önümüzde duruyor.
Şimdi, bu değişikliklerin tümü Cumhurbaşkanının donatılması amaçlı. Bu kadar üstün yetkileri olan Cumhurbaşkanının yargılanması meselesi de hayli ilginç. Bu yargılanmanın önünü kapatacak yeni teknikler de düşünülmüş gerçekten, devreye giriyor. Eskiden sembolik ve icrai yetkiler bakımından sorumluluğu değerlendirilen Cumhurbaşkanının tüm yetkileri sembolik olmaktan çıkarılıyor, tamamen icrai yetkilere dönüştürülüyor. Burada, 125'inci maddede yapılan değişiklikle de Cumhurbaşkanının işlemlerine dair yargı yolu açılıyor ancak 150'nci maddede yapılan değişiklikle yargı yolu olarak Anayasa Mahkemesi öngörülüyor. Anayasa Mahkemesi üyelerini belirleyen Cumhurbaşkanını Anayasa Mahkemesi yargılayacak. Yani, bu yargılamanın yargılama olmayacağını tahmin etmek için hukukçu veya anayasacı olmaya gerek yok diye düşünüyoruz. Şimdi, bu nedenle, varmış gibi gösterilen ama esasında olmayan bir yargı yolundan söz ediyoruz. Cezai sorumluluğu konusunda da bu teklif eğer geçerse -umarız geçmeyecek, halktan geri dönecek ve bunun için bu çalışmaları devam ettireceğiz- ömür boyu bir cezasızlık öngörülüyor ve bu şekle dönüştürülüyor aslında. Cumhurbaşkanı görev süresi bittikten sonra da mutlağa yakın bir koruma ve dokunulmazlık zırhına büründürülüyor. Bir Cumhurbaşkanının ömür boyu görevde bulunduğu esnada işlediği suçlardan dolayı cezasızlık zırhına bürünmesi anlamına geliyor. Yani, sınırsız yetki var ancak sorumluluk yok. Mevcut Anayasa görüşmeleri gerçekten hem başlangıcı itibarıyla hem de diğer meselelerde daha çok tartışılacak bir içerikte önümüzde duruyor.
Değerli arkadaşlar, bu hazırlık sürecine ilişkin, biraz önce söylemiştim, şöyle bir mesele var, bunu mutlak suretle tartışmamız gerekiyor: Şu anda toplumsal ihtiyaçları karşılayacak, farklı demokratik kesimlerin -farklı dil, kimlik, inanç- yani Türkiye'nin çoğulcu yapısının taleplerini karşılayacak bir değişiklik paketiyle karşı karşıya değiliz; aksine, yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca var olan meseleler aynen korunarak, hatta daha da derinleştirilerek gelecek dönemlere devrediliyor.
Şimdi, mesela, 2013'te Anayasa Uzlaşma Komisyonunda toplumun çok farklı kesimleri katılmıştı bu sürece ve gerçekten hummalı bir çalışma yapmıştı ama o çalışmaların hiçbiri dikkate alınmamış, onlardan bir bölümü çok önemli oysa çünkü mutabık kalınan maddelerde... Mesela, giriş bölümü, vatandaşlık, onları tartıştık, netleşmedi ama en azından bir tartışma kültürü oluştu, insanlar farklılıkların Anayasa'da yer alması meselesinde kafa yormaya başladılar. Yeni demokratik bir anayasa nasıl olur konusunda o dönemde birlikte çalıştığımız arkadaşların bir bölümü de burada.
Şimdi, burada, mesela, MHP'nin Anayasa Komisyonu üyesi Sayın Parsak bir açıklamasındaki "Anayasa'mız Türk Anayasası'dır. Anayasa'mızdan 'Türk' ibaresinin çıkarılması söz konusu değildir. Millî devlet-üniter devlet tartışması söz konusu değildir. Muhtelif maddeler tartışma konusu değildir. Sadece hükûmet sistemi üzerinden bir tartışma yürütülmüştür." sözleriyle bu Anayasa'nın tekçi yapısını çok net ve kesin bir şekilde ifade etmiştir aslında.
Şimdi, Türkiye'de çok farklı etnik kimliklerin olduğu, çok farklı dillerin konuşulduğu, farklı inançların olduğu, kadınların, gençlerin olduğu 78 milyona bir anayasa yapıp bu farklılıkların tümünü göz ardı eden bir anayasa yapım yaklaşımı ve zihniyetini kabul etmek mümkün değildir. Türkiye, Kürt meselesini çözmediği için, şu anda Anayasa'da eşit ve özgür yurttaşlık olmadığı için, hâlâ Türkçe dışında bir dilde ana dilde eğitim yapılamadığı için, hangi kimlikte olursa olsun herkesi Türk olarak niteleyen madde orada durduğu için şu anda toplumsal kesimler arasında hâlâ kutuplaşmanın dozu artıyor. Bu çatışmaların neden kaynaklandığını da objektif olarak hepimiz görmek zorundayız. Eğer demokratik bir yönetime evrileceksek, bu cumhuriyeti demokrasiye evrilteceksek kendi iç problemlerimizi de çözmemiz gerekiyor. Bu tartışmalarda kadın yok, bu tartışmalarda Kürt yok, bu tartışmalarda Alevi yok, bu tartışmalarda Pomak, Laz, Çerkez -diğer farklılıkların tümü açısından söylüyorum- yok. Böyle bir şey olabilir mi? Tekçi bir anayasa. Hâlbuki aynı iktidar partisi 2013 yılında farklı önerilerle gelmişti. "Vatandaşlık" kavramı açısından, ana dilde eğitim önündeki yasağı kaldırma açısından ve daha birçok madde açısından en azından bu tartışmanın önünü açan ve önümüzdeki dönemde daha büyük bir şekilde toplumsal barışa yaklaşma, toplumsal barışı tesis etme yönünde bir umut vadetmişti ama şu anda her gün bir yerde bombalar patlarken, demokratik siyaset kanalları tıkalıyken, Kürt meselesi inkâr, imha ve ret üzerine, Alevi meselesi kendi inançlarını, ibadetlerini kullanmalarının engellenmesi üzerine, kadın meselesi eve kapatılan, çocuk doğuran, hiçbir kariyeri olmayacak bir yaklaşımla şiddet gören bir yerden çözülemez. Bu meseleler bir tane değildir, bu meseleleri listelersek oldukça ciddi bir yekûn çıkıyor. Gerçekten iktidar partisi içindeki Kürtlere özellikle sesleneceğiz, nasıl kabul edebiliyorlar böyle bir değişikliği. Ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Anayasa'da "Türkiye vatandaşlığı" kavramının getirilmesini isterim. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıyla bir problemim yok ama ben kendi evimde ana dilimi Kürtçe öğrendim, Türkçeyi okulda öğrendim ve benim kendi ana dilimde eğitim görmem yasak ve şu anda milyonlarca çocuk bu koşullarda yaşıyor. Bizim tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerin tümü bunu öngörüyor. Türkiye dışında çok az ülkede ana dilde eğitim yasağı anayasalarında vardır ve kimlik meselesi bu kadar teklik üzerine kurgulanmıştır. Bu anayasa çalışmalarında toplumsal çatışmalara kaynaklık eden, meseleleri görmezden gelen, şu anki siyasal atmosferi tahlil etmeyen, toplumun, Türkiye toplumunun dörtte 1'ini oluşturan ya da Alevilerle birlikte, kadınlarla birlikte, demokrasi güçleriyle birlikte, emekçilerle birlikte toplumun önemli bir bölümünü oluşturan kesimlerin hiçbir talebinin, düşüncesinin ve isteğinin bu taslakta yer almaması... Bu anayasa barış anayasası olamaz, bu anayasa çözüm anayasası olamaz. Bu anayasa Türkiye'de 78 milyona bir gelecek vadetmiyor; bu anayasa sadece bir kişiye statü kazandırıyor, yetkiler kazandırıyor.
Şimdi, toparlayacağım yavaş yavaş... Burada, demin, işte "Bu anayasayı nasıl yapacağız?" Biz geneli üzerinde konuştuğumuz için Sayın Başkan, ben diğer ayrıntılara girmeyeceğim ama maddeler...
LEVENT GÖK (Ankara) - Usul üzerinde.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Usul açısından zaten...
LEVENT GÖK (Ankara) - Genele daha girmedik.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Usul tartışması, sonra geneli...
Keşke Sayın Adalet Bakanı burada olsaydı. Dinler herhâlde sonra.
Şimdi, halk iradesini çok güzelleyen bir iktidar partisi var. Dinlerken bilmeyen biri olsam büyük bir sempati duyacağım. Bütün samimiyetimle söylüyorum. Çünkü, konuşmalarda o kadar büyük bir halk iradesi güzellemesi var ki; millet iradesi, halk iradesi... "Halkın olduğu yerde akan sular durur.", "Her şeyi halk yapar..." Allah Allah, bir bakıyoruz hayata, halk iradesi ona oy vermişse halk iradesi ama başka partiye oy vermişse, başka bir düşünceyi destekliyorsa, o, halk sınıfından sayılmıyor. Mesela -aslında bilmeden çok büyük kozlar verdi elimize- demin Sayın Adalet Bakanı diyor ki: "Yüzde 51." Yüzde 51 Meclisi de alacak, başkanlığı da alacak. Ya, yüzde 49'u öldürelim mi? Bu yüzde 49'un bir hakkı yok mu? Yüzde 49 ile yüzde 51 arasında yüzde 2 var. Dikkatinizi çekerim. Siz çoğunlukçu bir sistemi savunuyorsunuz; bu demokratik değil, bu bir ihtilaf. Biz çoğulculuğu savunuyoruz. Bir kişi bile azınlıktaysa onun hak ve özgürlüklerinin tesis edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Ama, Sayın Adalet Bakanı ısrarla "Yüzde 51'i al, gel." diyor. Tamam da diğer insanlar halk değil mi? Bu millî irade meselesinde bu kadar kendisiyle çelişen ve kendisiyle çelişen uygulamalara imza atan herhâlde dünyada çok az örnek vardır, onları da ileriki günlerde getireceğiz. Ya, halk iradesi... Şimdi, Van Büyükşehir Belediyesine oy verenler halk değil mi, vatandaş değil mi onlar? Diyarbakır'da 1 milyon oy alan Gültan Kışanak ve Fırat Anlı'ya oy verenler başka bir ülkeden mi gelip oy verdi? Ya da Ahmet Türk'e oy verenler nerenin vatandaşı? Seçmiş. Sen OHAL KHK'siyle gidip halk iradesine darbe yapıyorsun. Selahattin Demirtaş, Eş Genel Başkanımız, Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu ülkede yüzde 9,7 oy almıştır, bu basit bir rakam değildir. Sayın Selahattin Demirtaş... Hepimiz şunu çok iyi biliyoruz: Şu anda HDP'ye yönelik bu tutumun geçmişinde "Seni başkan yaptırmayacağız." cümlesinin ve kampanyanın intikamı güdülüyor. Sayın Demirtaş şu anda hukuki bir gerekçeyle cezaevinde değil. HDP'ye yönelik saldırılar hukuki olarak yürütülmüyor. Başkanlığa giden yolda dokunulmazlıklar paralel örüldü çünkü HDP'nin, Demirtaş'ın, Yüksekdağ'ın, bütün HDP'li milletvekillerinin olduğu bir ortamda kampanyayı istedikleri kadar rahat yürütemeyecekler. Onları susturmaları gerekiyor. 6 milyon insan oy vermiş; bu, 15-20 milyona tekabül ediyor. 1994 darbesini sürekli mahkûm eden iktidar partisi... Şimdi, hâlâ operasyonlar devam ediyor, her gece bir milletvekili alınıyor, gece alınıyor, 12'si tutuklu. 1994'te bile böyle bir intikam duygusu yoktu, Zincirbozan'da yoktu. 1994'te bizim milletvekillerimiz o zaman HEP'in milletvekilleriydi, dışarıdan yemek bile isteyebiliyorlarmış. Çok ilginç bir şey değil mi? Ama, şu anda, biz milletvekilleri olarak gidip milletvekili arkadaşlarımızı ziyaret etmiyoruz, edemiyoruz, bize izin verilmiyor. Biz avukatız hepimiz, avukatlık kimliğimiz de kullandırılmıyor. "Bütün partilerin milletvekilleri gidebilir ama HDP'liler gidemez." Neden? Yasaya uymuyorsun, hukuk devleti ilkeleri nerede kaldı? Sen "halk iradesi" diyeceksin, halk iradesini hapsedeceksin, "Seni başkan yaptırmayacağız." dediği için kişisel intikam güdüleriyle cezaevine atıp tek kişilik hücreye koyacaksın, sonra diyeceksin ki: "Gelin, kampanyada halkın desteğini isteyelim." İsteyelim, itirazımız yok. Buradan geçerse gelin kampanya yapalım. Biz miting yapabilecek miyiz? Biz televizyonlara çıkabilecek miyiz Sayın Gül? Sizinle anayasayı tartışabilecek miyiz?
ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - Tartışıyoruz işte.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Hayır, hayır, mitinglerde, her ilde... Yok, gülümsediğiniz için söyledim de.
Van'da, Mardin'de, Diyarbakır'da yasak var, biliyor musunuz? Ve bu, sokağa çıkma yasakları değil, etkinlik yasağı, "HDP dışarı çıkıp etkinlik yapamaz." diyorlar.
ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - Diyarbakır'da Türk bayraklarıyla terörü lanetledi on binlerce insan.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Orada kimlerin gittiğini biliyoruz; asker, polis ve sizin partililer. Hiç tartışmaya girmiyoruz.
Gelin, referanduma gidelim. Siz, 7 Hazirandan sonra bütün basın-yayın kuruluşlarına talimatlar göndererek, HDP'ye sansürü resmîleştirerek hiçbir temsilcimizin televizyonlara çıkmadığı, miting izinlerinin verilmediği, sokakta basın açıklaması yapamadığımız, hiçbir demokratik tepki örgütleyemediğimiz, eş başkanlarımızın cezaevinde tutulduğu, milletvekillerimizin her gün operasyonlarla alındığı bir siyasi atmosferde "demokratik bir ortam" diyeceksiniz... Ben Sayın Adalet Bakanıyla bütün ulusal kanallarda tartışmaya hazırım. Çıksın, Demirtaş, Yüksekdağ ve bizler, bütün partilerin temsilcileri her gece bu anayasa değişikliğini tartışalım. Bizim hiçbir korkumuz yok, hiçbir kaygımız da yok. Siz, kendi rakiplerinizi, siyasi rakiplerinizi cezaevine koyarak, konuşturmayarak, basını onlara kapatarak, basın-yayın sansürünü son hadde uygulayarak uluslararası bütün geri listelerde 1'inci olduğumuz bir ortamda "Demokratik bir şekilde anayasa değiştiriyoruz." diyorsunuz, böyle bir şey yok. Bu demokratik bir ortamda yaşamıyoruz. Burada konuşuyorum, Anayasa Komisyonu üyesiyim. Hâlâ tutuklanmadım, umarım tutuklanmayız, kimse tutuklanmak istemez. Ama, şunu biliyorum ki: Bizim hakkımızdaki bütün dosyaları inceledim, tutuklama kararlarının hepsi siyasidir, hepsi konuşma. Ben "tweet" attığım için Adana'da yargılanıyorum ya. Böyle bir şey var mı? Getireyim, burada hepsini, bütün dava dosyalarını size okuyayım ve bu koşullarda Anayasa değişikliği tartışılamaz. Biz burada tartışırız ama halka gideceğiz, geçerse halka gitmek istiyoruz. Böyle bir ortamda siz Avrupa'ya, dünyaya şunu diyebilecek misiniz: "Türkiye'nin yüzde yüzünü temsil eden bütün siyasi partiler alanda halkla eşit şartlarda ve özgürce bu kampanyayı yapıyor." Bu meşru olamaz. Bu meşru değildir. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Biz millete güveniyoruz ama eşit koşullarda ama eşit fırsatlarla, eşit olanaklarla. Bizim savunamayacağımız, hesabını veremeyeceğimiz, değerlendiremeyeceğimiz hiçbir teklif ve tasarı söz konusu değildir.
Bir de şunu söyleyeyim: Sayın Adalet Bakanı demin -bitiriyorum yani sonra devam edeceğiz geneli üzerinde, son söz olarak söylüyorum- Grup Başkan Vekilimizin sözüne şöyle bir yanıt verdi -dünkü Rus Federasyonu Büyükelçisi- "Polis Büyükelçiyi vurmuştur." dedi.
Değerli arkadaşlar, bizim Grup Başkan Vekilimiz bunu söylemedi, olay bu. "Yabancı basın böyle diyor." dedi. Yani, şu anda biz yabancı olsak ki gerçek de bu realite. Bir polis memuru Büyükelçiyi vurmuş. Yabancı basın bunun hangi örgütten olduğunu, niye olduğunu, arkadaki motivasyonu bilmez, onu çıkarmak bizlerin görevi. Mecliste araştıralım, yargı araştırsın. "Bu büyük bir saygısızlık ve iftira." dedi, iftira falan değil. Yani, hukukta bir maddi vaka vardır; bu, maddi bir vaka. Polis görevde, resmî olarak ne zaman alındığı belli, sokağa çıkma yasağı dönemlerinde nerede görev aldığı belli, 15 Temmuzdan sonra nereye gönderildiği belli, hâlâ görevi devam ediyor. Dün gitmiş çatır çatır vurmuş ve korkunç bir şekilde diplomatik krize yol açacak kadar bir suç işlemiş. Bunu biz milletvekilleri tartışmazsak kim tartışacak? Biz bunu söylerken maddi vakayı söylüyoruz yoksa bu hiçbir Türkiye vatandaşının destekleyebileceği... Yani, böyle bir şey olabilir mi? Türkiye tam Rusya'yla ilişkiler düzelmişken bu krize hepimiz bir çözüm arayalım diye...
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Protokol imzaladık, daha da düzeldi. Moskova Bildirisi'ni yayınladık.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Evet, evet, yayınladı.
Yani, bu konuda da Sayın Adalet Bakanı yine yok, ona atfen söylüyorum, burada söz konusu olan bir saygısızlık ve iftira değildir, maddi vakayı doğru teşhis etmek ve doğru söylemektir. Yani, yarın öbür gün diyelim ki Allah korusun bir milletvekili ya da başka biri çıktık, burada bir polis memuru çıktı tak tak birimizi vurdu, herhangi bir partiliyi. Ne diyeceğiz? Bir polis memuru bir vekili ya da bir vatandaşı öldürmemiş mi oluyor? Öldürmüş oluyor. Onun tedbirlerini almamız lazım yani asıl mesele odur diyorum.
Usul açısından da bu Anayasa değişiklik teklifi kesinlikle ne maddi şartların uygun olduğu ne özgür ve demokratik bir tartışmanın olduğu bir ortamda yapılmıyor. Şu anda demokratik siyaset kanalları, basın-yayın özgürlüğü, halkın bu toplumsal sözleşmeyi tartışma olanakları tümüyle kaldırılmıştır, tek taraflı bir propaganda vardır ve bu nedenle biz önergemizin kabulünü talep ediyoruz.
Teşekkür ediyorum.