KOMİSYON KONUŞMASI

ERKAN KANDEMİR (İstanbul) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Başkan, Değerli Bakan, çok değerli hazırun; öncelikle, bütçemizin hayırlı olmasını diliyorum. Hemen sözün başında da hem Adana'da yaşanan hem Suriye'de yaşanan gelişmelerle ilgili başsağlığı diliyorum tüm milletimize.

Tabii, dünyada sıradışılıkların önce geçtiği bir tarihî dönemden geçiyoruz, önemli sınamalarla karşı karşıyayız. Sadece Avrupa Birliğinde değil, aslında tüm dünyada genel, dünyanın tarihî akışını içerisinde çok önemli günlerden geçiyoruz. Bugünkü karar, Avrupa Parlamentosunun almış olduğu karar, bir var oluş krizini uzunca zamandır kendi içinde yaşayan Parlamentonun geldiği son nokta aslında. Hemen sözün başında, Sayın Bakanımızın da ifade ettiği gibi, bunun kabul edilemez olduğunu kayıtlara geçmek isterim.

Nasıl bir dönemden geçiyor dünya ve Avrupa? Avrupa Parlamentosu niye böyle bir tıkanmayı yaşadı? Aslında, belki ilk sorulması gereken sorulardan bir tanesi bu. Hepimizin gördüğü ve tespit ettiği gibi, Avrupa'da yükselen zenofobi, İslamofobi, popüler sağ siyasi partilerin gittikçe alanlarını genişletiyor olmaları, aslında temelde bir itirazın vücut bulmuş hâli. Ben bu partilerin yükselişini, bu partilere oy veren seçmenlerinin İslamofobik olmaları ya da yabancı düşmanlığıyla ilintilendirilmesinin doğru olmadığını düşünenlerdenim. Bu, eksik bir okuma olur eğer böyle söylersek. Yükselen bu popüler ve milliyetçi akımın aslında içinde bir itirazı barındırdığını düşünüyorum. Mevcut sisteme, mevcut sistemin tıkanmışlığına dair bir itiraz fakat kendisini ifade imkânı bulamadığı için, aslında üçüncü bir dil arar iken tam da kendini mevcut düzenin tıkanmışlığının karşısında konumlandıran bu siyasi hareketlere akmak ve onları tercih etmek durumunda kaldıklarını düşünüyorum bu partilere oy veren seçmenlerin.

İşte, tam burada, aslında Türkiye, bugüne kadar ki temel duruşuyla bu üçüncü dile çok önemli katkılar veren, bu üçüncü dili üreten bir ülke hâline geldi diye düşünüyorum. Hem itirazlarıyla hem de Türkiye'nin bugüne kadar ki dış siyasetten gelen bu karşı koymalar, bu sınamalar karşısındaki tavırlarıyla yani pratikleriyle, siyasi pratikleriyle tam da kendi medeniyetinin de topraklarından hareketle, kendi medeniyetinin değerlerinden hareketle yeni bir dili inşa etmekte olduğunu düşünüyorum.

Bunun birkaç ayağı var. Bir tanesi, en başta, insan merkezli siyaset üretmek. İkincisi, acılar arasında hiyerarşi kurmamak. Yani Charlie Hebdo meselesinde de aynı vicdanlı duruşun temsilcisi olmak ama Irak'taki ya da Suriye'deki meselelerde de en az Fransa'daki kadar hassas durmak, insanı merkeze alan duruşu siyasetin sahnesine taşıyor olmak.

İşte, burada hem Batı'nın hem Avrupa'nın bu gelgitler arasında tercihlerini yaparken sadece insan onuru ve insan vicdanını merkeze alan sınamalar değil, genel olarak kendisini konumlandırdığı yerdeki sıkıntıdan da kaynaklanan aslında bir tıkanmayla karşı karşıya Avrupa.

Üçüncüsü, Türkiye, insanlık vicdanını ve onurunu merkeze alıyor ve pratiklerinde de bunu gösteriyor. 3,5 milyon insanın bir ülkede misafir ediliyor olması, aslında bu insanlık sınamasında, bu insanlık krizinde ne kadar doğru bir yerde durduğumuzu, adımımızı, ayağımızın merkezini ne kadar doğru bir yere koyduğumuzu göstermesi anlamında çok önemli. Niye çok önemli? Çünkü tam da karşısında Avrupa İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük duvarları örme, 300 bin insanı almama adına çitleri örmeyi konuştuğu, tartıştığı bir yerde Türkiye, siyasi pratik olarak çok vicdani ve onurlu bir yerde duruyor.

Dördüncüsü, cesur bir siyaset dili. Yani kolay ve konformist bir siyaset dili yerine, dış politikada sadece kendi önceliklerini, kendi menfaatlerini öncelikleyen bir anlayış yerine, insanlığın vicdanı olma kaygısıyla sadece bu coğrafyanın meseleleriyle değil, insanlık kriziyle ilgili tüm meselelerle ilgili konformist olmayan bir dili inşa etmesi, cesur bir dili inşa etmesi ve itirazlarını bu dilinin merkezine koyması; aslında bu üçüncü dilin yani ne mevcut düzenin tıkanmış, çözüm üretemeyen ne de İslamofobik ya da zenofobik yabancı düşmanlığını merkeze alan o karşı duruşu ifade eden dil yerine, üçüncü bir dilin var olduğunu göstermesi adına Türkiye'nin bu virajda çok önemli bir görev üstlendiği kanaatindeyim.

Tabii, Avrupa Birliği, sadece Avrupa Birliği değil aslında Batı kendini norm belirleyici olarak görüp ve bu normları da mutlak tartışmasız tüm dünyanın ve insanlığın geldiği noktadaki en üst değerler olarak görürken ve bunu dikte ederken işte bu kendi içerisindeki kurumsal krizle hiç de öyle olmadığını -bu son rapor da bunun aslında son noktası- göstermiş oldu. Ben, doğrusu bu üstten bize had bildiren, üstten bir dille kendi normlarının mutlaklığından o kadar emin olup fakat pratiklerinde tam tersini yapan bu dilin Türkiye'nin üzerinde artık bir vesayet dili hâline geldiğine inananlardanım. Türkiye millî bir duruşla, evet, bugüne kadar Avrupa Birliği bizim demokrasi çıtamızı yükseltmemiz anlamında, insan hakları ve hukukunu yükseltmemiz anlamında çok önemli bir referans kaynağı oldu ama geldiği yerde, bir vesayet kurumu hâline gelmesine müsaade etmemeli.

Onun için, az önce Kadim ağabey ifade etti, hiç katılmıyorum. Avrupa Birliği raporlarına kızıp Avrupa Birliğini toptan yıkmak, kenara koymak değil bu aslında; bu kadar indirgemeci bir şekilde değerlendirmemek lazım bunu. Bu bir itiraz; Avrupa Birliğinin geldiği noktaya bir itiraz, Avrupa Birliğinin Türkiye'yle kurduğu ilişkide o üstten had bildiren hâline bir itiraz, Avrupa Birliğinin kurucu değerlerinin tam da aksi istikametteki siyaset reflekslerine itiraz; aslında toptan bir itiraz. Bu noktada bu üçüncü siyaset dilini üretirken Türkiye, muhalefetiyle iktidarıyla hep beraber katkı vermek durumunda olduğumuzu düşünüyorum.

Bakın, bugünkü rapor, aslında bu kimlik krizinin vücuda gelmiş son adımı, son hâli. Brexit'le beraber başlayan kendi içindeki varoluşsal krizi zaten Avrupa Birliği bugün doruk noktasına taşımış oldu. Çok kıymetli buradaki bütün muhalefet temsilcileriyle beraber iktidar sıraları, yapılan bu işin ne kadar yanlış olduğunu ifade ediyorlar; çok kıymetli olduğunu düşünüyorum, çok önemli olduğunu düşünüyorum ama bir adım ileriye gidip şununla birlikte ifade ediyor olabilmeliyiz: Avrupa Birliğine, kendi özgün ve millî politikasını, millî egemenliğini merkeze koyarak üretmeye çalışan bir ülkenin; hemen yanı başında 2 tane "failed" devlet olan, yönetilemez devlet olan, hemen yine yanı başında ekonomik olarak çok ciddi sıkıntılar taşıyan 2 tane Avrupa ülkesini barındıran Türkiye'nin 15 Temmuzda tarihinin en büyük, en alçak darbe girişimini yaşamış bir ülkenin siyaset üretirken bu itirazlarını hep beraber yapıyor olması lazım. Avrupa Birliğinin durduğu yer eğer Türkiye için bir vesayetin savunuculuğu noktasına gelmişse burada itiraz etmemiz lazım. İtiraz ettiğimiz şey, aslında bugün yazılan rapor değil sadece. Biz bu kimlik krizine itiraz ediyoruz. Mevcut düzenin ve mevcut anlayışın dünyaya vefa, adalet, eşitlik, dünyaya özgürlük getirmek yerine korumacı, kendini merkeze alan, acılar arasına hiyerarşi koyan, kendi güvenliği dışındaki her meseleyi ikincil bir hâle getiren anlayışa bir itiraz aslında.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ERKAN KANDEMİR (İstanbul) - Dolayısıyla, bizim bu noktada, bugünkü rapora da Avrupa Birliği ilişkilerimize de bu zaviyeden bakmanın makul olabileceğini düşünüyorum, Bakanlık bütçemizin hayırlı olmasını diliyorum. Sayın Bakanım, hayırlı uğurlu olsun inşallah.

Teşekkür ediyorum.