KOMİSYON KONUŞMASI

LEZGİN BOTAN (Van) - Sayın Başkan, Değerli Bakan, aslında arkadaşlar, herkes kendi çapında çok önemli şeylere işaret etti. Umarım bunlar sadece burada yaptığımız konuşmalar olarak kalmaz yani bir usul olarak kalmaz, iktidar partisi bunları dikkate alır.

Şimdi, İsmet Bey'i dinlerken, normalleşmeden söz etti. Yani on dört yıl boyunca kesintisiz bir iktidar bugüne kadar normalleştirememişse bundan sonra nasıl normalleştirecek, gerçekten o da ayrı bir tartışma konusu.

İSMET UÇMA (İstanbul) - Dört yüz yılı normalleştiriyoruz ama.

LEZGİN BOTAN (Van) - İnşallah.

Ancak pratikler ortada yani cinsiyetçi, eril, tekçi bir yaklaşımla nasıl normalleşeceğiz? Bu, toplumsal dokumuz, sosyolojik, kültürel dokumuzla ne kadar uyuşuyor? Bugüne kadar yapılanlar ortada. Dolayısıyla çok detaylarına girmeye ihtiyaç duymuyorum, yeterince tartışılıyor, konuşuluyor. Ancak on dört yıl boyunca şuna hepimiz de şahit olduk, gördük ki, her gelen bakana göre, her gelen müsteşara göre eğitim yazboz tahtasına dönüyor. Yani bakana göre eğitim müfredatı değişiyor, bakana göre istihdam anlayışı değişiyor, müsteşara göre eğitim politikası değişiyor. Dolayısıyla, bunun bir normalleşmeden çok, bunun aslında eğitimde bir kaosa dönüştürdüğünü, anormalleştirdiğini, yani eğitimin kalitesini, niteliğini iyice düşürdüğünü görüyoruz.

Demin Sayın Bakanı dinlerken içeriğe yönelik, içeriğe ilişkin veya Türkiye'de 80 milyon insanın, dinamik bir genç nüfusa sahip olan toplumun insan kaynaklarını doğru yerde planlamaya dönük bir şey duymadım; daha çok şekle yönelik, biçime yönelik şeyler duyduk. İlgili yasa maddeleri de önümüzde. Daha çok şekle ilişkin, işte, daha önce AKP'nin ilk yıllarında, dönemin Bakanı Sayın Ömer Dinçer müsteşar sayısı 7 iken, bilmiyorum, işte, 5'e çekmiş, şimdi, hayır, olmadı, tekrar 7'ye çıkaralım... Mesele müsteşar sayılarını çoğaltmak, azaltmakla çözülecekse arkadaşlar, burada çok kolay, yani bunu hemen yapalım. Mesele bu değil. Mesele burada, işte, müsteşarların sayısını çoğaltmak veya daha çok iş yükünü merkezîleştirmek, Bakanlıkta bütün şeyleri tekelleştirmekle olmuyor, maalesef olmuyor. Daha önce de, işte, eğitimin problemleri, çalışanların, özlük, ekonomik, demokratik hakları, sendikal hakları, yine akademik anlamda kendilerini geliştirme olanakları konusunda birçok şey söylenmişti aslında daha önceki AKP hükûmetleri döneminde; işte, okul düzeyinde, iş yeri düzeyinde ve yerel düzeyde Bakanlığın birtakım yetkileri yerele devrederek yerelin bu konuda irade sahibi olması, kendi ihtiyaçlarını belirleme konusu vesaire. Ama ancak görüyoruz, on dört yılın sonunda tekrar döndük, başa geldik, daha çok merkezîleşme, daha çok katılaşma, daha çok aşırı bir disiplin ve denetleme. Bu bir kaygıyı mı ifade ediyor? Yani bu böyle olmaz. Bakın, aklın yolu birdir. Dünyanın birçok yerinde modeller arıyoruz, araştırıyoruz. Bu modelleri getiriyoruz, bir süre sonra işe yaramaz hâle geldiğini görüyoruz veya çok uymadığını görüyoruz. Bu sefer onu bırakıp, hadi, yeniden başka bir arayış. Arkadaşlar, biz asırlar sonrasına yatırım yapıyoruz, bizim işimiz insan yetiştirmek. Yani bir Tarım Bakanlığının yapacağı hata ile bir Millî Eğitim Bakanlığının yapacağı hatalar arasında büyük bir fark var. Sizin, işte, yetiştireceğiniz bir nesli on sene sonra dönüp "Hadi ya, bu olmadı, bunu bir tarafa koyalım, yeniden şunu yapalım." deme lüksünüz yok, bir hakkınız yok. Toplumu sakatlaştırıyor; gerçekten nesilleri, kuşakları, geleceğini, toplumsal geleceği, barışı tehdit altına sokuyoruz.

Şimdi, eğitimin temel amacı... Aşağı yukarı herkesin de belki şu an sorsanız söyleyeceği bir şeyi söyleyeceğim yani. Her insan doğuştan -zihinsel engellilerin dışında- çok iyi olabileceği bir yetenekle dünyaya gelir. Yüce Rabbi'mizin her insana verdiği bir yetenek vardır. Eğitimin, okulun, ananın, babanın, velinin, hepimizin temel hedefi bu insanın, bu çocuğun en iyi olabileceği yeteneğini açığa çıkarmak. Eğer bunun o yeteneğini açığa çıkaramıyorsanız, okulda, devlette, üniversitede neyse, veli de, hepimiz de aslında başarısızız. Başarının kriteri budur. Çünkü bu insan zaten iyi olabileceği bir yeteneği var onun içinde. Fakat bilimsel, demokratik, insanları ana dilde eğitimleriyle ve toplumsal dokularıyla barışık, toplumsal değerleriyle barışık bir nesli yetiştirmek istiyorsak Anadolu'daki çok kültürlü, çok inançlı, çok sesliliği göreceğiz. Bakın, demin arkadaşlar Nurettin Topçu'ya ilişkin bir şey söyledi. İnsanların fikir özgürlükleri kapsamında çok şey söyleyebilirler kimseye hakaret etmedikleri sürece. Ama "fikir özgürlüğüdür" diye alıp da mezhepçi bir temelde... Ki toplumsal barışımız şu an pamuk ipliğine bağlı. Orta Doğu'daki mezhepçi savaşları görüyoruz. Bunun önemli bir yansımasının Türkiye'de nelere tekabül ettiğini kaygıyla izliyoruz. Şimdi böyle bir dönemde hepimizi kuşatan, 80 milyonun hassasiyetlerini gözeten bir bakanlık olması gereken Millî Eğitim Bakanlığı seçmeli kitapları arasında bakıyoruz, Nurettin Topçu'nun kitapları da seçmeli olarak alınmış. Alınsın. Referans olarak... Yani, Millî Eğitim Bakanlığı, hepimizin vergileriyle, hepimize eşit mesafede ve bütün hassasiyetleri gözeten Millî Eğitim Bakanlığı bir mezhebi hedefine alan, bir mezhebi ötekileştiren, aşağılayan veya işte, ona hakaret eden bir kitaba referans olamaz. Bu ciddi bir problemdir. Dolayısıyla Millî Eğitim Bakanlığının bence bu konuyu tekrar gözden geçirmesi lazım ve bu toplumsal hassasiyetleri gözetmesi gerekiyor. Yani şimdi şunu mu yapacağız: Her gelen hükûmet, her gelen, kim iktidarı ele geçirdiyse -yarın HDP ele geçirdi, bilmiyorum, MHP ele geçirince- CHP ele geçirince, yani herkes bu nesillere ilişkin demokratik, bilimsel, laik, ana dilde eğitimi ve dünyadaki evrensel değerleri ve yerel değerlerle bütünleştirerek mi esas alacak ya da kendi ideolojik ihtiyaçlarını gören bir yerde, bir toplumsal mühendislik temelinde, topluma başka bir format mı çekecek, farklı bir biçim mi verecek? Şimdi asıl temel problem bu. Yani bunu tartışmamız gerekiyor. Biz gerçekten topluma karşı ve çocuklarımıza karşı, gelecek nesillere karşı, kendi değerleriyle barışık ama aynı zamanda bilimsel, demokratik potansiyeli de açığa çıkaran, dünyanın evrensel değerleriyle buluşan bir nesil yetiştireceğiz ya da herkes kendi durduğu yerde, kendisine göre doğru görmüş olduğu toplumsal mühendislik projelerini eğitim modeli olarak "Çoğunluk bende, güç bende, ben bunu bu şekilde yaparım." deyip bir süre sonra bakıyoruz, hakikaten yetişen nesiller nitel anlamda... Nicel anlamda genç bir nüfusumuz var ama nitel anlamda üretemiyoruz. Demin bazı arkadaşların söz ettiği, evet, 80 milyonun belki şu an yarısı genç bir nüfus. Bu genç nüfusu doğru bir şekilde planlarsak, eğer istihdama dayalı bir eğitimi önümüze koyarsak, eğer üniversitelerimizi akademik, idari özerklik temelinde üniversitelerimize güvenirsek KPSS'lere de ihtiyaç yok arkadaşlar. Yani siz iş gücünüzü doğru planlarsanız... Sizin için KPSS ne demek, biliyor musunuz? KPSS şu demek: Bakın, burada çok sayıda üniversite hocamız da var, onlardan özür dileyerek söylüyorum, "Biz size güvenmiyoruz, siz yeteneksiz insanlarsınız." demektir. Üniversitelerde yetiştirdiğiniz, dört yıl, beş yıl, altı yıl, iki yıl, üç yıl yetiştirdiğiniz öğrencileri iyi eğitemediniz. Bu "Öğrenciler yetersizdir." demektir. Biz bu öğrencileri...

İSMET UÇMA (İstanbul) - Nasıl seçip alacaksınız?

LEZGİN BOTAN (Van) - Hayır arkadaşlar, bak, bu değil. Şimdi, liyakati esas almayacaksınız.

Bakın arkadaşlar, yani liyakati tespit sadece bir sınavla olmaz hocam, siz de bunu çok iyi biliyorsunuz. Liyakati tespit sadece bir sınavla olmuş olsaydı biz de bu durumda olmazdık. Üniversite giriş sınavını da yaparsınız. Ben onu da... O detaylara girmek istemiyorum. Ama şöyle bir şey, bakın: Üniversitelerimiz eğer yeterliyse, eğer üniversitelerimize güveniyorsak, üniversitelerimizin, hocalarımızın verdiği diplomalara itibar ediyorsak KPSS'ye gerek yoktur. KPSS'ye de şunun için gerek yoktur. (Gürültüler)

BAŞKAN - Arkadaşlar lütfen, konuşmacıyı dinleyelim, lütfen.

LEZGİN BOTAN (Van) - Siz iş gücünüzü doğru planlarsanız, iş gücünüzü doğru temelde, istihdama dayalı bir eğitim politikanız, stratejiniz varsa sizin zaten buna ihtiyacınız yok. Herkes üniversiteden mezun olmak zorunda değil. Yani meslekî liseleri burada tartışıyoruz. Meslekî liselerden bizim mezun ettiğimiz öğrenciler gerçekten mezun ettiğimiz o dallarda ne kadar yetenekli olarak, ne kadar bilinçli olarak, ne kadar o iş gücüne doğru temelde katılımı sağlayacak bir zemin, bir mantık, bir politika, bir strateji önümüze koyuyoruz, bu önemli. Herkes üniversiteye gitmek zorunda değil. Ama üniversiteye de gidecek... Bakın, biz sadece şu an burada eğitim fakültelerinden mezun olmuş 400 bin arkadaşımızdan söz ediyoruz. Hangimizin şuna hakkı var, ben size soruyorum, hangimizin buna hakkı var -yani sizin kendi çocuklarınızı da düşünerek ve empati kurun- soruyorum: Siz çocuğunuzu yetiştireceksiniz, yıllarınızı vereceksiniz, memursunuz, işçisiniz, çiftçisiniz, çocuğunuz okusun, bir yere gelsin, ekmek sahibi olsun, sonra ailesine baksın, hayata katılsın, yaşama katılsın, etkin bir yurttaş olsun, kendisini ifade etsin diye uğraş vereceksiniz, dört yılını da çalacağız -demin hocam çok iyi söyledi, aslında dört yıl daha onun hayatından çalmaktır- sonra 22-25 yaşına gelecek, ondan sonra bir iki yıl da askerlik, sonra 27 yaşında gelecek, bu sefer KPSS. Bakın, mesela şeyi söylüyorum: "Fransızca" diye bir bölümümüz var, oradan öğretmenlerimiz mezun oluyor. Sayın Bakanımın elinde istatistik var mı, bilmiyorum. Şimdi, her sene 3-5 tane öğretmen atayacağız ama orada onlarca öğrenci mezun ediyoruz. Ondan sonra öğrenciye dönüp diyoruz ki: "Ya, aslında sen 100 üzerinden 100 de puan alsan neticede 3 kişi atanacak yani." Diyelim ki 100 kişi girecek ama neticede kura sistemine en sonunda girer. Yani 200 üzerinden 100 aldı hepsi. Bu sefer öğrencimize diyoruz ki: "Başarısız olan sensin." Değil. Aslında başarısız olan bu politikadır, başarısız olan bu yaklaşımdır, başarısız olan çocuklarımız değil. Onları yarış atları gibi birbirleriyle yarıştırarak değil... Ve bir süre sonra psikolojisi bozuluyor, dişleri dökülüyor, intihar noktasına geliyor, saçları dökülüyor, aile psikolojisi bozuluyor, aile hayatı kuramıyor, bir sürü şey. Siz kendi genç nüfusunuzu, Şimdi, siz kendi genç nüfusunuzu, genç enerjinizi, genç kaynağınızı böyle mi planlayacaksınız? Siz böyle mi, işte, uyumlu bir toplumsal barışı, toplumsal iç barışı gerçekleştireceksiniz? Siz genç enerjinizi böyle mi değerlendireceksiniz? Şu an genç enerjimiz, işte, 400 bin öğretmen atama bekliyor ve hepimiz kara kara düşünüyoruz; her gün bize fakslar geliyor, eleştiriler geliyor, mailler geliyor, biz bunlara cevap veremiyoruz. Gittiğimiz illerde bunlarla karşılaştığımızda... Evlenecek, evlenemiyor yani 25-30 yaşına gelmiş, dört yıllık fakülte bitirmiş; cevap olamıyoruz.

İSMET UÇMA (İstanbul) - Bu senaryo felaket tellallığı oldu Hocam. İstatistiklere bakın.

CEYHUN İRGİL (Bursa) - Hocam, evlenmiş gene iyi.

İSMET UÇMA (İstanbul) - İstatistiklere bakın. Bu felaket tellallığıdır.

BAŞKAN - Lütfen...

LEZGİN BOTAN (Van) - Değil, değil. Lütfen...

BAŞKAN - Lütfen arkadaşlar, bakın, vakit de daraldı.

İSMET UÇMA (İstanbul) - Altmış yılda atanamayan öğretmen, on dört yılda atandı.

LEZGİN BOTAN (Van) - Bakın, ben sizi dinledim İsmet Hocam.

BAŞKAN - Lütfen, bakın, vakit daraldı, ara vereceğiz. Sayın konuşmacı bitirsin ara vereceğiz.

İSMET UÇMA (İstanbul) - Yapmayın, böyle şey olmaz.

LEZGİN BOTAN (Van) - Sayın Hocam, bakın, olur, olur. Şimdi, güneş balçıkla sıvanmaz. Gerçekleri görmezden gelmeyeceğiz, samimi olacağız, gerçekçi olacağız. İstatistik önümüzde, 400 bin öğretmen atanmamış bakın ve diğer branşları koyduğumuz zaman şu an Türkiye'de...

İSMET UÇMA (İstanbul) - Felaket tellallığı yapmayın, istatistiklere bakın.

LEZGİN BOTAN (Van) - İsmet Hocam, lütfen...

BAŞKAN - Sayın Botan, ara vereceğiz, toparlamanızı da arzu ediyoruz.

LEZGİN BOTAN (Van) - Siz bizi değersiz mi buluyorsunuz? Bakın, ben sizi sabırla dinledim, sabahtan beri ben herkesi dinledim ama bakıyorum, lütfen... Yani, sizlere yakışmıyor Sayın Hocam.

CEYHUN İRGİL (Bursa) - 47 tane atanamayan öğretmen intihar etti.

BAŞKAN - Ceyhun Bey, lütfen...

LEZGİN BOTAN (Van) - Neyse, ben sözlerimi bitiriyorum.

BAŞKAN - Bitirin de ara verelim, evet.

LEZGİN BOTAN (Van) - Herkes çok konuştu, ben en sona kaldım.

BAŞKAN - Genel Kurul var çünkü 14.00'te.

LEZGİN BOTAN (Van) - Fakat Türkiye'nin toplumsal barışı, kültürel çoğulculuğu, kültürel dokusuyla uyumlu olan bir şeyi daha söylemek istiyorum: Sayın Cumhurbaşkanı Başbakanlığı döneminde Van'ı ziyaret ettiğinde Mem û Zîn'i eline alarak meydanda gösteriyordu veya Kürtçe Kur'an-ı Kerim elinde, gösteriyordu. Ben sadece Sayın Millî Eğitim Bakanımıza mademki Türkiye kendi iç barışını, kendi normalleşmesini sağlayacak... Kürtler olarak bizler de herkes kadar ama herkes kadar bu toprakların çocuklarıyız, herkes kadar emeğimiz, alın terimiz var. Toplumsal barışımız için vergi verdiğimiz bu kurumun, Kürtçe ana dilde eğitim konusunda en azından bir ilk adım olsun veya iyi niyet olsun, Sayın Cumhurbaşkanının elinde taşıdığı Mem û Zîn'i...

Bakın, ben bir edebiyat öğretmeniyim. Yıllarca Shakespeare'i anlattım çocuklara, Kürt ve Türk çocuklar aynı sıradayken ben onlara Moliere'i anlattım, Shakespeare'i anlattım, ben onlara Fin Destanı'nı anlattım ama aynı sırada yan yana oturan ve birbirine yabancı olan bu toprakların çocuklarına, Kürt ve Türk çocuklarına Mem û Zîn'in de aslında bir edebiyat eseri olduğunu veya işte Ahmed-i Hani'ni de bu toprakların Shakespeare'i olduğunu -bilmiyorum, hani biz daha fazlası olarak da görüyoruz ama- neticede onun da bu toprakların önemli bir realitesi olduğunu... Sayın Bakanım, Talim Terbiye Kurulunda, Kürtlerin de vergi verdiği bu Talim Terbiye Kurulunda -ana sütümüz kadar bütün 80 milyona helal olsun ama- Shakespeare'in hemen yanında hiç değilse şöyle bir pasaj Ahmed-i Hani'yi de koyabilir miyiz veya Mem û Zîn'i de kısmen anlatabilir miyiz? En azından bunları da yapalım.

MEHMET AKİF YILMAZ (Kocaeli) - Bastık kitabı.

LEZGİN BOTAN (Van) - Basmak yetmiyor, ben başka bir şeyden bahsediyorum. Fin Destanı'nı anlattığınız yerde Kawa Destanı'nı da şöyle bir paragraf...

Peki, teşekkür ediyorum. aslında anlatılacak çok şey var ama ben böyle...