| Konu: | CEZA MUHAKEMESİ KANUNU İLE CEZA VE GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA KANUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 56 |
| Tarih: | 23.01.2013 |
MHP GRUBU ADINA OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı hakkında ve özellikle söz konusu tasarının 1'inci maddesi hakkında söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Tarihsel süreçte İngilizlerin başını çektiği dünyaya yeni bir düzen verme amacı, günümüzde Avrupa Birliğinin de desteğiyle ABD tarafından yürütülmektedir. Hedefinde ulus devletleri çökertmek, Büyük Ortadoğu Projesi ve Kuzey Afrika projeleriyle, özellikle bu ülkelere atadığı eş başkanlar ve onların parti örgütleri, kendisine bağlı medya organları ve ipi kendi elinde olan terör örgütlerinin işlediği cinayetler aracılığıyla ulus devletler çökertilmeye çalışılmaktadır ve bu çalışma Türkiye'de büyük bir ivme kazanmış ve sonuca yaklaşmış görünmektedir.
Türkiye'de BOP'un Eş Başkanı olduğunu söyleyen Sayın Başbakan, bu bağlamda "PKK ile ben görüşmüyorum, devlet görüşüyor." demesine rağmen, herkes onun masaya yeni oturmadığını bilmektedir. Bu meselenin gizli saklı yanı da kalmamıştır. Nitekim, ABD'nin Ankara Büyükelçisi, bu işin içinde olduklarını, her tarafta ciddi görüşmeler yaptıklarını itiraf etmiştir. Sevr zihniyetinin hüküm sürdüğü mahfillerde pişen siyaset servise hazırlanmış, geriye bunun halka incitmeden kabul ettirilmesi kalmıştır.
Bu bağlamda, yavaş yavaş ana dilde savunma hakkının tanınması, devlet dairelerinde tercümanın bulundurulması, yer isimlerinin eskiye dönüştürülmesi, mahallî idarelerin özerk, daha sonra da federasyona ve hatta bağımsızlığa geçişte hizmet edecek biçimde düzenlenmesi, Kuzey Irak ve Suriye'nin kuzeyinde oluşturulacak bir Kürt federasyonu ile Türkiye'nin 16 ilinin birleştirilmesi, "Türk" ve "Türk milleti" sözünün bütün resmî mevzuattan çıkarılması, buna karşılık etkili bir Kürt romantizminin yaratılması, terörist canilerin, AKP yöneticileri ve medya organları tarafından sevimli, acınacak ve davalarında haklı kişiler olarak gösterilmesi bölücü emellerin tamamına hizmet etmekte ve mevzi kazandırmaktadır. İşte, bunların devamı olarak bundan sonra da hangilerinin geleceğini bilmiyoruz ama bu kanun da teklif edilen tasarı da bunlardan birisi.
Malumunuz olduğu üzere, yürürlükte bulunan Ceza Muhakemesi Kanunu'nun "Tercüman bulundurulacak hâller" başlıklı 202'nci maddesine göre "Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa; mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir." denmektedir. Yani mevcut yasal düzenlemede, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmeyen sanığa ya da mağdura tercüman imkânı açıkça tanınmaktadır.
Peki, tasarıyla getirilmek istenen ilave düzenleme nedir? Tasarıya göre "Ayrıca sanık, iddianamenin okunması, esas hakkındaki mütalâanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir."
Kaldı ki tasarının ilk hâlinde yer alan "Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık," ibaresiyle "Sanık savunma yapacağı oturumda tercümanını hazır bulundurmak zorundadır." ibaresi, Milliyetçi Hareket Partisinin ve diğer Komisyon üyelerinin haklı ve güçlü ikazları sonucunda tasarıdan çıkarılmıştır. Şayet bu ibareler de muhafaza edilseydi Türkçe bilen sanığa dahi tercüman imkânı getirileceği gibi, tercümanlar sanık tarafından değil, o sanıkları kontrol eden terör örgütleri tarafından atanacaktı.
Değerli milletvekilleri, bu tasarıya benzer geçmişte bir başka tasarı daha var. O da şudur: "Türkçeden başka bir dil konuşan Osmanlı uyruklarına mahkemelerde ister sözlü ister yazılı olsun kendi dillerini kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır." Peki, bu düzenleme hangi belgede yer almaktadır?
DİLEK AKAGÜN YILMAZ (Uşak) - Sevr'de.
OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Ne hazindir ki bu düzenleme, tek amacı Türk varlığını yok etmek ve tarihten silmek olan Sevr Antlaşması'nın "Kürdistan" başlıklı 3'üncü kesiminde bulunan 145'inci maddesinde yer almaktadır. Buna çok da şaşırmıyoruz ve bu düzenlemeyi çok da yadırgamıyoruz tarafları açısından. Zira, bu düzenleme yapılırken masanın karşı tarafında Türk milletine yeryüzünde hayatiyetini devam ettireceği bir karış toprağı dahi çok gören, kurduğu devleti başına yıkmak için ahdetmiş, böylelikle Türk milletinin üstüne çullanmış İngiliz'i, Fransız'ı, İtalyan'ı başta olmak üzere yedi düvel vardı. Başka bir ifadeyle, Sevr masasının karşı tarafında, vatan şairi Mehmet Âkif'in dediği gibi "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela" türünden yedi bela vardı. Bunları anlıyoruz, bunları yadırgamıyoruz.
Peki, şu anda görüşmekte olduğumuz bu yasa tasarısına ilham kaynağı olan Oslo'daki masanın etrafında kimler vardı? Oslo'daki masanın bir tarafında bebek katili teröristbaşının emriyle hareket eden hainler vardı. Ya, öbür tarafında? Öbür tarafında da bu pazarlık masasını işaret edenleri yalancılıkla suçlayarak şerefsizlikle itham edenler mi vardı?
Bizi kahreden şu ki, şimdi görüşmekte olduğumuz yasa tasarısı, Sevr'deki amaçlarına ulaşamadığından gözleri açık gidenlerin ruhlarındaki ızdırabı dindirmekten başka hiçbir amaca hizmet etmeyecektir.
Konunun hukuki değerlendirmesine gelirsek: Yürürlükte olan CMK'nın 202'nci maddesindeki mevcut yasal düzenlemede, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmeyen sanığa ya da mağdura tercüman imkânı açıkça tanınmış olduğu hâlde, tasarıyla ilave edilmek istenen fıkrayla, sanığa, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde sözlü savunma yapma imkânının getirilmesi amacı hâlâ devam etmektedir. İşte bu durum, Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin hak ve menfaatlerini her zaman ve zeminde savunmayı ilke edinmiş olan partimiz ve diğer, milletvekillerinin kabul edilemez gördükleri bir husustur.
Öncelikle belirtmek isterim ki savunma hakkı en temel haklardan biridir ve belki de birincisidir. MHP olarak biz de savunma hakkının en temel ve en kutsal bir insan hakkı olduğunu samimiyetle benimsiyoruz. Ancak, yine belirtmek isterim ki yargılama yetkisi de devletin en temel yetkisidir. Bu hususun da herkes tarafından tartışmasız olarak bilinmesi gerekmektedir. Hâl böyleyken, sanığa, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde sözlü savunma yapma imkânı tanımak, devletin yargı yetkisini sulandırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Daha açık bir ifadeyle, sanığın, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde sözlü savunma yapmak istemesi, savunma hakkının daha iyi kullanılması değil, savunma hakkının suistimal edilmesi sonucunu doğuracaktır.
Burada sırası gelmişken vurgulamak isterim ki tasarıyla ilave edilmek istenen dördüncü fıkranın son cümlesinde yer alan "Bu imkân, yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz." hükmü, esasen pratik hiçbir anlam ve önem arz etmemektedir. Zira, sanığın başka bir dilde savunma yapmak istemesi bizatihi hakkın kötüye kullanımı demektir. Kaldı ki tasarıda "kötüye kullanılamaz" hükmünün herhangi bir müeyyideye bağlanmaması da ayrı bir eksiklik ve garabettir.
Karşılaştırmalı hukuka gelince: Evrensel insan haklarının temel kaynakları arasında bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi birbirinin bire bir aynısı olan bir hükümle, sanıklara mahkemede konuşulan dili anlamıyor veya konuşamıyorsa bir çevirmenin yardımından ücretsiz olarak yararlanma hakkını tanımaktadır. Bu hak, mahkeme dilini konuşamayan sanıklara, mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla, kendilerini mahkemede kullanılan dilin dışında bir dilde ifade etme imkânını sağlayarak savunma hakkının eşit şartlar altında yerine getirilmesini sağlamaktadır.
Çoğu Avrupa ülkesi hukukunda da benzer hususlar vardır. Bunlardan birisi, mesela, Alman hukukuna göre, mahkemelerde kullanılan resmî dil Almancadır. Bu nedenle, her belgenin Almancaya çevrilmesi gerekir. Taraflardan biri, özellikle sanık Almanca bilmiyorsa bütün yargı işlemlerini çevirecek bir tercüman isteme hakkına sahiptir yani Almanca bilen sanık tercüman isteme hakkına sahip değildir. Avusturya, Bulgaristan, Finlandiya, Fransa, İrlanda, İtalya, İngiltere ve Portekiz gibi ülkelerdeki düzenlemeler de Alman hukukuna benzer ya da paraleldir.
Görüldüğü üzere, uluslararası sözleşmelerde "ana dilde savunma hakkı" adında bir hak olmadığı gibi, Avrupa Birliği üyesi ülke uygulamalarında da böyle bir hakkın verilmesi söz konusu değildir. Daha açık bir ifadeyle, karşılaştırmalı hukukta da devletin dilini bilen, anlayan, konuşan sanığın başka bir dilde savunma hakkı ya da imkânı yoktur.
Konuya ilişkin olarak, ülkemiz ve milletimiz için en önemli milletlerarası hukuk metni olan Lozan Antlaşması'nın 39'uncu maddesi de konu kapsamında değerlendirilmelidir. Lozan Antlaşması'nın 39'uncu maddesinin 5'inci fıkrasında, Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacağı belirtilmektedir ancak Lozan Antlaşması'nın söz konusu maddesinde belirtilen kişilerin Lozan Antlaşması'nda tanımlanan ekalliyet, azınlık statüsünde bulunan kişiler olduğuna da şüphe yoktur.
Bugün bazı kimseler tarafından ifade edildiği gibi Lozan Antlaşması'nın 39'uncu maddesiyle bölgesel, yöresel dillere özel ve kamusal alanda kullanım hakkı verilmemiştir. "Bütün Türk vatandaşlarının gerek özel gerek ticari ilişkilerinde, din, basın ve her çeşit yayın konusunda ve açık toplantılarda dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır." denilmekte, "Resmî dil mevcut olmakla birlikte Türkçeden başka dille konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar sağlanacaktır." hükmünde geçen haklar gayrimüslim azınlıklar içindir çünkü söz konusu madde azınlıklara ilişkin bölümdedir ve sadece gayrimüslimler bundan istifade ederler.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun temeli olan ve uluslararası camia tarafından imzalanarak benimsenen Lozan Antlaşması'nda "azınlık" kavramı yalnızca Müslüman olmayan unsurlar için yani gayrimüslimler için kullanılmış ama bunun dışında herhangi bir etnik ya da kültürel bir grup, kesim ya da kökenden gelenler için kullanılmamıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti için yalnızca Müslüman olmayanlar azınlık statüsüne sahiptirler, diğer etnik kökenleri farklı olan insanlar ya da gruplar böyle bir azınlık hakkına ve statüsüne sahip değillerdir. Lozan Antlaşması'ndan gelen Türkiye Cumhuriyeti modeli böyle bir etnik alt kimlikli yapıya elverişli değildir, bu nedenle de Lozan Antlaşması'nın 39'uncu maddesindeki ifadeleri çarpıtarak bölücü zihniyetlere zemin hazırlamaya çalışmak bilinçli ise ihanet, değilse de ağır gaflettir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; son dönemde Sayın Başbakanın söylemleri ile AKP icraatları arasında bağlantı kurmak oldukça zorlaşmış durumdadır. Öyle ki bir yandan terörle kucaklaşan vekillerin dokunulmazlığı kaldırılmaya çalışılırken, diğer yandan görüşmekte olduğumuz tasarıyla PKK'lı teröristlerin taleplerine cevap verilmeye çalışılmaktadır. Acaba teröristbaşının kardeşinin basına yansıyan ifadelerinde de belirttiği gibi, teröristbaşıyla yeni anlaşmalar yapıldı da bunun gerekleri mi yerine getirilmeye çalışılıyor veya AKP yönetimi muhatap değiştirerek bir taşla birkaç kuş vurmaya mı çalışıyor yani yaklaşan seçimler nedeniyle siyasileri değil, teröristleri muhatap alan bir görüntü sergileyerek hem siyasetçileri halk nezdinde yıpratmak hem de teröristleri muhatap alan görüntü ile bölgedeki oy oranını artırmaya mı çabalıyor? Ancak unutulmamalıdır ki bu nevi çabalar, en iyimser ifadeyle, terör ve teröristi legalleştirmeden başka bir sonuç doğurmaz. Unutmayınız ki sizler bu davranışınızla bir yandan ülkedeki bin yıllık kardeşlik hukukunu yok ediyorsunuz, diğer yandan da Türk devletinin binlerce yıllık kazanımlarını hiçe sayarak devletin egemenlik hakkını ortadan kaldırıyorsunuz. Lütfen siyasi düşünmeden biraz aklıselim olmaya çalışınız. Türkiye Cumhuriyeti devleti, öyle masa başında, kolay kurulmadı. Bu devleti kuranların ödediği bedeli ödemeden bölmeye de kimsenin gücünün yetmeyeceğinin bilinmesi gerekir.
Bu bilgiler ışığında, savunmanın hangi dilde yapılacağına dair ilke, kural şudur: Resmî dil bilenler, herhangi bir tercümana gerek olmadan o dilde savunma yapmak durumundadır; resmî dili bilmeyenler ise, ücretini devlet hazinesinin karşıladığı tercüman hizmetinden faydalanabilir. Kuralın bu olduğu dikkate alındığında, Türkiye'deki yasal düzenleme ve uygulamanın bu kurala uygun olduğu ve gündemdeki tasarının hukuken anlamsız ve gereksiz olduğu ortaya çıkmaktadır.
Öyle ise, hiçbir makul hukuk sisteminde kabul edilmeyen bir düzenlemenin, Türk hukuk sistemine âdeta dayatılmak istenmesinin bir nedeni olmalıdır. Bize göre bu neden, terörle ve terörizmle mücadele edemeyip müzakere etme acziyetine düşmüş olan Hükûmetin, ne yazık ki, köşeye sıkışmışlık ve çaresizlik hâlinin bir dışa vurumudur. Ülkemizde yürürlülükte bulunan CMK 202'nci maddesi, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerimizi karşılamaktayken, bu yükümlülükleri de aşar şekilde yapılmak istenen değişikliğin ne anlam ifade ettiğini değerlendirebilmek için öncelikle konuya ilişkin süreci hatırlatmakta fayda vardır. AKP'nin 30 Eylül 2012 tarihinde düzenlenen kongresinde ilan edilen "2023 Siyasi Vizyonu"nda, "Millî Birlik ve Kardeşlik Süreci" başlığı altında "Ana dilde savunma konusunu yasal bir düzenlemeyle sorun olmaktan çıkaracağız." şeklinde ifade edilen bir taahhüdün yer aldığı ve bu belgenin ilan edildiği tarihte açlık grevlerinin on sekizinci gününde olduğu hatırlanırsa kanun değişikliği girişiminin siyasi bir saikle hazırlanmış olduğu biraz daha netlik kazanmaktadır. Devletin dilini anlayan ve konuşan sanığın başka bir dilde savunma hakkının olmaması gerekirken benzeri olmayan bu uygulamanın hayata geçirilmeye çalışılması etnik temelde siyaset yapmanın bir tezahürüdür.
5/11/2012 tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısının ardından Başbakan Yardımcısı ve Hükûmet Sözcüsü Sayın Bülent Arınç yaptığı basın açıklamasında, tasarının, bugünkü -yani o günün tarihiyle 5 Kasım- Bakanlar Kurulu toplantısında görüşüldüğünü, Başbakanın Adalet Bakanına tasarıyı geliştirmesi talimatı verdiğini söyleyerek gerçekleri çarpıtmıştır. Bunu müteakip, aynı günün akşam saatlerinde, Hükûmetin açlık grevini ilk kez masaya yatırdığı, Başbakanın ilk kez adım atarak ana dilde savunmaya ilişkin düzenleme yapılması için Adalet Bakanına talimat verdiği doğrultusunda haberler medyada yer almıştır. Oysa Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulan tasarının Başkanlığa arz yazısı Hükûmetin çok daha öncesinde bu konuda çalışmalara başlamış olduğunu ve bu haberlerden iki hafta öncesinde, 22/10/2012 tarihinde tasarının TBMM'ye sevk edilmesi kararını aldığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Hükûmetin bu konuya ilişkin çalışmalarda bulunduğunun iki hafta boyunca kamuoyundan gizlendiğini söylemek de mümkündür.
Burada önemle altını çizmek gerekir ki süreç bu yönde işlerken cezaevlerinde tutuklu ve/veya hükümlü olarak bulunan terör örgütü, PKK ve KCK mensuplarının ana dilde savunma talebiyle açlık grevine başlaması ve BDP'li milletvekillerinin de bu eyleme bilfiil destek vermesi manidardır. Daha açık bir ifadeyle, AKP'nin kongresinde verilen mesaj, PKK, KCK, BDP tarafından alınmış ve böylece, yasal değişiklik için uygun ortam hazırlanmıştır. Hükûmetin devlet otoritesini kullanarak sona erdirmesi gereken açlık grevi eylemini söz konusu kanun tasarısıyla terör örgütünün taleplerini karşılamak suretiyle bitirebilmiş olması Hükûmetin içine düştüğü aczi göstermesi bakımından ayrıca önem arz etmektedir. Terör örgütü mensuplarının "ana dilde savunma" gibi, ana dili Türkçe olmayan herkesi içine alacak bir kapsamda değil de sadece Kürtçe savunma özelinde bir talepte bulunmaları eylemlerdeki talebin bir hak talebi olmayıp etnik imtiyazlı talep olduğunu ortaya koymaya yetmektedir.
Sonuç olarak, değerli milletvekilleri, AKP'nin yanlışları bir bir acı meyvesini vermiş ve umutların üzerini örtmüştür. Maalesef, AKP bölücülerin oyuncağı hâline gelmiş, dayatılan ihanet taleplerini karşılamak için her bahaneye sığınmaya başlamışlardır. Cinayet örgütü PKK, AKP'den ne istediyse almış, neyi umduysa elde etmiştir, vurdukça kazanmış, kazandıkça vurmaya devam etmiştir. PKK, sözde Kürt sorununun kabul edilmesini ve bu çerçevede adımlar atılmasını beklemiş, amacına ulaşmıştır.
Sözün kısası, şu anda tartışmakta olduğumuz yasa tasarısı ne hazindir ki Oslo'da verilen -bize göre yoklukla malul- sözlerden birini daha tutma gayretkeşçiliğinden başka bir şey değildir, MHP ise oynanan tüm oyunların farkındadır ve bu oyunların son perdesine asla izin vermeyeceğiz. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.