GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Tercihli Ticaret Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunmasına ve Anlaşmanın Eklerine İlişkin Değişikliklerin Cumhurbaşkanınca Doğrudan Onaylanmasına Dair Yetki Verilmesine İlişkin Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:4
Birleşim:36
Tarih:22.12.2020

İYİ PARTİ GRUBU ADINA YAVUZ AĞIRALİOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım; grubum adına Azerbaycan'la yapılan ticari anlaşmalarla ilgili söz aldım. Kısaltma talepleri var, elden geldiği kadar konuşmayı kısaltmaya gayret edeceğim ama başaramazsam lütfen beni bağışlayın.

Azerbaycan'la yaşamış olduğumuz bu süreç içerisinde işin finalinde ticari anlaşmayı yapmak, geliştirmek, ticari potansiyelimizi artırmaya gayret etmek için bizim hep beraber katılacağımız, yüreğimizle destekleyeceğimiz bir çerçeve metin üzerinde konuşacağım ama bundan daha mühim bir şey, istatistiklerle ilgili çok canınızı sıkmayacağım ama genel bir takdim yapmam lazım. Biz dünyanın ürettiği gayrisafi yurt içi hasıla toplamının seksen yedide 1'ine 8 devlet olarak yetişemiyoruz yani 168 milyon nüfus ve 1 trilyon 114 milyar dolar gayrisafi yurt içi hasılayla dünya gayrisafi yurt içi hasılasının seksen yedide 1'ine tekabül ediyor büyüklüğümüz. Amerika Birleşik Devletleri 328 milyon nüfusla dünya gayrisafi yurt içi hasılasının dörtte 1'ini yapıyor.

Efendim, yirmi sekiz yıl önce Rusların Ermenilere vermiş olduğu destek, lojistik, askerî destek, mühimmat desteğiyle kendi toprakları Ermeniler tarafından işgal edilmiş, mahcubiyet... Adını analım; Azerbaycan sürecinde hep beraber Mecliste o coşkuya ortak olduk ama adı çok düşük tonlamalarla anıldı, rahmetle, onun Azatlık Meydanı'nda başlayıp hepimizin gönlüne düşürmüş olduğu özgürlük mücadelesine hürmetle Elçibey'i de analım. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Bu süreç içerisinde her şey yerli yerinde değil, şuradan anlayalım: Biz beraber gittik Azerbaycan'a. Azerbaycan'ın 91'deki hürriyet mücadelesinde kalbi Türkiye'ye bağlı, "Türklük" denince, "Türk milliyeti" denince, "özgürlük" denince bir serçe kadar ürperen kalbi, "Türk milletine ne yapabilirim?" duygusu olunca "Her şeyim Türk'e, Türklüğe, Türk devletine kurban olsun." diyen bir namuslu vatan evladının kalbi bunca berraklıkla Azerbaycan için atarken göremedi Ermenistan tarafından işgal edilmiş toprakların kurtulduğunu. O zaman 3 tane helikopter gönderemedik, mahcup olduk Elçibey'e, şimdi, Allah'a hamdolsun şartlar değişti, konjonktür de değişti. Bazen konjonktür çok avantajlı hâle getirir, siz çok maharetli olmazsınız, konjonktür de lehinize döner yahut ikisi birden olur; İstanbul'un fethi gibi, diğer fütuhatlarımız gibi. Yani en kudretli zamanımızdı filan ama Roma da en zayıf zamanında yakalanmıştı.

Azerbaycan 91'de hazır değildi, kuvvetli değildi, şimdi daha iyi. 91'de, 92'de başa gelen işgali göğüsleyememiş, göğüsleyebilme kabiliyetine sahip değildi; sonra çalışabildiler, çalışmak zorunda olduklarını hissedebildiler, üretim yapabilmeyi denediler, tasarruf yapabilmeyi denediler, askerî yatırım yapabilmeyi denediler; orduları yoktu, sonra ordularını eğitmeyi deneyebildiler. Nihayetinde konjonktür de müsaade etti, 92'de Ermenistan'ın arkasındaki azgınlığı Rusların desteğiyle toprak işgaline dönüştürmüş olan teşebbüs, yine, Ruslar aradan çekilince aynı şartları Azerbaycan lehine planlayınca bizim lehimize döndü; bunu unutmamamız lazım. Yani şöyle değil: Azerbaycan da kuvvetliydi, Türk devleti de kuvvet verdi lakin Ruslar, Ermenistan'ın arkasındaki desteği çekip olana bitene sessiz kalmayı denediler. Şimdi, bizim dert edeceğimiz şey budur. Yani şartlar içerisinde, Türk devletinin daha güçlü olunca, daha fazla üretince, daha fazla potansiyelini kullanabilince Türk milletinin menfaatleri lehine şartları dönüştürebilme kabiliyetini artırmanın yolu -Azerbaycan'da da biz gördük- üretmekten geçiyor.

Şimdi, bu çerçeveyi niçin arz ettim size? Şimdi, ticari potansiyelimiz var, bunu artıracağız. İtalya'yla ticari potansiyelimiz var -Azerbaycan'ın ticari potansiyelini kastediyorum- birinci sırada İtalyanlar; hem kardeşiz hem sınırdaşız, ona rağmen ikinci sıradayız, çok düşük bir ticari potansiyel. Efendim, Azerbaycan gibi doğal gaz ve petrol zengini ülkelerde -Orta Doğu'nun da en büyük hastalığıdır bu- belli kalemlerde varlık üzerinden insanlarına bakabilmek ve üretimi planlayamamak, üretimi ortaya çıkarabilecek millî eğitim perspektifinden, programından kendi insanının mizacını yoğuramamak şöyle bir şeye sebep olur: Tembellik mizaçları gevşetir bir hâl alır. Dolayısıyla biz şimdi Türk cumhuriyetlerinin toplamının bütün gayrisafi yurt içi hasılası yarısına tekabül eden büyük Türk devletiyiz. Yani bizim 761 milyar dolar gayrisafi yurt içi hasılamız var, kişi başına gelirimiz de Türk devletlerinin diğerlerinden daha fazla. Onların tamamının toplamı bizim gayrisafi yurt içi hasılamızın yarısı etmiyor. Bizim kişi başına düşen millî gelirimiz dünya ortalamasının yarısına tekabül etmiyor. Dolayısıyla şimdi, bu aradaki kapatacağımız mesafede biz, devlet tecrübesi itibarıyla, her türlü suistimalimize, yanlış politikalarımıza, kendi kaynaklarımızı israf etmiş olmamıza rağmen, mevcut Türk devletlerinin bundan sonraki kalkınma stratejilerine mihmandarlık edecek olan devletiz biz ama ona rağmen bizim hissemize de şöyle mahcubiyetler düşüyor, bu da bize ders olsun diye arz ediyorum Genel Kurulumuza. Efendim, biz şimdi Azerbaycan'a diyeceğiz ki: "Daha fazla çalışmadan Türk milletine huzur yoktur, çalışmak zorundasınız." Buna alamet olacak bir siyasi sicilimiz yok maalesef. Desek ki onlara: "Efendim, tarımı ayağa kaldırmak zorundasınız. Tarımı ayağa kaldırırken kaliteli bir tarım politikası programı uygulayacaksınız. Kendi su kaynaklarınız dâhil, topraklarınızın kıymetini bilecek bir tarım perspektifine ihtiyacınız var. Sanayileşecek bir tarımı organize edebilmek için çok iyi bir eğitim programına ihtiyacınız var. Efendim, iyi bir üretim planlaması yapabilmeniz için petrole ve doğal gaza bağlı olan avantajınızı üretimle buluşturmak zorundasınız. Efendim, siz şehirlerinizi ranta değil, alın terine; siz, memleketinizdeki kıymetli, kıymeti olan her türlü varlığınızı Azerbaycan'ın istikbaline hasretmek zorundasınız." Diyeceğimiz bu lafları niçin diyorum? Biz, bunları deme hakkı olan ama kendimiz adına bunları yapamamış olmanın mahcubiyeti hissesine düşen tarafı temsil ediyoruz. Desek ki onlara: "Millî eğitime dikkat edin, aman ha." Biz, millî eğitimi burada berbat etmiş durumdayız. Desek ki onlara: "Bak, tarıma çok özen göstermeniz lazım." Biz, tarımda kendi müstakilliğimizi, bağımsızlığımızı organize edecek durumda değiliz. Desek ki onlara: "Bakın, üretim çok önemlidir, sakın yurdunuzu ranta teslim etmeyin." Burada da nasihatimizi boşta bırakacak bir siyasi backgroundumuz var.

Şimdi, bunları şunun için arz ediyorum: Esas ihtiyacımız olan şey, alın terinin, çalışmanın, üretmenin, uykusuz gecelerin ülkelerin geleceğini inşa etmek için imkân oluşturduğuna inandırmaktır. Yani Orta Doğu'nun da bu kadar atalet içerisinde savrulmasının sebebi başlarındaki kötü yönetimler değildir aslında; üç beş saat çalışmayı kendileri için yeterli gören, hatta fazla çalışmayı ayıplayan bir teslimiyetin, bir tembelliğin; doğal gaz, petrol zengini olan ülkelerin, isyan etmesinler diye kendisine dağıtılmış paralarla gününü gün etmenin teslimiyetidir ülkeleri bu hâle getiren. "İki günü birbirine müsavi geçen aldandı." buyuran bir dinin müntesiplerinin elli yılı birbirine denk geçmektedir; elli yılı, yüz yılı. "Efendim, Rusların, Sovyetler rejiminin tasallutundan yeni kurtuldular ama biz oradaki programı şunlarla buluşturamadık." Türkiye için de böyle.

Şimdi, kaynaklarımızın etkin kullanımından bahsediyoruz, üretimden bahsediyoruz, millî eğitimden bahsediyoruz, eğitim olmadan ne sanayiyi ne de üretimi planlayamayacağımızdan bahsediyoruz. Efendim "drone"ların, İHA'ların, SİHA'ların ne kadar kıymetli olduğunu heyetle beraber gittiğimizde bize söylediler. Yani Azerbaycan'ın sahadaki vurma kapasitesini bizden almış oldukları İHA'lara, SİHA'lara borçlu olduklarını söylediler. Bir millet bütünlüğünden de bahsetti İlham Aliyev yani "Siyasetin kendi içinde adavetle yapılmasından bıktık. Muhalefete deyiverdik ki: Bu kadar kin, garaz, bu kadar adavet, ya bunlara bir nihayet verelim, beraber olalım; bir arada olmanın ne kadar mühim bir şey olduğunu gördük." dedi. Biz de bundan müftehir olduk, hep beraber dedik ki: "Memleket, millî davalarda beraber olmak zorundadır." O millî perspektifi destekleyecek, hamaset girdabından bizi kurtaracak ciddi bir programa ihtiyacımız var.

Şimdi, her şeyi bulabiliyoruz. Sevgili arkadaşlar, her şeyi bulabiliyoruz. Devletimiz yıkılınca devlet kurabiliyoruz. Vatan işgal edilince vatanın işgalden kurtulması için can verebiliyoruz. Fakir olduğumuz zaman çalışıp zengin de olabiliyoruz. Her şeye bir çözüm bulabiliyoruz ama insanı kaybettiğimiz zaman -yani kalitesiyle, kumaşıyla, şahsiyetiyle, izzetiyle vakarıyla- hiçbir şeyi bulamıyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın nasihatidir, sözlerindendir bu: "İnsanı kaybetmemek lazımdır." Şimdi, bizim dünyaya cevabımızdır aslında insan. Biz, insanca yaşama idealini bayraklaştırmış, müesseseleştirmiş, bunu adaletle buluşturmuş, bunu üretimle buluşturup adaletle paylaştırma imkânını yakaladığımız her yerde insanlığa huzur vermiş bir milletin müntesipleriyiz. Uzunca zamandır huzursuzuz. Uzunca zamandır büyük enerjilerimizi, büyük coğrafyamızın bize sunmuş olduğu avantajları çalışmayla, gayretle buluşturamıyoruz.

Ben çok yoğun gündemlerin içerisinde birazcık da kastettiğim, murat ettiğim şeyi, kendi özelimde yaşadığım bir hikmete bağlayarak arz etmeye çalışacağım dikkatinize. Benim bir halam var, yurtlarda okudu, yatılı okudu. Yatılı okuyan kız çocukları ailenin yanında büyüyen kız çocuklarından daha müstakil, daha özgür kararlar verebiliyorlar. Halam, Polonya asıllı bir Alman'la evlendi; Müslüman oldu, evlendi; uzun hikâye. İsviçre'de evlendiler, düğünlerine de gidemedik. Her klasik Türk ailesi gibi bizim ailenin kalbine şöyle bir korku; annemin, büyükannemin, ailenin büyüklerinin hepsinin gönlüne şöyle bir tereddüt düştü: "Ha, bu bizim deli kızımız acaba nasıl biriyle evlendi? O evlendiği adam hakikaten Müslüman mı, Müslüman olabildi mi?" falan, böyle tereddütleri var. Düğüne de bizden 1 kişi gidebildi, Trabzon'dan. Herkesin merak ettiği şey, hani "Damadın eli yüzü düzgün, işi düzgün mü?" değil, herkesin merak ettiği şey şu: Damat gerçekten, hani, böyle, Müslüman, mütedeyyin oldu mu yani gerçekten? Bizim rahatlamamız için böyle bir şey duymamız lazım. Trabzonlular da biliyorsunuz ki bazen en son söyleyecekleri lafı en başta söylerler, onu da berbat söylerler bazen. Bizim Dursun ağabey bizi rahatlatmak için, damadın ne kadar Müslüman olduğunu ifade etmek için şöyle dedi: "Oo, damat Müslüman, damat şeyhülislam gibi adam; bizim kızımız gâvur." Şimdi, biz de teskin olduk, dedik ki: "Elhamdülillah, damat en azından bizim huzursuz olmamızı gerektirmeyecek şekilde, bu memleketin mayasından birine ne kadar emin olabilirsek ona da o kadar emin olabileceğimiz bir adam."

Gel zaman git zaman, bu, bizim hükûmetimiz, biliyorsunuz ki yurt dışında yaşayan Türklere imkân olsun diye "permi hakkı" diye bir şey veriyor. Yurt dışından bir arabayı belli şartlarda yurt dışından çıkarıp onun üzerinden ya buradaki ihtiyaçlarını görmek yahut onu satarak burada bir konfor elde etmek imkânı veriyorlar, kıymetli bir şeydir ama orada bir şeyi yakaladık, onu arz edeceğim, Azerbaycan'la nasıl birleştireceğim, onu takdirlerinize sunacağım. Şimdi, gel zaman git zaman, klasik bir Türk olarak benim halam demeye başlıyor ki bu Osman Lothar Kondovski'ye: "Bir araba çıkarsak nasıl olur acaba?" Klasik bir Türk refleksi. Bunu da bir Alman'a anlatmak zordur, biliyorsunuz. Bu da diyormuş ki: "Ya, bize ne lazım araba? Biz havaalanında indiğimiz zaman Yavuz bizi ya alıyor ya aldırıyor, eve gittiğimiz zaman ağabeyinin arabası var, her ihtiyacımızı görüyorlar, tatile gitsek bize mutlaka bir araba tahsis ediliyor; bize araba lazım değil." Bizimki ısrar ediyor, o reddediyor; birkaç sene bu devam ediyor. "Ya, araba alalım." En son, bu kadar ısrarın altında başka bir şey olduğunu anlayarak diyor ki eniştemiz: "Niçin ısrar ediyorsun Türkan, bize niçin araba aldırmaya çalışıyorsun?" Bizimki de klasik bir Türk olarak diyor ki: "Ya, burada 50 bin dolara aldığın arabayı orada 100 bin dolara satıyorsun." Buraya kadar her şey normal. Yani ayıp da bir şey değil bu ama bu, bizim "şeyhülislam olacak adam" diyelim, kendisine referans olunan Alman asıllı Müslüman Osman Lothar Kondovski'nin kulaklara küpe nasihati geliyor, diyor ki halama: "Türkan, bedeli ödenmeden, çalışılmadan, kazanılmış para, insanın karakterinde gevşeklik yapar." Bedeli ödenmeden havadan gelmiş para, insanın karakterinde, mizacında gevşeklik yapar. Bizim böyle bir paraya ihtiyacımız yoktur. Yani aslında, Türk'ün hayat parolasıdır; alın teri dökmek, alın teri döktüğünün hakkını talep etmek, uğruna mücadele ettiklerinin, bedelini ödediklerinin rahatını, konforunu sürmek. Dolayısıyla, bu, bizim aslında, Türk yurdunun parolasıdır. Bugün Azerbaycan'a denecekse bu denecektir: "Size çalışıp üretmek için alın terinizden daha aziz hiçbir imkân yoktur." Bunu diyecek olanların da bunu demeye hakkı olacak. Türk yurdunda, Türk devletinin şu anda alın terini aziz bilen bir siyasi sicili, bir ekonomik sicili de yoktur maalesef. Türkiye'de belki mizaçlarımıza bulaşmış olan bu gevşemenin, bu hemen para kazanma hevesinin bütün meslek kollarını paraya göre kodlayacak olmanın bizdeki karşılığını analiz etmeye çalışıyorum.

Efendim, öğretmenlik mesleği seçiyorsunuz yahut da öğretmenlik mesleğini mecburiyetten seçiyorsunuz, memleketin en itibarlı meslek grubu olması gerekiyor burada normalde. Öğretmenlik, başka hiçbir yeri kazanamayanların "Bari bir öğretmenlik gelsin." diye razı olduğu tercih hâline gelmiş. Doktorluk, insanlara faydalı olmak kastıyla tercih edilen bir meslek olmaktan çok, doğru yetiştirilemediğimiz için parası, konforu daha fazla diye seçilen meslek olmuş. Avukatlık, müstakil para kazanma imkânı, hukuk düşkünlüğünden çok, böyle olabilmiş. Yani istidatlarını, enerjilerini çocukken keşfedemediğimiz çocukların bir de ders geçme sistemlerinde yaptığımız bozulmalarla sebep olduğumuz şeyini arz etmeye çalışıyorum. 6 zayıf, 7 zayıfla ortalama diye bir şey çıkarmışız, çocuklarımız geçiyorlar sınıftan biliyor musunuz? Biliyorsunuz mutlak. 7 zayıfı var, geçiyor. 7 zayıfla sınıfını geçmiş bir çocuğa yarın hak etmediği bir mevki almamasını öğretemezsiniz. Hak etmediği bir parayı almayı kendisi için utanç sebebi saymasını öğretmezsiniz mesela.

Şimdi, biz diyeceğiz ki aslında, Azerbaycan'a, Özbekistan'a, Türkmenistan'a, Kırgızistan'a herkese diyeceğiz ki: Olmaz, hak etmediğiniz hiçbir şeyi almamanız lazım, çalışmanız lazım. Nasıl diyeceğiz? Öğretmenler böyle geçirmek zorundalar, müdürler o okulun ortalaması düşmesin diye geçirmek zorundalar. Velilerden de şöyle bir şey duymuyoruz mesela: "Evladım, senin 6 tane zayıfın var. Sen niçin geçmeni talep ediyorsun? Ben utanmadan nasıl gidip senin okulunun müdürlerine, öğretmenlerine 'Benim çocuğumun 6 tane zayıfı var, benim çocuğumu geçirin.' nasıl diyeceğim?" diyemiyoruz. Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Bozduğumuz bu yapı ekonomiyi bozuyor, uluslararası ilişkilerimizi bozuyor, bürokrasideki kalitemizi bozuyor, yönetim kalitemizi bozuyor, her şeyimizi bozuyor. İnsanı kurtarmak zorundayız.

Dolayısıyla, efendim, bu ticari anlaşmanın arkasındaki hissiyatımızı doğru organize etmek zorundayız. Çok kıymetli bir şeydir bu. "Efendim, ticari potansiyelimiz artsın." Para kazanacağız, kazandığımız parayla ne yapacağızın cevabını da veren ticari anlaşmalar yapacağız. Gözümüz nerede olsun? "Efendim, yurt dışında ticaret yapıyoruz." Sadece ticaret yapmayacağız, ticaret yapanlarımızın ahlakına da bakacak devlet. Çünkü yurt dışında, Türki Cumhuriyetler ilk açıldığında -yurt dışından vekillerimiz de var, Zafer Bey de var burada- efendim, yurt dışına ticaret yapmaya gidenlerin ticaretindeki kalitesizlik, kuralsızlık Türk devletinin itibarsızlığı olarak döndü bize. Efendim, Türki Cumhuriyetlere, Türk Cumhuriyetlerine gitmişler de insanları mağdur etmiş tüccarlarımız yüzünden Türk devletinin itibarına halel geldi. Efendim, TİKA da bakacak, Dışişleri de bakacak, kalkınma ajansları da bakacak, Yurtdışı Türkler Başkanlığı da bakacak; sicillerine bakacaklar, bir yere Türk ticareti için bir inisiyatif konulmuşsa herkesin bileceği şey şudur: "Bunlar işlerini düzgün yapan adamlardır. Düzgün yaparlar bunlar. Bunlar Türk müdürler? Bunlar Türk ise bunlarda asla hile yoktur." dedirtecek kadar seçebilmek lazımdır. Sadece ticaret yapmak, anlaşma imzalamak, anlaşma üzerinden rakam konuşmak değil; gönderdiğiniz, ticaret yapsın diye anlaştığınız sektörlerde oraya gönderdiğiniz her adamı aynı zamanda kültür elçisi yapmak, aynı zamanda Türk milletinin temsilcisi yapmak, aynı zamanda savunduğunuz değerlerin mihmandarı yapmak zorundasınız. Anlaşma yapmak kolaydır; yapıyorsunuz anlaşma, suistimal edilmemesini de temin etmek zorundasınız. Anlaşma yapacaksınız, bu anlaşmaların sağladığı imkânları nasıl kullanacağını da öğretmek zorundasınız. Türk devleti olarak bir perspektif sunacağız, ayağa kalkacağız, biz ayağa kalkacağız. Ayağa kalkmamızın yolu, yurt dışından borçlanıp aldığımız paraları hudutsuz, limitsiz ve verimsiz kullanmak değildir. Biz insanlara para nasıl harcanırı da göstereceğiz. Para nasıl kazanılır? Para nasıl toplanır? Ticaret nasıl yapılır? Ticaret hangi ahlakla yapılır? Ticaretten kazandığımız paralar hangi fikrî çerçevenin içerisine oturtulabilir, bunları da göstermek zorundayız. Yaptık anlaşmayı, bitti. Güzel mesafe katediyoruz ama yavaş kalıyoruz; Almanlar 5 büyüyorlarsa 10 büyümek zorundayız, İngilizler 6 büyüyorlarsa 12 büyümek zorundayız, onlar yürüyorlarsa koşmak zorundayız. Aynı şartlarda, aynı şekilde büyürsek kapatamayacağız bu mesafeleri, kapatamıyoruz zaten, mesafeleri kapatamıyoruz. Uzunca zamandır Türklerin hissesine ciddi iş yapmak düşmüyor arkadaşlar; borçlanmak düşüyor, harcamak düşüyor, israf düşüyor, şatafat düşüyor, lüks düşüyor, her şey düşüyor; parmakla gösterilebilir, gıpta edilebilir "Bunu nasıl yaptınız?" merakına konu olacak böyle müstesna işler yapmak düşmüyor arkadaşlar. Efendim, mesela bizim için Pfizer'da yakalanan başarının iktisadi büyüklüğünü düşünün. Türk yurdunun eğitim programı, eğitim perspektifi, araştırma perspektifi, laboratuvar perspektifi, tıbbi altyapı hazırlama perspektifi keşke Almanya'ya giden o 2 doktorumuzun Türkiye'de bu imkânı bulmasına dönebilseydi. Biz bugün çıkabilseydik, hem insanlığa böyle bir katkı sunabilseydik hem de onun beraberinde getirdiği maddi konforu eğitim altyapısına dönüştürebilseydik; bunlar hep birbirini besliyor. O yüzden ticari anlaşma yapmak bir şey değildir. Yaptığımız ticari anlaşmanın arkasında hangi şuuru organize ediyoruz? Yaptığımız ticari anlaşmanın arkasında hangi fikrî iddiayı taşıyoruz? Hangi insani değerleri yığıyoruz oraya? Yoksa bunlar güzel şeylerdir. Bu kıymetli işlerin arkasında, uzunca zamandır biz bütün detayları planlanmış, başa gelecek bütün stratejilerin içerisinde ehveni, önemlisi, detaylandırılmış bir yönetim maharetini temsil etmiyoruz arkadaşlar; konjonktür nasıl önümüze getirirse... Şundan iftihar ediyorum: Azerbaycan bayraklarını Ermenistan maçında toplattığımız günlerin mahcubiyetinden bugün Azerbaycan bayraklarının altında şerefle konuşmalar yapma noktasına geldik, kıymetli bir şeydir. Coğrafya terbiye eder; Türk yurdunun yerin altında yatanlarıyla -sadece burayı kastetmiyorum, bütün Türk-İslam topraklarını kastediyorum- yerin üstünde yatanlarının sayısı denk topraklar sadece bizim topraklarımızdır, dolayısıyla coğrafya mecbur eder. Yani kızarsınız, edersiniz zaman zaman...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Ağıralioğlu.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Son bir dakika Başkanım, bitiriyorum.

BAŞKAN - Yok, artık süre uzatımı vermiyorum.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Vermiyor musunuz? Vermiyorsunuz, peki. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)