GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:66
Tarih:10.03.2020

İYİ PARTİ GRUBU ADINA LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi hakkında İYİ PARTİ Grubu adına söz aldım. Yüce Parlamentoyu saygıyla selamlıyorum.

Ne diyordu başlıkta? Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair... Yani başlığa bakın, başlıkta bile ne olduğu belli değil, "Bazı Kanunlarda..." Hangi kanunlar? "Bazı kanunlar." Bazı bazı kanunları görüşüyoruz. Her zaman önümüze getirdiğiniz bu torba kanun teklifleri bugünkü yapılarıyla yasama kalitemizdeki düşüklüğün bir göstergesi âdeta, bunu hep söylüyoruz. Fransızların bir özdeyişi var, diyor ki: "Bir ülkede yasa sayısı 5 bini geçmişse o ülkede hukuktan söz edilemez." Bizde yasa sayısı kaç biliyor musunuz? 14.987. Yani uygulanması mümkün olmayan yasalar çıkarıyoruz, onu düzeltecek bir yasa daha, o da olmadı, bir yasa daha; yasalar çorba oluyor, uygulamacılar da bu işten ciddi mutazarrır oluyorlar. Bir uygulamacı orada var, Devlet Demiryolları Genel Müdürü, bürokrat olarak bu konulara sıkça mutazarrır olmuştur diye düşünüyorum.

Meclisimizin 100'üncü yılını kutlamamıza az kalmışken hatta biraz daha geriye gidersek ilk Meclis-i Mebusandan bu yana yüz kırk dört sene geçmiş; yüz kırk dört yıllık bir Parlamento geleneğimizin bugün vardığı nokta gerçek anlamda düşündürücüdür. Yasama faaliyetlerinin en önemli unsuru kuşkusuz ki müzakeredir. Toplumun tümünün temsili ve devletimizin etkin işleyişi açısından istişare ve müzakere etmek Parlamentomuz aritmetiği dikkate alındığında önemle değerlendirilmesi gereken bir husustur. Türkiye'nin mevcut şartları da göz önünde bulundurulursa kanun tekliflerinin komisyon görüşmelerinde müzakeresine yeterince imkân sağlanmaması, uzmanlardan ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden yeterince bilgi alınmaması, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin en önemli iddialarından biri olan güçlü milletvekilliği ve kanun yapımının temel taşı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi algısının çöktüğünün ve hatta hiç işletilmediğinin bir örneğidir. Bütün bu kanunların hangisi milletvekilleri tarafından yapılıyor? Hiçbiri, tamamı sarayda yapılan kanunlar ama tamamı, istisnası yok. Samimi olarak aranızdan hiç kimse bu sözlerime itiraz edemez. Buradan bir Grup Başkan Vekili arkadaşımız saraya gidiyor Meclisi temsilen, Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkan Vekili, orada Cumhurbaşkanlığı köşkünde yapılan -saray, köşk, külliye; ne derseniz- orada yapılan kanunlar Meclise geliyor. Yani bu sistemin "Milletvekilleri kanun yapacak." iddiası, havada kalan bir iddia. Bu örnek, sistemsel, yapısal tıkanmanın aslında bir tezahürü.

Yasa yapma faaliyetlerinin getirdiği sonuçlar, toplum hayatını ve faaliyetlerini doğrudan etkileyen, genel hayatın işleyişini değiştiren süreçlerdir. Kanun yapım tekniği de bu sürecin kalitesini etkileyen bir faktördür. Torba kanun hazırlama tekniği, bu sürecin bir yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Torba kanun, Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından artık bir alışkanlık hâline getirildi. Zira, kanun yapma tekniğinden ziyade, sarayın buyruklarını yerine getirme mekanizması hâline dönüştü kanunlar. Bu teknik, birbiriyle alakasız kanun maddelerinin bir teklifin içine konulup bir komisyonda görüşülmeye çalışıldığı, karar alma sürecinin etkin ve etkili işletilmediği bir teknik olmaktan öteye geçememiştir. İYİ PARTİ Grubu olarak bu hususları Genel Kurulda defalarca dile getirmiş olmamıza rağmen iktidar bu yöntemde ısrar ediyor.

Yine şunu net olarak ifade edebilirim ki birçok konuyu kapsayan torba kanunların yürürlükteki mevzuata olan etkileri hakkında ve içerik hâkimiyeti olarak iktidar partisi milletvekilleri sıkıntıya düşüyorlar. Ben şu anda eminim ki iktidar sıralarında oturan arkadaşlarımızın önemli bir bölümü, görüştüğümüz torba kanun teklifinin maddeleriyle ilgili yeterli bilgiye sahip değil, maalesef böyle.

Torba kanunlar çıkarken muhalefetin ve sivil toplum kuruluşlarının yasa yapım süreçlerine etkili biçimde katılımının sağlanmadığı, görüşlerinin dinlenmediği, hatta dikkate alınmadığı gün gibi aşikâr. Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerince hazırlandığı ifade edilen, ilk hâli 38 madde olan ve Komisyon görüşmeleri sırasında 40 madde olarak yeniden düzenlenen bu teklif, daha kapsamlı, detaylı ve müzakereye açık bir süreç içinde, siyasi parti gruplarının istişaresiyle, çok daha geniş sivil toplum kesimlerinin katılımıyla tartışılmalı ve analiz edilmeliydi. Söz konusu teklifle, içeriği itibarıyla, Komisyonda eklenen 2 yeni maddeyle 23 farklı kanunda değişiklik yapıyoruz. Aslında bunun başında, değişiklik yapılan 23 farklı kanunun 1 tanesinin ismi olmalıydı. 23 farklı kanunda değişiklik yapan kanunun ismi olsa olsa "Bazı Kanunlarda Değişiklik..." olur yani bir çorbadır.

Teklif havale edildiği hiçbir komisyonda görüşülmeksizin Plan ve Bütçe Komisyonu gündemine alındı, değerlendirmeye açıldı. Plan ve Bütçe Komisyonunda arkadaşlarımız var, diğer partilerden de var, haklı olarak diyorlar ki: "Ya, bu, bizim ihtisasımız olan bir konu değil. Bunun ihtisas komisyonunda görüşülüp ondan sonra buraya gelmesi gerekirken hiç alakasız bir şekilde, bütün bu 23 ayrı madde Plan ve Bütçe Komisyonuna gönderilip 'Bir seferde çözelim, bitsin.' mantığıyla gelmiş." Oysaki Meclis İçtüzüğü'nün 23'üncü ve 34'üncü maddelerinde yer alan düzenlemeler çerçevesinde tali komisyonlar da bu teklifi görüşmek isterlerse görüşebilirdi. Tek bir ihtisas komisyonunun görüşlerine bırakılan teklifin komisyon süreci bu bağlamda son derece sağlıksız olmuştur.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; getirdiğiniz teklifteki 20'nci maddeye baktığımızda, kredi garanti kurumlarına aktarılacak kaynağı 25 milyar liradan 35 milyar liraya çıkarmayı amaçladığınızı görüyoruz. Kredi Garanti Fonu, bankadan kolay kredi alabilmesi için şirketlere kefalet vererek yardımcı oluyor. Bankalar şirketlere kredi kullandırırken sistemde Kredi Garanti Fonu varsa işlemler kolaylaşıyor. Türk ekonomisinin reel sektör borçlarının gayrisafi yurt içi hasılaya oranının yüzde 68 ile dünyanın en riskli ülkelerinden biri olduğunu göz önüne aldığımızda fonun üstlendiği rolün önemini anlamamız da hiç zor olmuyor.

Bizim yapısal çözümlere ve kalkınma planlarına ihtiyacımız var ama sizin derdiniz başka. Biz "Üretim ekonomisine, bilgi ekonomisine geçelim." derken siz bu milletin kaynaklarını hasta ve yolcu garantilerine, Kanal İstanbul gibi son kullanma tarihi olan projelere aktarma peşindesiniz. Hatırlayın, 2008 yılında Amerikan Merkez Bankası FED, krizden kurtulmak için bir çeşit Keynesyen para politikasına sarılmıştı, trilyonlarca dolar para basmıştı ve dünya piyasasına bu sıcak parayı sürmüştü. Uluslararası kredi imkânlarının geniş olduğu dönemlerde siz ne yaptınız? Gelişmekte olan Güney Kore gibi ülkeler bu kredileri üretim ekonomisi için kullanırken siz betona yani kendinize yakın inşaat şirketlerine aktardınız. Ancak uluslararası kredi imkânlarının daralmaya başladığı ve paranın başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelere dönme eğilimine girdiği 2013 sonrasında Hükûmetin yandaş şirketler üzerinden ekonominin yeniden üretimini sağlayan bu saadet zinciri gerilemeye başladı ve en sonunda çökme noktasına geldi. Aşırı finansallaşma ekonomide çare değil, aksine büyük riskleri beraberinde getiren tehlikeli bir ekonomi politikasıdır. Yapılması gereken, yine Güney Kore gibi aşırı finansallaşmayı kontrol etmek ve derhâl üretimden kazanç elde edeceğimiz bir düzen kurmaktır.

Eğer 2008'den bu yana üretime dayalı bir ekonomi modelini benimsemiş olsaydınız üretimle birlikte kalıcı istihdam artacak, cari açık düşecek, birtakım mal ve hizmetlerde yurt dışına bağımlı olmayacaktık. Bugün, bahsedilen işsiz rakamı 4,4 milyon olmuş. Bu sayede meydana gelen sürdürülebilir bir kalkınma hem insanımızın refah seviyesini artırmış olacaktı hem de onu en temel ihtiyaçları için borçlanmak zorunda bırakmayacaktı.

Siz, insanımıza istihdam atmosferi yaratmak yerine, onları âdeta oksijen tüpüne mahkûm ettiniz. İnşaatla hızlı bir şekilde geçici ve tüketime yönelik günü ve seçim dönemlerini kurtaran bir büyümeye yöneldiniz. Artık beton kurudu, üstelik karın da doyurmuyor. Geçici bir kalkınma modelinin istihdamı da geçici olur. Şimdi, insanımız iş ve aş bekliyor ama çalışabilecekleri, üretime katılabilecekleri istihdam ortamı yaratmadığınız için, TÜİK verilerine göre -biraz evvel bahsetti arkadaşlarımız- 4,4 milyon insanımız çaresiz yani işsiz. Üstelik kriz o kadar derinleşiyor, o kadar derinleşiyor ki konkordatolar ve iflaslar öyle hızlı büyüyor ki var olan istihdam alanlarımız daha da kapanıp gidiyor.

Ben Kocaeli Milletvekiliyim; Türkiye sanayisinin kalbi olan Kocaeli'de ekonomik kriz fabrikaları vurdu, sanayi kuruluşları günü kurtarmak için uğraşıyor, krize ve piyasada küçülmeye dayanamayan yılların markaları, fabrikaları kapanıyor. İnsanlar, fabrikaların kapanması ya da kapasite düşürmesi nedeniyle çaresizler. Kocaeli'ye baktığınızda durum o kadar kötüyse Türkiye'nin diğer yörelerindeki içler acısı hâli tahmin etmek çok zor değil.

Peki, insanların kısa süreliğine de olsa yeni bir iş bulana kadar endişelerini azaltacak olan geçim desteği, yani İşsizlik Fonu'na ne oldu? İşsizlik rakamlarındaki artışa baktığınızda krizin istihdam üzerindeki yıkıcı etkisi ortada. O hâlde, alın terinden kesinti yapılarak oluşturulan İşsizlik Fonu'ndan daha fazla insanın yararlanması için neden bir düzenlemeyi Meclise getirmediniz? Bu fon kriz anlarında işe yaramayacak da ne zaman yarayacak? Batık şirketleri kurtarmak için mi ya da yol yapmak için mi? Adı İşsizlik Fonu ama 2017 yılında 4,8 milyar lira işsizlere, 2,5 milyar lira işverene giderken, 2019'da -bakın, çok önemli bir rakam vereceğim- işsize 9 milyar lira, işverene ise 14 milyar lira aktarıldı İşsizlik Fonu'ndan.

İşsizlik Fonu işçiden kesiliyor, işverene aktarılıyor. Ne kadar garip bir şey yapıyorsunuz, farkında mısınız? Sanki fonu işçiler değil de işverenler işsiz kalmasın diye kurmuşsunuz, üstüne bir de milyonlarca çalışanın kul hakkını da yemişsiniz. Bu fondan bu ülkede yararlanmak üzere 4,5 milyon işsiz var ama gelin görün ki bunların sadece 600 bini civarında bir işsiz bu fondan destek alıyor, geçinmeye ve gelir kaybını önlemeye çalışıyor. Sizler ne yapıyorsunuz? İşsiz kalanı ekonomik hayatın içinde bir şekilde tutunmaya itelemek yerine, "Yok." dediğiniz krizi önleme aracı olarak işsizin hakkını işsize değil, işverene, yani yandaşlarınıza aktarıyorsunuz, gerçek üreticilere de aktarmıyorsunuz, müteahhitlere aktarıyorsunuz. Bu yöntem işsizliği önlemenin, istihdamı desteklemenin çözümü değildir. Bu sadece daha büyük tıkanmaların önünü açacak bir aldatmacadır. Dünyada örneği olmayan bu tür teşvikleri içeren teklifleriniz ekonomiyi canlandırmıyor; işsize, işçiye veya işverene can vermiyor. Bu paralar vatandaşın çalışırken maaşlarından keserek oluşturduğunuz bir havuzda toplanıyor. Bu parayı işçi için vatandaştan çalışırken alıyorsunuz, bari işsiz kaldığında da o parayı o işsiz adamın cebine koyun. Bu, yapılan kanuna aykırı, kanunla çelişen bir işlemdir, bunu da dikkatinize sunuyorum. Amacından sapmış bir İşsizlik Sigortası Kanunu'yla da karşı karşıya bırakıyorsunuz bu Parlamentoyu.

BURHAN ÇAKIR (Erzincan) - İftira atıyorlar...

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Sayın Akbaşoğlu, bu arkadaşımıza ilk fırsatta bir söz verin, kürsüden bir konuşsun, bayağı özlemiş konuşmayı.

BURHAN ÇAKIR (Erzincan) - Yalan söylüyorsun! Sizler zaten...

BAŞKAN - Lütfen susar mısınız, bu yaptığınız hiç hoş değil. Rica ediyorum, sizin de sözcüleriniz var, olur mu böyle bir şey?

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Her işiniz niye bu kadar bakkal işletir gibi?

Bakkal çırağı gibi bağırdığına bakmayın çünkü bakkal işletir gibi ülke yönetiyorlar.

BAŞKAN - Sayın Türkkan, lütfen...

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Bakkal çırağı gibi bağırması normal. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Sayın Türkkan, lütfen, biz sakince Genel Kurula hitap edelim.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Hatırlatmak istiyorum arkadaşlar: Siz devlet yönetiyorsunuz, bakkal işletmiyorsunuz.

İşsizlik giderek artıyor, toplum mutsuz; bir de fişlenme korkusu yaratıyorsunuz şimdi. Birkaç ay önce geri çektiğiniz bir kanun teklifi vardı, o düzenlemeyi şimdi tekrar getiriyorsunuz. Bu doğrultuda, dernekteki üyelikler ve üyeliklerin iptali durumlarında, üye olanların ya da üyeliği bitenlerin adlarının, soyadlarının, doğum tarihlerinin ve kimlik numaralarının mülki idare amirliklerine bildirilmesi zorunluluğu getiriyor bu kanun teklifi. İnsanların iyice kısıtladığınız kişisel özgürlük alanlarını bu teklifle tamamen baskı altına alıyorsunuz; yani, artık toplum mühendisliğiyle insanları iyice nefes alamaz hâle getiriyorsunuz; Anayasa'nın 33'üncü maddesi doğrultusunda, vatandaş istediği derneğe üye olup istediği dernek üyeliğinden çekilme hakkına sahipken siz bu temel hak ve hürriyeti baskı altına almış oluyorsunuz; kişisel, özel bilgilerin birtakım mahrem ellere geçmesine imkân veriyorsunuz. Böyle bir durumun, demokratik devlet yapısını tehlikeye sokacağını hepimiz biliyoruz. Bu maddelerle getirilen dernek üyeliklerinde ve üyeliklerin bitiminde kimlik bildirme zorunluluğu, uygulamada yaşanması muhtemel suistimallerin önünü açma tehlikesi yaratıyor; özellikle içinde bulunduğumuz koşullar bu konudaki tereddütlerin de artmasına neden oluyor. On sekiz yıldır cumhuriyetin tüm temel kazanımlarını eritmek için elinizden ne geliyorsa yaptınız, şimdi sıra doğrudan vatandaşa geldi yani başka bir evreye geçtiniz aslında.

Buradan açıkça soruyorum: Amacınız, cumhuriyet tarihinin en büyük fişlemesini yapmak mı? Kafanızdaki Türkiye modelinde size uymayan insanları filtreden mi geçirmek istiyorsunuz? Kendine Müslüman olan iktidarınızın "bizden olanlar ve bizden olmayanlar" düsturuyla siyaseti kutuplara ayırdığı yetmezmiş gibi bu kez sivil toplumu da "bizden olanlar ve bizden olmayanlar" diye ayırma niyetindesiniz; aslında çok daha önceden bu faza geçmiştiniz. Demokrasilerde insanlar yalnız kendilerinin değil, başkalarının da haklarını savunur ki bu da ancak demokrasinin, siyasal ve sosyal hayatın vazgeçilmez ögeleri olan sivil toplum kuruluşlarında örgütlenerek yapılır.

Her baskıcı rejim, siyasette olduğu kadar, meşruiyetin asıl kaynağı olan sivil toplumda da kontrol sahibi olmak ister. Bu sadece baskıcı sistemlerde olur. İşte, bu yasa teklifiyle getirilmek istenen, demokrasinin temelini oluşturan sivil toplumun siyasi erk tarafından tahakküm altına alınmasından başka hiçbir şey değildir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dikkatinizi çekmek istediğim bir konu daha var: Bu ülke için, Türk vatanı için, milleti için canını vermekten kaçınmayan, omuz omuza çatışırken, silah arkadaşları şehitlik mertebesine ulaşırken kendisi yaralanan, yaralanmaktansa şehit olmayı tercih eden gazilerimizin durumunun iyileştirilmesi, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, bizler sıcak yatağımızda uyurken bu vatan uğruna bedeninden parça kaybeden insanlarımızın onurlandırılması her şeyden önce önemlidir.

Evet, bu kanun teklifiyle yirmi yılı ya da 5000 prim gününü doldurmuş gazilerimize yaşlılık aylığı verilmesini destekliyoruz. Ancak bu prim günü süreleri maluliyet oranına göre azaltılabilir. Ayrıca maluliyetin idari kurumlarca tespit edildiği tarih değil, olayın gerçekleştiği tarih esas alınmalıdır yani kahramanlarımızın gazi olduğu tarih dikkate alınmalıdır diye düşünüyoruz.

Teklifte yer alan 6'ncı ve 30'uncu maddelerdeki, gazilerimizle ilgili düzenlemeleri olumlu buluyoruz. Ancak iktidarın nedense görmezden geldiği, çatışmalardan, operasyonlardan sonra "gazi" diye hastanede ziyaret ettiği ama kameralar gittikten sonra kaderine terk edilen askerlerimizle ilgili bu torba kanunda da düzenlemeler olmasını beklerdik.

Gazilerimizle ilgili bir düzenleme yapıyorsanız önce gaziliği santim santim ölçme utancından bu kahramanlarımızı kurtarın. Anadolu'nun dört bir yanında devletin bekası ve milletin bölünmez bütünlüğü için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan, bölücü ve yıkıcı kanlı terör örgütleriyle mücadele eden Mehmetçik'ten bahsediyorum. 15 Temmuz hain darbe gecesi sokaklarda devletinin bekası uğruna canını adayan vatandaşlarımız için uyguladığınız gazilik kriterlerini, onlara verilen imkânları neden Mehmetçik'e tanımıyorsunuz? Onlar başka bir ülkenin askeri mi? O kahraman Mehmetçik'imizin kimisi vatan için vücudunun bir uzvunu feda etti, kimisi göğüs kafesinde terör kurşunuyla, kimisi vücudunun birçok yerinde şarapnel parçalarıyla yaşıyor. Yavaş yavaş zehirlenerek ölümü bekliyorlar hem de. Bu durumda olan 20 bin vatan evladımız var. Onların gözü kulağı getirdiğiniz bu torba kanundaydı, Meclise gazilerimizle ilgili düzenlemenin geldiğini duymuşlardı ama bütün umutlarını yine tükettiniz, beklentilerini boşa çıkardınız. O tükenen umudun acısı, içinde taşıdıkları kurşundan daha çok acıttı canlarını.

Bu durumda olan ve bana ulaşan kahramanlarımız diyor ki: "Hastanelerde bizi 'Geçmiş olsun gazim.' diyerek ziyaret ettikten sonra bu siyasiler ve komutanlarımız hastaneden çıkıyorlar, sonra yüzümüze bile bakmıyorlar. Bu ilgisizlik bizleri bir kez daha yaralıyor. Bizler devletimizin şerefli ve onurlu gazileriyiz fakat Sosyal Güvenlik Kurumu bizleri santim santim, milim milim ölçüyor, gazilik onurumuzu vermiyorlar." Mevcut uygulama içinde Sosyal Güvenlik Kurumu eline metreyi almış "Senin parmağın bu kadar kopmuş, biraz daha kopması gerekiyor. Sen gazi olamazsın." "Kurşun senin kalbine girmemiş, kalbinin 1 santim altında kalmış, sen gazi olamazsın." "Sen ağır metal zehirlenmesinden az zehirlenmişsin, gazi olamazsın, daha çok zehirlenmen gerekirdi." diyor. Gazilik hak edilmiş bir onurdur, santimle ölçülmez.

Ben buradan sormak istiyorum: İdlib'de, Afrin'de, El Bab'da ve diğer pek çok cephede yaralanan kahraman Mehmetçik'imiz gazi mi olacak, yoksa 20 bin vatan evladı gibi santim santim kaderine mi terk edilecek? Sorunun çözümü, yine, o kahraman askerlerimize borcu olan bu yüce Meclisin çatısıdır. 1953 yılında çıkarılan ve altmış yedi yıldır değişiklik yapılmayan 1053 sayılı Kanun'da değişiklik yapılmalıdır. 20 bin malul sayılmayan gazimizin sorunlarını çözerek geç de olsa hak ettikleri gazilik onurunun verilmesini ve Türk gazisinin hak ettiği onura kavuşmasını istiyoruz.

Bu kanunun ülkemiz için hayırlı olmasını diliyor, yüce Parlamentoyu saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ederim. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)