GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI
Yasama Yılı:3
Birleşim:40
Tarih:14.12.2012

BDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Sayın Başkan, çok saygıdeğer milletvekilleri; Sağlık Bakanlığının 2013 bütçesine ilişkin söz almış bulunmaktayım. Şahsım ve grubum adına hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; AKP iktidarı 2000'li yılların başında gerek Türkiye'nin jeostratejik gerek jeopolitik konumundan kaynaklı avantajların rüzgârını arkasına alarak gerekse küresel boyuttaki gelişmelerin ortaya çıkardığı bir kısım fırsatları, olanakları amacına uygun değerlendirmeyi bilerek gerekse ulus-üniter devletin çözemediği, ertelediği ve ötelediği bir kısım sorun ve problemlere vurgu yaparak gerekse de o dönem ülkede yaşanan siyasal ve ekonomik krizden kaynaklı yönetememe iradesinin açığa çıkardığı bir arayışın ürünü ve eseri olarak iktidarda. On yıldır toplumda beliren sağlıktan emeğe, eğitimden kente, belediyeden yerel yönetimlere dair birçok beklentiyi ve umudu çözecekmiş gibi görünerek, çözüm umudunu yaratıp pazarlayarak bugünlere geldi. Bugün de üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz sağlık dâhil olmak üzere hâlâ çözüm bekleyen, çözümsüzlüğün ortaya çıkardığı siyasal ve toplumsal krizle de toplumun âdeta geleceğini karartan, umudunu ve geleceğe bakış açısını da değiştiren bir muhtevaya, bir içeriğe sahiptir.

Bugün, küreselleşmenin açığa çıkardığı bir kısım dinamiklerin de gücünü yanında hissediyor olmasından kaynaklı, küresel neoliberal politika anlamıyla piyasalaştırmanın, taşeronlaştırmanın ve ticarileştirmenin hüküm sürdüğü bu ilişkiyi sağlıkta da maalesef görev edinmiş, devreye koymuş, sağlık alınıp satılan bir metaya dönüştürülmüş bulunmaktadır. Hâlbuki dünya literatüründe -bildiğimiz kadarıyla- sağlık, insanın bedensel ve ruhsal olduğu kadar, siyasal ve sosyal de iyi olma hâlidir. Sosyalden kastedilen çok geniş bir yelpaze, eğitimden dezavantajlı gruplara, emekliden çalışanlara, yoksullardan ezilenlere dek, onların ekonomik, demokratik, sosyal ve siyasal taleplerinin karşılanmasıdır. Siz, bireyin bu temel taleplerini karşılamadığınızda birey iyi olma hâlinden yoksun kalmış olur, yoksul kalan bireylerden müteşekkil olan toplumu da sağlıklı bir toplum, sağlığı yerinde olan bir toplum, sağlığı iyi olan bir toplum noktasında tutamazsınız. İşte, bizim de yaşadığımız, yaşamak zorunda bırakıldığımız ilişki tam da bu. Bu çerçevede soruna yaklaşıp yeni parametrelerle sorunu çözüme kavuşturmak gerekirken, geçmiş hükûmetlerin yaptığına benzer, durumu idare eden palyatif çözümlerle işin üstünden gelmeye çalıştı.

"Sağlıkta Dönüşüm Projesi" olarak bize sunulan böylesi bir arayışın ve ihtiyacın yeniden umut olarak bizlere pazarlanmasıyla neticelendi. Bu anlayış kendisinin genel sigorta ya da kamu hastane birlikleri ya da aile hekimliği alanlarında da işlevsiz kalmasına neden olmuştur. Çünkü çocuk baştan sakat doğmuştur, toplum esas alınmamıştır, biriken ve çözüm bekleyen sorunları neştere tabi tutarak radikal çözüme kavuşturması bekleniyor iken, o daha durumu ve günceli kurtaracak, seçime endeksli ve oy tahvilini esas alan bir anlayışla soruna yaklaşmıştır.

Genel sağlık sigortasıyla sosyal devlet olmanın gerekliliğini yerine getireceğine, yani nitelikli, erişilebilir, parasız sağlık hizmetini sağlayacağına, yine, yeşil kart uygulaması, BAĞ-KUR, SSK, Emekli Sandığı arasındaki ilişkileri ve çelişkileri hâl yoluna koyamayıp çözemeyen, parasız sağlıktan toplumunu, halkını mahrum tutan bir noktada kalmıştır.

Aynı şekilde, devlet hastanelerinin, üniversite hastanelerinin bürokratik iş ve işlemlerine erişilebilir nitelikli sağlık hizmetlerinin üretilmesinin temel altyapısını sağlayacağına, özelleştirme politikalarının ürünü olarak kentin herhangi bir yerinde yükselen şaşaalı binalar içerisinde, ticaret erbabının kâra dayalı ilişkisine hapsedilen, mahkûm kılınan, alınıp satılan bir hizmetle, bir sağlık hizmetiyle vatandaşını, toplumu karşı karşıya bıraktırmıştır. Bu da bugün, çokça dile getirildiği şekliyle "sağlıkta şiddet"in yaşanmasına, vatandaşla sağlık emekçileri arası çelişkinin, çatışmanın yaşanmasına neden olmuştur.

Keza, aynı anlayışı aile hekimliği konusunda da görmek mümkündür. "Birinci basamak" olarak adlandırılan, bu yönüyle de kişinin ulaşabileceği ve sorunun kolay çözüme kavuşturulabileceği bir ilişki olarak düşünülmüş olmasına rağmen, eczacılara verilen görev gibi, hekimler de devletin tahsildarı durumuna gelmiş, ona kâr kazandıran, onun mevcut, var olan alacaklarını tahsilatla mükellef bireyler hâline getirilmiştir. Bu, şiddete yol açmıştır. Bu, hukuksuzluğa yol açmıştır. Bu, tıp öğrencilerine uygulanan siyasal operasyon gibi bir operasyonla da neticelenmiştir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; şu anda, Türkiye cezaevlerinde, parasız sağlık hizmeti istedikleri için, parasız olmasıyla birlikte nitelikli sağlık hizmeti üretmek adına mesleki faaliyetlerini yürüttükleri için onlarca tıp öğrencisi cezaevinde. Hukuksuz, siyasi operasyonla kaç yıl, ne kadar ceza alacağı bilinmez bir noktada tutulmuşlardır. Aynı anlayışla bugün, cezaevlerinde, 550 siyasi tutsak ağır hastalıkla karşı karşıyadır. Bunların tedavisini kolaylaştırıp onların nezih mekânlarda tedavi koşullarına kavuşturulması gerekirken, ihmal edilen, es geçilen bir anlayış olarak bugüne kadar 94 kişinin yani devlete emanet olan 94 siyasi tutsağın ölümüyle sonuçlanmıştır.

Bu da bize gösteriyor ki bütün bu yaşanmışlıklardan hareketle, sağlık, bir toplumun olmazsa olmazı noktasındaysa, biz, dünün algıları ve anlayışlarıyla bu soruna yaklaşamayız. Biz, idari ve siyasi yapıyı, tarihsel gelişmişliklere uyarlı; biz, idari ve siyasi yapıyı evrensel hukuka uygun, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak demokratik katılımcılığa tabi tutmadığımızda sorunla uğraşırız. Aktörler değişir, partiler değişir, doksan yıldır değişen idari siyasi yapı olmadığı sürece de gelen gideni aratır noktasında bir durumla karşı karşıya bıraktırırız.

Bin yılımızı sorgulayalım. Bin yıldır yeryüzünde, dünyada  olduğu gibi Anadolu'da da beylikler vardı, tarihsel ihtiyaç gereği imparatorluğa evrildi, tarihsel gelişmişliğin neticesi olarak imparatorluklar, Sanayi Devrimi'nin ürünü ve eseri olarak ulus -üniter devletlere ayrıştı. Ulus- üniter devletlerin katı merkeziyetçi, retçi, tekçi anlayışından hareketle de hâlâ siyasal ve toplumsal istikrar aranıyor.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; toplumsal ve siyasal istikrar basit ve türdeş değildir. Aksine, karmaşıktır, çeşitlilik arz eder. Yani, toplumun çok kimlikli, çok kültürlülüğüne dayalı bir istikrar sağlanamadığında, onun koşulları, objektif koşulları yaratılamadığında, çatışmaların, çelişkilerin, açmazların, dolayısıyla da kriz ve kaosların önüne geçmek mümkün değildir. Yapılması gereken, küreselleşmenin açığa çıkardığı yeni paradigmayı yani merkeziyetçi katı yapılar yerine yerindenlik ve yerellik ilkesine bağlı olarak her kimliğin, kültürün, inancın, dinin kendini öz yönetim organlarıyla yönetebildikleri yeni bir mekanizma bizim sorunumuza cevap verir.

Bakınız, İkinci Dünya Savaşı'nda altüst olan bir Avrupa Birliği söz konusu. Almanya'dan Fransa'ya, Avusturya'dan Belçika'ya, Hollanda'dan Polonya'ya dek Avrupa bir yıkımı yaşadı. Bu yıkım siyasaldı, ekolojikti, demokratikti ama Avrupa, bu yıkımdan dersler çıkararak, küreselleşmenin de verdiği fırsatları değerlendirerek idari ve mali özerkliğe sahip yerel yönetimlere yöneldi, merkeziyetçi ve katı yapıdan kendisini bölgesel özerk yönetimlere evirdi. Ulus-üniter devletlerin karakteristiği gereği onlar vatanı, devleti, ulusuyla bölünmezdirler. Bugün, bunlar, Türkiye Cumhuriyeti'nde de Anayasa'nın 1'inci, 2'nci, 3'üncü maddesinde ifadesinde bulduğu şekliyle yoğunca vurguladıkları temel konulardır.

Kürtler olarak bizler, BDP olarak, siyasal parti olarak biz, bugünün artık devletin insanlığın ve toplumun mutluluğu için olmazsa olmaz olmadığını, devletin çok da kutsandığı gibi insanlığa mutluluk getirmediğini, bu yönüyle de esas olması gerekenin toplum olduğundan hareketle, devleti öngören bir siyasal projeye sahip değiliz, devletin bölünmesi, parçalanması gibi bir siyasal jargonun da dilin de sahibi değiliz. Ama gelişen dünyanın bu yeni yarattığı fırsatları halklarımızın ve toplumumuzun yararına çözme iradesini geliştiremediğimizde bütçemiz sağlığa, eğitime gideceğine savaşa ve savaş araçlarının yeniden devreye girmesine, çatışmaya, yoksunluklara yol açar. Hâlbuki, ulusun demokratik ulus olması temelinde onun da bölünmezliği üzerinden idari ve siyasi yapının meşru demokratik taleplerin karşılanması temeline çok da itiraz edildiğinin aksine, bölgesel yönetimlerle kendisine fırsat vermesi mümkün olabilir.

Bu, Türkiye'de yaşayan 75 milyonun; Türk'ünden Kürt'üne, Arap'ından Laz'ına, Çerkez'inden Roman'ına, Alevi'sinden Hristiyan'ına, İslam'ından Süryani'sine herkesin kazancı olacaktır. Söz konusu olan, devletin bölünmüşlüğü üzerine, devletin parçalanmışlığı üzerine yeni bir paradigma değil; devlet vardır ama devletin yanında demokrasi de olmalıdır. Devlet demokrasiye duyarlı olmalıdır. Demokrasiye duyarlı olan devletin yanında, yanı başında halklar, kimlikler, inançlar kendini; öz gücüne dayalı olarak öz ihtiyaçlarını, yeterliliklerini sağlayan bir mekanizmayla devlet fırlar, güçlenir ama bu devlet topluma tahakküm kurmak, onu hiyerarşiye tabi tutmak üzerine büyümez. Toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya endeksli olacaktır. Böylesi bir devletin Türkiye'de var olması Orta Doğu'da da küresel emperyal güçlerin çıkarının gereği olarak dizayn edilmek, şekillendirilmek istenen Orta Doğu yerine, Orta Doğu'nun ulus -üniter yerine demokratik konfederal ilişkilerle, nasıl ki biz Fransa'ya indiğimizde, Almanya'ya, Belçika'ya; Avusturya'ya indiğimizde Danimarka'ya, İsviçre'ye gidebiliyorsak; sınır kontrolü, gümrük kontrolü, pasaport kontrolü yokken, ulus- üniter sınırlar için insanlar birbirlerini öldürmüyorken -aksine birlikten güç doğar- çoklu birlik içerisinde olmanın verdiği demokratik normaliteyi harekete geçirerek bu sorunu çok daha özgür, çok daha mutlu bir topluma evirebiliriz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu açıdan Barış ve Demokrasi Partisi olarak biz, ister sağlık bütçesi ister eğitim bütçesi olsun isterse başka bakanlıkların bütçesi olsun hayırlara vesile olması dileklerimizi iletiriz ama bu hayır, doksan yıldır bize ölüm, bize gözyaşı, bize kurşun olarak geri döndü. Bunun son bulması bu Meclisin siyasal iradesiyle mümkündür. Meclis, sadece genel başkanların emir ve talimatlarıyla, onların söylemleriyle harekete geçebilen bir irade olmamalıdır, aksine, kan akıyorsa, ölüm yaşanıyorsa ve yaşanan ölüm ve kanın bizatihi tarafları birbirine kardeşlik hukukuyla bağlı olduğunu söylüyorlarsa, insani de, İslami de olan, bu kardeşlik hukukuna dayalı, eşit, özgür vatandaşlık temelli bir sorunu çözmelidir. Yoksa, yaşadığımız otuz yılın kayıplarıyla bir otuz yılı daha yaşamak, bize kaybettirdiği gibi çocuklarımıza, torunlarımıza da kaybettirecektir.

Sorun bu kadar can yakıcı iken, 2013 yılında, biz, bu ve benzeri siyasal projelerimizi tartıştığımız, ortaklaştırdığımız bir Meclisi hayata geçirir, gerçekleştirebilirsek, inanın hepimizin yüreğini acıtan bu sorunun demokratik, barışçıl çözümünü sağlamak mümkündür, ama ötesi, duygu kopuşunun, duygudaşlığın kopmaya başladığı bir noktada, siyasal kopuşun değil Türklere, Kürtlere hiçbir faydası olmayacaktır, olan yoksul Kürt ve Türk çocuklarının ölümüne olacaktır.

O açıdan, yol yakınken, zaman geçmemişken, savaş bütçesi olarak yorumladığımız 2013 bütçesi, Millî Güvenlikten Millî İstihbarat Teşkilatına, güvenlik ve asayişçi politikaları uygulayan İçişleri Bakanlığından Millî Savunma Bakanlığına kadar, bu bütçenin yarıdan bir fazlasını götüren yerine, savaş yerine, çatışma ve çelişkiler yerine barışın konuşulduğu, barışın yeşertildiği, özgürlüklerin hayat bulduğu bir Türkiye tahayyülüyle gerçekleştirilmesine uygun bir bütçe olmalıydı.

O anlamıyla bütçe, bu hâliyle sorun ve sorunlarımızı çözmekten uzak olduğu gibi, sağlıkta yaşanan problemlerin de çözülmesine, aşılmasına fırsat verebilecek niteliklerden uzaktır, çünkü sağlık, her şeyden önce nitelikli, erişilebilir, parasız olmalı. Parasız, nitelikli ve erişilebilir olmayan bir sağlık, onun üzerinden bireyin psikolojik, sosyal ve siyasal travmalarını eklediğinizde ortaya çıkacak olan da siyasal ve sosyal travmaları aşamayan bir toplum gerçekliğiyle bizi karşı karşıya bırakacaktır. Yeri gelecek cinneti duyacağız, yeri gelecek intiharı duyacağız, yeri gelecek şiddet ve şiddet argümanları ve araçlarıyla birbirlerini yok etme üzerine? Yani ektiğimiz rüzgârın fırtınasını biçeceğiz, yani düşmanlığı körükleyen, düşmanlık üzerine oluşturulan bir dünyayı birbirimize dar etmenin yoluna bakacağız. Hâlbuki, insan olmaktan ileri gelen temel haklara saygılı olmak, insan hakları noktasında egemenin hak olarak gördüğü hakların, ezilene de, mağdura da, mazluma da tecelli etmesi bu dünyanın bizatihi gerçekliğidir. Bırakın İslam dinini, beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz, yeri geldiğinde "kâfir" dediğimizin bile ötekisine saygı duyduğu, empati yaptığı, onu kucaklayıp kapsadığı bir noktada, sevgi ve barış dini olarak övünç duyduğumuz İslam dininin mensupları olarak bunca çatışmanın, bunca kanın, bunca ölümün izahatını vermek durumundayız. İzahata muhtaç bu konuda söyleyeceğimiz sözler olmalıdır çünkü biz siyasi partileriz. Siyasi partiler, siyasi programlarının, ideolojik, siyasal perspektiflerinin ışığında toplumun önünü aydınlatamazsa, topluma doğru öncülük yapamazsa toplum kaybeder, hepimiz kaybederiz.

Buna fırsat vermemek adına bir kez daha, savaş bütçesi olmasına rağmen bu bütçenin savaşa değil barışa fırsat vermesi dileklerimi iletiyor, özgür yarınlarda eşit, özgür vatandaş olabildiğimiz bir demokratik cumhuriyet dileklerimle saygılarımı sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederim.