GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:54
Tarih:19.02.2019

HDP GRUBU ADINA AHMET ŞIK (İstanbul) - Sayın Başkan, size ve herkese merhaba.

Aslında konuşma planında yok ama şimdi Lütfü Bey de konuyu açınca iki çift kelam etmek istiyorum yani.

Sözü baştan kuralım. Şuradan HDP'yi çıkardığımızda, bu Mecliste sanırım geri kalanların konuşacak hiçbir şeyi olmayacak. Sizi asgari saygı sınırına davet ediyorum, olanları ve olmayanları. Çeşitli sıfatlarla hakarete uğruyoruz. Ben bunların hepsine ilişkin, Murathan Mungan'ın bir dizesiyle yanıt vermek istiyorum: "Büyük konuşmasın hiç kimse, hayat kelimelerden daha büyük."

Yargıya ilişkin yapmak istediğiniz değişikliklerin geneline baktığımızda, teknik bazı düzenlemelerle tarafınızdan bozulanı iyileştirmeye yönelik adımlar atılıyor gibi görünüyor ama takdir edersiniz ki sizden önümüze gelen her metne, her teklife "Arkasında ne tür bir çapanoğlu var?" diye bakıyoruz. Hakikati eğip bükmekte pek mahir olduğunuz için sizden de bu tekliften de kuşkulanmamak elde değil çünkü iktidarınızın yasa yapma süreçlerini kısaca tanımlamak gerekirse uzlaşma aramayan, müzakereye ve istişareye kapalı, belli çıkar ortamlarına ve ortaklarına, lokal hedeflere dönük ısmarlama ve adrese teslim çalışmalar oldukları şeklinde bir tarif yanlış olmaz. Bunun yanı sıra, birbiriyle herhangi bir illiyet rabıtası içinde olmayan farklı düzenlemelerin zamanlaması bazen anlaşılır olmadığı gibi, kullanışlı gündemler yarattıkları şeklinde de yorumlara mahal veren bir takvim içinde, toptancı bir anlayışla şekillendirilen torba teklifler bu dönemin en belirgin karakteristiği hâline geldi. Bu da aynı şekilde bir torba kanun teklifi. Nitekim, 12 maddelik teklif, İcra ve İflas Kanunu, Hâkimler ve Savcılar Kanunu, Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun ile Ceza Muhakemesi Kanunu'na ilişkin değişiklikler içeriyor.

Teklifin geneline ilişkin itirazlarımızı Komisyonda dile getirdik. Hukukçu arkadaşlarımız, hukuk bağlamındaki itirazlarını burada yineliyor ve yineleyecekler. O yüzden, işi ehillerine bırakıp teklif maddelerinden ziyade, artık hukuktan bağımsız hâle gelen yargının hâlipürmelaline dair iki çift söz etmek daha yerinde olacak.

Eğer yargıyı konuşacaksak sonda söyleyeceğimizi baştan da ifade edebiliriz: Kapısına kilit vurup Anayasa ve yasaları çağdaş, evrensel hukuk normlarına uygun bir yargı inşa etmek, mensuplarını ise biat edenlerden değil, liyakat sahibi olanlardan seçmek. Çünkü hukuktan hak, adalet, vicdan ve liyakati çıkardığınızda geriye kalan neyse Türkiye yargısı şu an odur. Yargının sorunlu hâli bugüne ait bir problem değil ama bugünkü kadar eleştiri konusu edilip güven duyulmayan bir aygıta dönüşmesi ise tamamıyla sizin eseriniz. Buna ilişkin çok sayıda örnek vermek mümkün ama bir çırpıda aklıma gelenleri sıralamak gerekirse: İddianamesi bile olmadan hapishanede 475'inci gününü tamamlayan Osman Kavala'nın yaşadığı hukuksuzluktan başlayabilirim.

Devletin, egemenlerin sevmediği bir avukatlık faaliyeti içinde oldukları için bir kez daha hapiste olan Halkın Hukuk Bürosu avukatlarını konuşabiliriz. Aynı nedenlerle ve aynı sözde delillerle beş yıl önce de Fetullahçı çete tarafından hedef alındıklarını, yine hapsedildiklerini ve bu konuyla ilgili davanın da hâlen sürdüğünü konuşabiliriz.

Bu son hapislikle ilgili bir yıl sonra mahkemeye çıkarılıp her biri tahliye edildikten sonra, aynı mahkeme tarafından iktidardan gelen talimat üzerine tekrar tutuklama kararı verildiğini ve bu çelişkili karara imza atan mahkeme üyelerinin ilk kararları nedeniyle sürgün edildiğini de konuşabiliriz.

Selahattin Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ihlal kararı verip salıverilmesine ilişkin hüküm açıklamasından sonra, "Karar bizi bağlamaz, karşı hamlemizi yapar işi bitiririz." diyen Cumhurbaşkanının bu konuşmasından altı gün sonra bölge adliye mahkemesinin gerçekten işi bitirdiğinden söz edebiliriz.

Cumhurbaşkanının sözünü kısa sürede mahkeme kararı şekline getiren yargının Türkiye'de kendisi dâhil hiç kimsenin hukukla bağlı olmadığını ilan etmesini yani hukukun işinin bittiğini konuşabiliriz.

Yazdıkları haberler ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle hapsedildikten yedi ay sonra mahkemenin serbest bıraktığı gazetecileri konuşabiliriz. Elbette serbest bırakılmalarını değil, adliyeden tahliye edilmek üzere hapishaneye götürülene dek suç vasıflarının değiştirilip ağırlaştırılarak aynı delillerle yeni bir soruşturmanın sanıkları hâline getirilmelerini ve hapiste tutulmaya devam edilmelerini ama hükmün ilk yargılandıkları dosyadan verildiğini de konuşabiliriz.

İşkence yapılarak hapsedilen ve tutuklanmasına gerekçe olan aleyhte ifade veren tüm tanıkların mahkemede kendilerine işkenceyle zorla ifade imzalattırıldığını söylemesine rağmen hapiste tutulmaya devam edilen gazeteci meslektaşım Nedim Türfent'i de hapisteki diğer gazetecilerle birlikte anlatabilirim isterseniz.

Polis ve yargı içindeki Fetullahçı çetenin kotardığı, ucu iktidarınıza dokunan tüm soruşturma ve davaların yargı faaliyeti değil terör faaliyeti olduklarından hareketle çoktan kapatılıp o polis, savcı ve yargıçlar kaçmış ya da tutuklanmışken aynı çete tarafından "KCK" adıyla açılan soruşturma ve davalara sahip çıktığınızı da konuşabiliriz.

Dahası da var ama hepsini konuşmak için de yıllara ihtiyaç var. Muhtemel ki bu dönem sona erip de umudum o ki evrensel hukuk normlarına uyan bir yargı tarafından bu suçlar soruşturulduğunda her şey konuşulacak. Ama kayda geçmesi açısından, İstanbul'dan bilinmeyen bir başka örnekle devam edeceğim. Eşi hakkında yürütülen soruşturma sebebiyle, kocası yakalandığı sırada yanında olması sebebiyle hukuka aykırı olarak gözaltına alınıp sonra tutuklanan, yargının mağdur hâline getirdiği bu kadın hakkında size isim veremeyeceğim çünkü isminin bilinmesi ve kamuoyunun önüne çıkması konusunda büyük endişeler taşıyor, yaşayacağı sorunların büyüyeceğini düşünüyor. Öyle ki insanlar, yaşadıkları haksızlıkların, hukuksuzlukların bilinmesinden dahi korktukları bir yargı sisteminin eline düşmüş durumda şu an.

Mağdur "FETÖ üyeliği" suçlamasıyla tutuklanmış ve ilk derece mahkemesince silahlı örgüt üyeliğinden yedi buçuk yıl cezaya hükmedilmiş, istinaf da başvurusunu reddettiği için karar onanarak Yargıtaya taşınmış. Mağdur kocasıyla birlikte evinin yakınlarındaki pazar yerine alışveriş için gittiği sırada polis kendilerini durdurmuş ve eşi hakkında yakalama kararı olduğu kendilerine söylenmiş. Mağdur hakkında hiçbir soruşturma, yakalama veya gözaltına alma kararı yok. Ancak polisin yoğun telefon trafiğinden sonra kendisi hakkında da gözaltı kararı verildiği söylenmiş ve on günlük gözaltının sonunda da sulh ceza hâkimliği tarafından tutuklanmış.

Dava dosyasına göre, gözaltı gerekçesi, aynı gün Emniyete e-posta yoluyla gelen isimsiz bir ihbardan ibaret. İstanbul polisine sabah 07.30'da gelen ihbarda isimler ve kullandıkları aracın plakası verilerek "Firari baş FETÖ'cü, avukat karısı tarafından kaçırılacak. Şu adreste şu plakalı kırmızı araba içinde gördüm. Yetişin, yakalayın." yazmakta. Polis de bu ihbar üzerine akşam saatlerinde belirtilen adrese gitmiş ve gözaltı işlemini gerçekleştirmiş.

O gün için polisin mağdurla ilgili elindeki tek veri, e-posta yoluyla gelen isimsiz bir ihbardan ibaret. İhbarda "FETÖ'cü" denilen karı kocanın görüldüğü söylenen yer, evlerinin yakını; gözaltının yapıldığı yer de semt pazarı; "suç" diye nitelenen, gerçekleştirilen fiil de pazar alışverişi yapmak ama ihbara bakarsanız, kadın kocasını kaçırıyor. Buradan yola çıkarak "Suçüstü yapılmış." diyebilirsiniz. Peki, suç nedir, FETÖ'cü olduğu iddia edilen eşiyle birlikte semt pazarından alışveriş yapmak mı? Hakkında hiçbir adli soruşturma yok, suçüstü hâli yok ama iki yıldır süren bir hapislik var.

Bir an için ihbarın bir soruşturma açılmasına yeterli bir veri olacağı kabul edilse dahi savcıların temel görevi gerçeği araştırmak değil mi? Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 160/1'inci maddesi bunun için var, değil mi? Aynı maddenin (2)'nci fıkrası da savcıların şüphelilerin haklarını korumakla yükümlü olduğundan bahsediyor. Yasal mevzuat, düzenleme var ama masumiyet karinesi liyakatsiz yargı mensuplarının elinde hukuktan mahrumiyet karinesine dönüştüğü için, değil hukuka kanunlara bile bağlı bir savcı yok maalesef.

"Kadın kocasını kaçırıyor." denmiş ama araçlarında herhangi bir suç unsuruna rastlanmamış. Evde 1 dizüstü bilgisayar, 2 tane telefon bulunmuş ama dava dosyasında bu dijital delillerle ilgili herhangi bir inceleme, çözüm tutanağı, rapor yok ama iddianamede şu var: "Dijital materyaller üzerinde yapılan inceleme işlemleri Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğündeki iş yoğunluğu nedeniyle henüz tamamlanmamış olup inceleme sonuçları geldiğinde dosyasına gönderilecektir." Ama dijital inceleme sonucunu beklemeden dosya karara bağlanmış. Nasıl mı? Sulh ceza hâkimlerinin ezber gerekçelerle tutukladığı şüpheliye yaklaşık bir ay sonra iddianame düzenlenmiş, âdet olduğu üzere silahlı örgüt üyeliği suçlaması yöneltilmiş. İddianameyi kabul eden mahkeme, tensip tutanağında Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumuna yazı yazarak şüphelinin byLock kullanıcısı olup olmadığına dair bilgi ve içerik tespiti yapılmasını istemiş. Ancak davanın ilk celsesinde mahkeme, byLock'la ilgili bu delillerin dosyaya bir katkı sağlamayacağı kanaatine vararak toplanmaktan vazgeçilmesine karar vermiş; delil toplanmasından vazgeçmekle kalmadığı gibi, daha ilk celsede esas hakkında mütalaa için de dosyanın savcılığa verilmesine ve bir hafta sonraya da duruşma günü verilmesine karar vermiş. Neyse ki bir hafta sonraki duruşmada savcı bey ya da savcı hanım mütalaayı hazırlayamadığı için bu sefer aceleden vazgeçmişler, iki ay sonraya gün vermişler.

Mahkemenin toplanmasından vazgeçtiği delillerden olan BTK'ye yazılan yazının cevabı da her nasılsa bir sonraki celsede dosyaya girmiş. Mağdurun byLock kullanıcısı olduğuna ilişkin BTK kaydı, adli yargıda delil olarak kullanılması yasak olan MİT verilerine dayandırılmış. Kamuoyunda "Mor Beyin" olarak bilinen vakayla MİT'in byLock'la ilgili iddialarının ne kadar güvenilir olduğu da ayrı bir tartışma konusu ki sanığın da buna dair bir iddiası var.

Mahkemenin mahkûmiyet hükmünün de temelini oluşturan BTK kaydına göre, sanığın 2015 yılının son altı ayında toplamda 472 kez byLock denilen programa giriş yaptığı iddia edilmiş. Ancak byLock bağlantısı olduğu iddia edilen kayıtlar ile HTS kayıtları arasında tutarsızlık var yani byLock kaydı kendisini Ümraniye'de gösterirken HTS kaydı Başakşehir'de olduğunu söylüyor. Tam Mor Beyin meselesinde karşınıza çıkan bir iş bu yani. ByLock içerik kaydı ise dosyada hiçbir zaman bulunmamış.

Karar duruşmasını SEGBİS bağlantısı dahi olmadan ve sanıksız gerçekleştiren mahkeme, daha önce, dosyaya katkı sağlamayacağı kanaatiyle toplanmasından vazgeçtiği BTK'den gelen ve çelişkiler barındıran kayıtları bu kez de mahkûmiyet hükmünde delil olarak değerlendirmiş. Şüphelinin ikametinde hukuka aykırı olarak el konulan dijital materyallere ilişkin olan ve iddianamede iş yoğunluğu sebebiyle yetişemediği söylenen rapor ise hüküm verildiği sırada dosyaya dahi girmemiş.

İddianamesi fezlekeden, ilk derece mahkemesinin kararı iddianameden, istinaf mahkemesinin kararı da ilk derece mahkemesinin kararından kopyalanarak hüküm kurulan bu davada, sanığın atılı suçu işlediğine dair delil teşkil ettiği söylenen diğer şeyler ise Bank Asya hesap hareketleri ve SGK kayıtları. Bank Asya hesabında 31 Aralık 2013 ile 24 Aralık 2014 tarihleri arasında gözlemlendiği iddia edilen, "olağandışı" denilen kayda değer hesap artışı toplamda 17 bin lira ve örgüt lideri Fetullah Gülen'in çağrısından neredeyse bir yıl sonra bu hesap hareketi gerçekleşmiş. SGK kayıtlarında örgütle bağlantılı olduğu söylenen bir kısım kurumlardan prim ödemesi yapılması işi ise yaygın bir Türkiye hikâyesi. Sanığın kendi iddiasına göre, SGK kayıtlarında görünen çalışmaları emeklilik hakkı kazanabilmek için kâğıt üzerinde ve düzenli olarak gerçekleştirilmemiş. Yirmi üç yıl önce üniversiteden mezun olmasına rağmen prim ödeme toplam süresi sekiz yılı geçmiyor.

Bu savunma yalan dahi olsa, bu iddianın örgüt üyeliği suçlamasına delil teşkil edebilmesi hukuken söz konusu olabilir mi? Öyle ise Bank Asyayla maaş ödemesi anlaşması yapan ya da çeşitli kredi ilişkilerine giren kamu kurumlarının sorumlularını ve onlara talimat verenleri tutuklatacak mıyız?

Günümüzün muktedirleri olan sizler "AKP" adıyla yola çıktığınızda kendinizden olmayanların desteğini de almıştınız. Onlar, o dönemin berbat hukukunun düzeltilerek çağdaşlarıyla eşit düzeye getirilip hukukun üstün olacağına olan inançla, hak etmediğiniz hâlde, ülkenin demokratikleşmesi umudunun taşıyıcısı olarak sizleri görmek istediler. Sizlerden değillerdi ama sizleri de kendileri gibi, değişmesi gereken sistemin karşıtı olarak kodlayan bir liberal iyimserlik nedeniyle kandırılmaları zor olmadı. Bu kandırılma ilişkisinde, kısa süre sonra iktidar ortağınız hâline dönüşecek olan ve şimdi "FETÖ" diye kodladığınız, bir dizi hukuksuzluğa birlikte imza attığınız suç ortağınız Gülen cemaatinin katkısı da yadsınamaz. Cemaat sizi hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip devleti tüm kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapan sizler, şimdi ise kandırıldığınıza inanmamızı istiyorsunuz; hâlbuki birlikte kandırmaya çalıştınız.

Tarihsel geçmişinizdeki husumetlere bakarak "zoraki nikâh" diye tanımlayacağımız cemaatle olan birlikteliğiniz, mal paylaşımı nedeniyle 15 Temmuz kalkışmasına kadar uzanan çirkin bir boşanma süreciyle sona erdi. 15 Temmuz sonrasında kadrolarının üçte 1'ini ihraç edip bir çoğunu tutukladığınız yargıda cemaatten doğan boşluğu kendi kadrolarınızla doldurdunuz. Aslolan liyakat değil biat; geçmişte Hocaefendi'ye secde edilirdi, şimdi "reis" dediğiniz liderinize ediliyor. Bu yüzdendir ki liyakatle sahip olunamayan makam ve mevkilerde oturanlar var güçleriyle adaletsizliğe tutunuyor, hukuksuzluğa göz yumuyor, hukuksuzluk üzerine kurulu bir düzenin suç ortağına dönüşüyor. Geçmişte cemaat yargısı aracı kılınarak yapılan hukuksuzluklar, şimdi AKP yargısı olduğu iddia edilenler tarafından gerçekleştirilmekte.

Bir cemaat soruşturmasının unsurlarını sayarak cemaat yargısı nedir, nasıl işler, hangi yöntemleri kullanırdı bir hatırlayalım: İsimsiz ihbar; gizli tanık; sahte, uydurma delil; delilden suçluya gidilmesi yerine önce suçlu yaratılarak sonradan delil toplanması ve kanıt yerine kanılarla yetinilmesi; kısıtlılık kararı ve bunun savunmanın dosyadan bir çöp dahi alamayacağı şekilde uygulanması; soruşturmanın gizliliği ihlal edilerek dosyanın yandaş medyaya sızdırılması; kamuoyunun tutuklamalara inandırılması için bu sızdırılan belgelere bire bin katıp yalan haber yapılması, masumiyet karinesine yandaş medya saldırısı; terör örgütü üyeliği suçlaması; ne yasaya ne de uluslararası sözleşmelere ve kararlara bakılmaksızın gerçekleştirilen hukuka bariz aykırılıklarla sakat tutuklama; tutuklamaya ilişkin hükümler başta olmak üzere ceza usul hukukunun devre dışı bırakılması; tutuklamanın önlem olmaktan çıkarılarak cezaya dönüştürülmesi; tutuklamanın siyasal iktidarca yani sizler tarafından sahiplenilmesi; polis fezlekesinin iddianameye dönüştürülmesi; ilgili ilgisiz sayısız evrakı, içindeki özel hayata ilişkin verileri de gözetmeden dosyaya boca edip içinde çok delil varmış algısı yaratmak ve nihayet tüm bunları yürüten cemaatçi bir savcı.

Aranızdan bir tekiniz dahi, cemaatin yargı içindeki çetesinin bu yöntemlerinin şimdinin yargı mensuplarınca hem de daha pespaye biçimde yapıldığına itiraz edemez. Ama bunu dile getiremeyeceğinizi düşünüyorum çünkü kendinizden olmayanlar için geçerli olan hukuki güvencesizlik eğer hakikati örtbas etmekten cayarsanız sizler için de geçerli. İster iktidar yanlısı isterse muhalif olunsun aslolanın, neye karşı geldiğimizden ziyade neyi savunamadığımız olduğunu düşünüyorum. Doğrunun yanında duramıyor olabilirsiniz, bir doğru da görmüyor olabilirsiniz fakat yanlışın, yalanın, riyanın yanında durulmaz. Bilmelisiniz ki hakikati söylemenin gücü iktidara tapınmanın gücünden daha uzun sürer.

Siyasal tarih, hukuku, nefretinin aracı hâline getirerek yargı eliyle intikam almaya kalkışmayı diktatörlerin yöntemi olarak tarif ediyor. Güçlülerin hukukunun geçerli olduğu dikta rejimlerinde de adliyeler, adaleti yutan kara deliklere dönüşürler. Hâl böyleyken güce sahip olan ile o güce biat edenlerin menfaatleri arasındaki dengenin toplamından da adalet çıkmaz. Toplumun imkânsız bütünlüğünü sağlayacak tek şey, sıklıkla yaptığınız üzere sahte birlik beraberlik söylemleri değil; eşitlik, demokrasi ve barışla tesis edilmiş bir adaleti kalıcı ve yaygın kılmaktır. Bu da ancak hukukun üstünlüğüne inanan ve bu hâliyle toplumun ona duyduğu inançtan beslenen en önemli güvence olan bir yargıyla gerçekleşebilir.

Böyle gelmiş olabilir ama bilin ki böyle gitmez, gitmemeli. Ancak, mevcut tabloya bakarak ve bugün zulmedenlerin yarın nelerle karşılaşacağını öngörebilecek kadar deneyimimiz ve tarih bilgimize dayanarak söylüyoruz ki her türlü hukuksuzluğunuzun örtüsü olan çoğunlukçuluğun verdiği yetkiyle böyle gitmesine karar verirseniz, bilin ki hiç kimsenin garantisi yoktur, reisiniz dâhil sizin de.

Beni daha önce cemaatle birlikte "Ergenekoncu" olarak tutuklatmıştınız, yakın geçmişte de bu sefer cemaatin tutukladığı birisi olmama rağmen "FETÖ'cü" diyerek tutuklattınız. Bunun çelişkisini siz açıklarsanız uygun bir fırsatta... İstinaf mahkemesi, bugün, benimle birlikte diğer Cumhuriyet gazetesi çalışanları ve yöneticileriyle ilgili davamızda ilk derece mahkemesinin kararını onadı. İlk derece mahkemesi ile istinat mahkemesinin tetikçiliği arasında hiçbir fark yok. Bu karara diyeceğimi de zaten mahkemede söylemiştim, tekrara gerek yok ama yargının hâlini bir kez daha ortaya koyan bu karara ilişkin söyleyeceğimi, değişiklik yaparak Shakespeare'den bir alıntıyla bitirmek istiyorum: "İn cin top oynuyor cehennemde, tekmili birden yargıya doluşmuş iblislerin."

Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)