GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:47
Tarih:17.01.2019

İYİ PARTİ GRUBU ADINA YAVUZ AĞIRALİOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlarım.

Dün akşam mutabık kaldık bugün biraz hızlı çalışacağız diye. Bazı maddelerde, EPDK'den yetkililerle, Bakanlıktan bazı yetkililerle itirazımız olan bazı maddeler hususunda mutabık kalıp onlarla ilgili konuşma yapmayalım diye bir hassasiyet gelişmişti. Bir özürle başlıyorum. Başka bir siyasi mecrada, başka bir siyasi zeminde konuşabilme imkânımız çok fazla olmadığı için, sesimizi, sözümüzü milletimizin duyabileceği buradan başka elimizde bir mikrofon olmadığı için grubun mutabakatı şuna döndü: Konuşabildiğimiz kadar konuşalım, her maddede konuşalım. Dolayısıyla dün mutabık kaldığımızın hilafına davranacağız, her maddede konuşacağız.

Hükûmetin "Hızlı karar alalım." hevesinde bizim önümüze getirdiği kanunların bir yeknesaklığı yok, konu birliği yok, konu bütünlüğü yok. Konu bütünlüğü olmaz bu torba kanunlar içerisinde; 4, 9, 19, her şeyi bir arada söylemek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla aslında bu savrulmanın bize verdiği bir imkânda, Gelir Vergisi Kanunu'nu havi bir yasa içinde, LPG dolumu, taşınması, nakledilmesi ya da dolum istasyonu olmadan satılması, FIFA, ev hanımlarının KDV'den muafiyeti, hepsini bir arada konuşmak zorunda kaldığımız bir kanun hercümerci içerisinde biz de dilimizden dökülen ne kadar iş varsa millet vicdanında makes bulacak, onları söylemeye imkân bulalım istedik.

Şimdi, hususiyetle, belediye seçimlerine giriyoruz, bu hızın arkasında "Bir an önce seçim bölgelerimize gönderilelim." mazeretleri vardır. Maalesef, bu seçim sathına girerken -ne siyasal iklim ne siyasetçilerimizin dili ne siyasetin gündemi- memleketin şehirlerini yönetme iddiasının, projelerinin, memleketin şehirlerini inşa etme kabiliyetinin, o şehirlerde yaşayan insanlara vadedilen siyasi, içtimai, idari maharetin ya da bin yıllık tarihî terkibin içerisinde bu topraklarda yaşadığımız tarihî sükûnetin cümleleri yok. Dolayısıyla ben, beni bağışlarsanız, böyle 20, 20 tahsis edilmiş grup başkan vekilliği konuşmalarını, her birini ızdırabımıza konu olacak bir problemin üstüne ayna tutmak gibi bir kasta bağlayarak konuşacağım.

Yerel yönetimlere girdiğimiz için, aslında şehri, şehir üstünde hizmet imkânını elimize geçirdiğimiz belediye başkanlıkları marifetiyle şehirlerimize iyilik diye ettiğimiz kötülükleri, elimizdeki siyasi, idari yönetme kabiliyetini kullanırken oluşturduğumuz iktisadi büyüklükleri pay ederken, taksim ederken, bunları bizim siyasi vizyonumuza yakın yerlere imkân olarak sunarken, oralarda sebep olduğumuz fikrî iltihaplanmanın devlet bürokrasisinde sebep olduğu tefessühü, her şeyi konuşabilmemiz lazım. Dolayısıyla, ben, bugün, konuşmamın bir bölümünü, belediyecilik üzerinden şehirciliğimize, şehirlerimize hizmet etmek, şehir emini olmak mesuliyeti altında olan belediye başkanlarımızın, oluşan iktisadi büyüklükleri paylaştırırken yetkileriyle orantısız bir şekilde sebep oldukları zenginliğin urlaşması üzerinden üretimimize yapılan suikasta getireceğim.

Arkadaşlar, doktorlarımız, maharetli doktorlarımız, muhatap oldukları insana muayene etme kastıyla bakmasalar bile, konuştukları insanların yüzlerinin renginden, göz altı torbalarından, gözlerindeki sarılıktan, tırnaklarındaki beyazdan, yürüyüşlerindeki aksaklıktan, telaffuzlarındaki bozukluktan, her birini bir hastalığa alamet sayacak şekilde, bizde bir hastalığın teşhisine dönecek maharetin iradesini söyleyen insanlardır. Aslında, bizim bünyemizin de görünen yeri, şehirlerimizin görünen yeri, binalar, sokaklar, caddeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, çeşmeler, camiler, imaretler, şehir hastaneleri falan. Bütün bu şehrin içerisinde bizim yönetme maharetimiz, aslında, bir doktorun bir insana bakınca ne gördüğünden kinaye, bir şehre bakınca bir millette ne gördüğünüze mehaz bir şeydir. Şehirlerimize, İstanbul'a, Ankara'ya, Bursa'ya, Trabzon'a, Osmaniye'ye, Adana'ya, nereyi ayırırsınız bilmiyorum, herkes kendi seçim muhitinden benim dediklerime alamet olacak bir şeyi düşünsün, tasavvur etsin istirham ediyorum. 1 metreye 1 metre bir camdan İstanbul'u görebilecek bir münevvere, 1 metreye 1 metrelik bir camdan Trabzon'u görecek bir toplum bilimciye, sosyoloğa, İbni Haldun'dan kinaye vatan millet ızdırabını da şahsiyetiyle, hizmet ahlakıyla buluşturmuş bir entelektüele 1 metreye 1 metrelik bir camdan bakabilme imkânı verdiğiniz zaman, tıpkı bir doktorun hastasına baktığı zaman gördüklerinden daha korkunç bir şey görünüyor arkadaşlar. Ben, bütün hikâyesi 1 metrelik bir camdan görünen bir millet olmaklığımıza cümle kurması gerekirken bu milletin, şehirciliğini siyasi savaşa dönüştürüyor olmasının ızdırabıyla bu kürsüdeyim; 1960'lara gelene kadar büyük kalkınmanın -Adnan Menderes özelinde söylüyorum- tek partili hayattan çok partili hayata geçişimizin, köyden kente göçüşümüzün, köyü kente taşıyışımızın arkasında savrulan şehirciliğimiz.

"Cadde açacağız." diye yüzlerce camiyi yıkıp -dünyanın en müstesna şehrinde- aslında binlerce yıl muhafaza edilmesi gereken bir şehri "Cadde açacağız." şehvetine kurban edip ondan sonra oralara doldurduğumuz, dünyanın en güzel şehrine doldurduğumuz insanlara yaşayacaklar diye, imkân diye sunduğumuz mahallelerde elli altmış yıldır -şehrin onların üzerinde hiçbir tesiri olmayacak- büyük bir kalkanı, büyük bir gettolaşmayı oluşturup buna "belediyecilik" dedik arkadaşlar.

Benim 1950'lerde, 1955'lerde İstanbul'a göçmüş akrabalarım var. Şehir, tabiatında medenilik olan -yani Medine'den kinaye- yerin merkezidir. Altmış senedir İstanbul'da yaşayan Trabzonluların daha dün Trabzon'dan gelmiş gibi konuşuyor olması şehrin öldüğüne alamettir çünkü şehir aslında şiiriyle de diliyle de yaşayan bir varlık gibidir. Kendisine misafir olarak gelen, sonra burada konaklamaya kastetmiş olan insanları dönüştüremeyen şehir aslında şehir değildir. Dolayısıyla biz Türk şehrini kaybederken Türk irfanını da kaybetmiş olduğumuzu gördük. Türk şehrini kaybettik; Türk irfanı kaybolunca neler kaybolduğunu 15 Temmuzda gördük.

Yirmi dakikaya sığdıramayacağım, belki sekiz on saat konuşmam gereken bir mevzu bu.

Kaybedilmiş Türk irfanının, yönetim maharetinin, şehir inşa edebilme, şehirlerle beraber insanı yaşatabilme iradesinin, "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." ahlakının temayüz ettiği şehirler, sükûnet şehirleri, karşılıksız tebessümlerin, pazarlıksız iyiliklerin, darda, yoklukta, açlıkta kalmışların sığınabileceği emin liman şehirler aslında. Bu şehirlerin arkasında Türk sükûnetinin, Türk milletine ait irfanın, medeniyetin eminliği vardır.

Ahmet Turan Alkan'ın "Trabzon Kamyoncuları" diye bir küçük yazısı var, belki okuyanlarınız vardır. Emin insanların yönettiği şehirler, emin insanların yaşadığı ülkeler... Niye? Peygamberi emin olan ümmetin ülkesi aslında. Bunu niçin söylüyorum? Erzurum'un soğuğunda, Çatak'ın soğuğunda, Van'da öğretmen okulunda okuyan çocuklarına araba bekleyen Erzurumlu anne babaların yoldan geçen kamyonları durdurarak "Oğlum nereye gidiyorsunuz?" suallerine "İran'a." cevabı verildikten sonra "Evlatlarımız size emanet, bunları Van'da -kız çocuklarını emanet ediyor- öğretmen okuluna teslim edin lütfen." Emin insanların ülkesiydi ülkemiz. Şimdi, bırakın kız çocuklarımızı, erkek çocuklarımızı bu kabil bir teslimiyet duygusuyla kimseye veremiyoruz. Şehirlerimizin bir eminlik hissine teslim olabileceği iklim, hukukun hâkim olduğu iklimdir.

Kaybettiğimiz şehirler, bizi 15 Temmuza kadar getiren süreç içerisinde -bugün yaşadığımız iktisadi krize de atıf yaparak söylüyorum- imar, emsal artışları içerisinde, daha fazla kazanma şehvetinin şehirleri. 1 metreye 1 metre bir camdan, bir doktorun hastasına baktığı gibi bakan bir münevverin bize söyleyecekleri şunlar arkadaşlar; bir siluet şeklinde, İstanbul'un hâkim tepesinden İstanbul'a bakanın ilk göreceği şey: "Bu şehirde belediyeler imar, emsal usulsüzlükleri yapmaktadır." Birinci sonuç. İkinci sonuç: Bu siyasi nüfuzu elinde bulunduranlar ile bu siyasi nüfuzdan istifade edenlerin haksız kazancı Türkiye'de alın terini yetim bırakır. Yetim bırakılmış alın teri üretimden çekilip ranta teslim olur. Bu ülkede bu hukuksuzluğu, bu usulsüzlüğü gören yargı töhmet altındadır. Yargının töhmet altında kalmasına sebep olan şey, gördüğü yanlışlığı düzeltemeyecek olan eğitimin tefessüh etmesidir. Eğitim de aslında bitmiştir. Eğitimin böyle teslim olmuş olması, ülkenin bundan sonra itibarlı bir devlet nizamını tesis edemeyeceğine mehazdır. Aslında 1 metrelik bir camdan görünen şey arkadaşlar, Türk toplumunun büyük iddialarından ricat etmesine alamet bir şeydir. Bütün hikâyesi 1 metrelik camdan görünen ülke, istikbale dair ne türlü cümle kuracaktır? Bütün derinliği, bütün tarihî perspektifi, bütün iddiaları 1 metrelik bir camda değerlendirilebilecek bir ülke geleceğinden nasıl emin olacaktır? Şehir eminini seçeceğiz. Seçtiğimiz şehir eminlerinin bize, daha önce seçtiklerimizden farklı ne söylediklerini duyuyorsunuz? Hiçbir şey. İmar emsal artışlarıyla bürokrasisini kirleten, imara açılacak arazileri önceden yakınlarına söyleyip oralarda kooperatifler kurduran, sonra, beş para etmez tarlalarda imarın nerelerden geçeceği haberi üzerinde "kendilerine sığınacak bir ev" gibi masum bir cümlenin arkasında, milyon dolarlık villalarda oturmayı kendilerine hak gören Müslümanlığımızın, mukaddesatçılığımızın pespayeliğiydi konuşulacaklar aslında. Konuşamadık. Sonra, imar emsal artışlarının keşfinden doğan rantın paylaşımından doğan gücün, devleti -yönetmeyi değil bakın- teşebbüs ettikleri -yönetmek değil- ele geçirme şehvetinin azgınlığı içerisinde kavga arkadaşlar. Şimdi bugün iktisadi kriz... O da şehirciliğimizin maharetsizliği içerisinde oluşan ranttan, yurt dışına kaçırılanlar yüzünden öyle oldu.

Dolayısıyla farkında mısınız ki aslında bir şeyi kaybedince her şeyi kaybediyoruz. Şehirde şehrin emini olduğu duygusunu kaybetmiş bir belediye başkanı kurumsallaştırdığı bir iradeyle diğer belediyelere emsal oluyorsa, aslında belediye başkanını değil yurdu kaybediyoruz arkadaşlar, ülkeyi kaybediyoruz arkadaşlar, alın terini kaybediyoruz arkadaşlar. Üretimi elli senedir sanayide yapan bir adamın, elli senedir üreterek para kazanan bir sanayicinin bir bina yapınca kazanamayacağı kadar parayı imar emsal artışıyla kazandırırsanız insanlara, insanları üretimde tutamazsınız arkadaşlar. Dolayısıyla bugün karşı karşıya bulunduğumuz, karşı karşıya kaldığımız ağır iktisadi krizin arkasında üretimi yetim bırakan, rantı önceleyen, rantı da kendi yakınında durmaya göre şahsiyete, suikasta döndüren bir AK PARTİ belediye maharetsizliği vardır arkadaşlar. Bu, bizim sadece AK PARTİ'yi tenkit etmek için söyleyebileceğimiz bir iş değil. Bu, aslında "Türk milleti olarak biz var olacağız, bu milletlerarası yarışta insanlık lehine bu yarışı göğüsleyeceğiz, burada koşacağız." diyen bir iddianın ilk düşünülmesi gereken yerdir arkadaşlar. Bugün burada biz belediyecilik üzerinden, bakın, nereleri konuşabiliyoruz; şehri konuşurken krizi, krizi konuşurken rantı, 15 Temmuzu bile konuşabiliyoruz. Çünkü şehrin oluşturduğu rantta... Bakın, arkadaşlar, 15 Temmuzdan sonra gayrimenkul nakilleri, değişiklikleri, tapu devirleri, bu tapu devirlerinden doğan rantın yurt dışına kaçırılması üzerinden de bu meseleye bir bakın, ne dediğimi anlayacaksınız; milyarlarca dolarlık rant.

Bir bakanımıza -ismini vermeyeyim, şimdi nihayetinde belediye başkan adayı- dedim ki bizim mukaddesatçılığımızın iktidarında çıkara çıkara Ali Ağaoğlu gibi birini çıkardık biz.

BÜLENT TURAN (Çanakkale) - Yapma, o vardı zaten ya.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Bak, bunu çıkardık. Bir şey söyledim, istirham ediyorum, bir şey söyledim.

Bakan, sitemime şöyle mukabele etti: "Bana mesai saati bitmek üzereyken bir evrak geldi. 'İmzalar mısınız, imzalamaz mısınız?' diye bana o kâğıdı getiren arkadaşıma şu anda imzalayamam, okuyamam." dedim. Dedi ki: " 'Efendim, birtakım tazminatlar, yükümlülükler falan doğurabilir dolayısıyla ben bunu imzalamanızı...' falan derken mukabele ettim. İmzalamayacağım, okumadan imzalamayacağım." Benim sitemime mukabele ettiği için anlatıyorum. Bir de sordum kendisine "Ben bunu sağda solda sohbet ederken anlatabilir miyim?" diye. "Anlatabilirsiniz." dediği için anlatıyorum, emanete ihanet etmiş olmayayım, söyleyeyim yani.

İSMAİL TAMER (Kayseri) - O kadar dürüstsün, doğru.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Dedi ki: "İmzalarsınız imzalamazsınız..." Bakın, muvazaa böyle. Demiş ki: "Oğlum imzalamayacağım." Böyle deyince -efendim, Ali Ağaoğlu'nun ilgili evrak- o zaman tekrar kızdım "'Niçin söylemiyorsun bana neyi imzaladığımı?' dedim." diyor. Demiş ki: "Efendim, imzalamıyorum, bunu imzalamıyorum."

Şimdi, bakın arkadaşlar "Bunu imzalasaydım 90 bin metrekare olan inşaatı 180 bin metrekare yapacaktım." diyor, "90 bin metrekare olan inşaat ruhsatını 180 bin metrekare yapacaktım." diyor arkadaşlar. Dairenin tanesi 1 milyon. Bir imzanın bağlı olduğu rakamın bu kadar korkunç olduğu bir ülkede, alın teri cümlesini kurmak istiyorsa Hükûmet, bu işleri kayıt altına alacak, bu işler öyle kolay işler değil. Bu, bir kere tevafuk edip denk gelen, bu, bir kere birisinin hassasiyetine takılan; takılamayanları siz sayın, ben size bunun gibi 50 bin tane sayarım. Bizim mukaddesatçılığımızı kirleten şeyi söylüyorum ben size şimdi. Burada var, bizim ömrümüz bu işlerin içerisinde geçti, sizler gibi. Bakın nasıl iltihap kapıyor bünye? Yani sadece mesele, bir belediye başkanlığı seçiminden doğan yetkiyi kullanmak değil.

Efendim, masumane bir cümle bu; belediye başkanımız mesuliyetlerinden, maneviyata dair sorumluluklarından, dünya ahiret hazırlıklarından kinaye cümle kuruyor. Kime? İş adamına. Diyor ki: "Siz bu binaları yaptınız, binalar biraz gözümüze küçük geldi. Sizin bu bina küçük geldiği için buraları biraz artırabiliriz." İş adamı için böyle bir cümle, çok böyle reddedilebilir bir cümle değildir. Diyor ki: "Başkanım sizin takdiriniz tabii ki, siz nasıl tensip buyurursanız biz size uyarız." Bu "Biz size uyarız, sizin takdiriniz, tensibiniz." diye kurulan cümleler arasında artan imar emsalleri şöyle bir şeye sebep oluyor: 400-500 daire artışına. 400-500 daire artışı, işte -büyüklük olarak- daireler 500 bin liradan başlarsa hesaplayın lütfen büyüklüğünü.

Bunu şunun için arz ediyorum, şimdi, şöyle oluyor, küçük bir rica ondan sonra, diyor ki: "Size bu kadar jest yapmış olduk, sizin de filanca hoca efendinin, filanca cemaatin, filanca STK'nin okullarına, yurtlarına bir hayır katkınız olursa çok mesrur oluruz." "Sayın Başkanım, sizin ricanız bizim emir telakki edeceğimiz bir şeydir." Şimdi, üçlü ayağını anlattığım iş böyle, bunun yüzlerce örneği olduğu için söylüyorum.

Efendim, ne oluyor? 500 tane daire artırılmış oluyor, 50 tanesini satıp okul yapıyorsunuz; filanca STK'ye, mesela FETÖ'cülere okul yapmışsınız, buralarda da yapıldığı için söylüyorum. O 50 daireyi satınca 450 daire kârımız var bizim aslında müteahhit olarak, 450 daire kârda.

Şimdi, mizansen şu: Daireyi veren belediye başkanı Ömer bin Abdülaziz, zannedersin öyle. Yani daireyi verirken, bunlara imar, emsal artışları yaparken hassasiyet gösterip mukaddesatçılığı adına "Efendim, size böyle bir şey yapalım ama siz de filanca hocaya okul yapın." diye tahsis edilmiş okuldan bahsediyorum arkadaşlar, yüzlerce var böyle. Ömer bin Abdülaziz, iş adamı; Hazreti Ebubekir mübarek -yani çok cömert- kendisine bağış yapılanlar da Ashabısuffa. Aslında bunun adı tam olarak şu arkadaşlar: Belediye başkanından böyle bir şeye tevessül eden, hırsız; belediye başkanından böyle imtiyazla para kazanmayı meşru gören, alçak; onlardan bu parayı alan, onlardan bu parayı alınca da Allah'ın rızasına koşacağını zanneden de ahmak! (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Şimdi, bunların üçünün terkibinden doğan, harama bulaşmış şehvetten doğacak olan da 15 Temmuzdu arkadaşlar. Bundan Endülüs çıkmazdı zaten, bundan bir medeniyet çıkmazdı; bundan 15 Temmuz çıkacaktı, o çıktı.(İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Biz, aslında, rüzgâr ektik, biçtiğimiz fırtınadır.

Şimdi, dolayısıyla Batılılar bu işi çözmüşler arkadaşlar. Biz böyle bir iradeye kurban olacağız. Böyle olunca Müslüman olacağız, Türk olacağız; kuralı koyacağız, kurala uyacağız. Batılılar bu işi kurala uyarak çözdüler. Şark toplumlarının galip hususiyeti, delillere değil de kabullere itibar etmektir. Bizim beylik cümlelerimiz hep şöyledir: "Ya, Müslüman adam çalmaz." Kimin çalıp kimin çalmayacağına bakmayalım, hırsızlığı tanımlayalım, salahiyeti tanımlayalım; bir belediye başkanına istediği adamı istediği kadar zengin edebilme imtiyazı vermeyelim. Arkadaşlar, Almanya'da, İngiltere'de belediye başkanlarına, devlet başkanlarına, birinin evine 5 metrekare ilave yaptırtamazsınız, istifa sebebidir. Merkel, birisine "Odana 10 metrekare ilave yap. Bir şey sorarlarsa da beni söyle." diyemez arkadaşlar.

Arkadaşlar, biz, bir imzaya bağlı, 90 bin metrekarelerin verilebildiği bir ülkede, İbni Arabî, İbni Rüşd, Mevlâna, Yunus, hak, hukuk, bunlarla ilgili -istirham ediyorum- bir an önce toparlanmaz isek bu Türk yurdu viran olur. Seçimlerin galibi olursunuz, sizin siyasi kuvvetinizden, kudretinizden insanlar size itiraz edemeyecek hâle gelir ama bizim irfanımızdan neşet edecek şey, korkudan tabiiyet değildir, saygıdan, hürmetten sadakattir. Bizim iktidarınızdan, sizin iktidarınızdan neşet edecek olan şey, şudur: Ne zarif insanlarsınız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun, tamamlayın Sayın Ağıralioğlu.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Ben, münhasıran belediye seçimleri üzerinden elimize geçecek yönetme imkânını şöyle kullanmamız gerektiğine inananlardanım: Allah'tan korkmak lazım.

Canınızı birazcık sıkmış olabilirim, bir latifeyle bitireyim. Bir devlet adamı için anlatılır, adını da vermeyeyim, belki ondan kinaye türetilmiştir ama kıymetli bulduğum için söyleyeceğim. Bir devlet adamı, birisine sual ediyor, diyor ki: "Ben mi büyüğüm, filanca mı büyük?" Ahali "Siz büyüksünüz efendim." diyor. Diyor ki: "Niçin?" "O bahse konu şahıs, İngiltere'den korkardı; siz, İngiltere'den korkmuyorsunuz." diyor. Sonra bizimki diyor ki: "Ondan önceki mi büyüktü, ben mi büyüğüm?" Adam "Zatıaliniz daha büyük çünkü o, Amerika'dan korkardı; siz, Amerika'dan da korkmuyorsunuz." diyor. Bizimki artık herhâlde cezbe hâlinde, hızını alamayıp diyor ki: "Hazreti Ömer mi büyüktü, ben mi büyüğüm?" "Efendim, zatıaliniz tabii ki büyük." diyor. Diyor ki: "Niye?" "O, Allah'tan korkardı, sen Allah'tan korkmuyorsun." diyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Bitiriyorum Başkanım.

BAŞKAN - Buyurun.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Biz, Cumhurbaşkanımızın ya da AK PARTİ'deki arkadaşlarımızın İngiltere'den korkmadıklarını söylemekten imtina etmeyelim, korkmayın. Amerika'dan korkmadığınızı söyleyelim, imtina etmeyelim ama sizin Allah'tan korkmadığınızı söylemekten imtina edelim. Dolayısıyla Hazreti Ömer'den büyük olmaya kalkmayın; Hazreti Ömer gibi olun, adaletli olun, Allah'tan korkun.

BÜLENT TURAN (Çanakkale) - Yanlış yanlış konuşuyorsunuz.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Bu elimizde yönetme imkânı olarak ne kadar mevzi varsa, bu mevzilerin bize doğurduğu imkânların hesabını sadece milletimize vermeyeceğiz, bunların hesabını, Allah'a da vereceğiz. Emin Peygamber'in ümmetine "şehirlerin emini" olarak hizmet edeceğiz. Yurdumuza, yurdumuzda yaşayan her inançtan, her mezhepten, her ekolden, her fikirden insanın huzur bulabileceği şehirler inşa edeceğiz. Gayretlerimiz bu istikamettedir.

İnsanlar kendilerine "iyi" diyerek iyi olmazlar. Bizim partimizin adı "İYİ", kastımız iyi, gayretimiz iyi, adımızın yazılması "İYİ", sağdan sola okunması "iyi", soldan sağa okusanız da "iyi" yani her türlü iyi. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Ama bakın şöyle diyorum: İnsanın ismi iyi olunca iyi olmaz, bilirim; kastı da, gayesi de iyi, akıbetimiz ne olur, Allah bilir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Bağlayın lütfen.

Son bir kez, bir dakika daha süre veriyorum.

Buyurun.

YAVUZ AĞIRALİOĞLU (Devamla) - Bitiriyorum Başkanım.

İsimlerimiz bizi kurtarsaydı Müslümanlığımız bizi kurtarırdı çünkü bizim adımız "Müslüman" yaptığımız hiçbir iş Müslüman işi değil. Dolayısıyla, isimlerin mukaddesliğinin arkasına sığınıyor değilim ama isimlerimizin mesuliyeti adına cümle kuruyorum. Yoksa, biz Müslüman'ız, bu kadar yalanı, bu kadar haramı, bu kadar talanı Müslümanlığımızla nasıl bir araya getireceğiz? Aslında, isimlerimiz mühim değil ama isimlerimizin bizi icbar ettiği sorumluluğu taşıma gayretinde bir seçime gidiyoruz.

Genel Kurulunuza hürmetlerimizle... (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Ağıralioğlu.