GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2017 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısının İlk Görüşmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:28
Tarih:10.12.2018

İYİ PARTİ GRUBU ADINA LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2017 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı üzerinde İYİ PARTİ Grubu adına söz aldım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Biz, aslında, burada bütçeyi değil, ekonomiyi konuşuyoruz, farkında mısınız? Zira, bütçe, ekonominin nasıl yerle yeksan olduğunu o kadar iyi anlatıyor ki rakamlara baktığınızda. Tek bir rakam vereceğim size: Bütçede 65 milyar lira yatırımlara harcanırken 117 milyar lira borç faizlerine ayrılmış yani bu bütçede 65 milyar lira yatırımlara ayırmışız, 117 milyar lira da faizlere. Yani dikkatinizi çekiyorum: Borç ödemeye değil, alınan borçların faizlerine. Borç yerinde duruyor, durmaya devam ediyor. Şimdi size soruyorum: Bugün burada konuştuğumuz bütçe mi, ekonomi mi? Kararı siz verin.

Her gittiğimiz yerde -sizlere de oluyordur- "Ne olacak bu memleketin hâli?" diye soruyorlar. Buna benzer bir durum, merhum 9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in başından geçmiş. Öyle bir anekdot anlatacağım size: Gazeteciler soruyorlar: "Sayın Demirel, memleketin durumu nasıl?" "Tek bir kelimeyle cevap vereyim isterseniz, iyi ama iki kelimeyle cevap vereyim isterseniz, iyi değil." demiş. Ben size üç kelimeyle söyleyeyim: Bu memleketin durumu hiç iyi değil. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Aslında, Türkiye'nin bütçe geleneği çok eskiye dayanıyor, yüz yıllarla ifade edebileceğimiz bir mali disiplin geleneğine sahip bir ülke burası. Osmanlı İmparatorluğu'nun oluşturduğu mali disiplin, cumhuriyetle de devam etti. Osmanlı İmparatorluğu, oluşturduğu mali disiplin ve yaptığı doğru bütçelerle kıtalara hükmetti, asırlara direnen kalıcı bir devlet kurdu. Balkanlardan Anadolu'ya, Afrika'nın Akdeniz kıyılarına kadar Osmanlı bütçesinden ayrılan kaynaklarla birçok hizmetler yaptı, o ülkelere ciddi eserler kazandırdı. Böylesine sağlam temellerin üzerine kurulmuş bir geleneğin şu andaki temsilcileriyiz bizler ama gelin görün ki yine Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde, ne zaman ki mali disiplinden uzaklaşıldı, ondan sonra tarihte yaşananlar, hepimiz için acı bir tecrübe oldu.

Osmanlı Devleti'nin ilk padişahı olan kurucusu Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi'ye devletin dayanması gereken mali sistem konusunda bir nasihat veriyor. Bakın, ne diyor, biliyor musunuz? "Ey oğul, beytülmali koru. Devletin servetini çoğaltmaya çalış. Sana ait olana kanaatle, gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın." Yani hiçbir işe gereğinden fazla para harcamamaya bilhassa özen göster, devlet hazinesini dolu tutmaya gayret et, devlet gelirlerini artırmak için de çareler üret diyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin bu sözleri, ilk yıllardan itibaren devlet maliyesine verdiği önemi, tutumlu davranılması, gereksiz harcamalar yapılmaması gerektiğini göstermesi bakımından çok önemli.

Osmanlı'nın bütçe anlayışında 1839 Tanzimat Fermanı'yla birlikte önemli gelişmeler yaşanıyor. Niye Osmanlı'yı çok anlatıyorum, biliyor musunuz? Osmanlı'nın israf etmemeye verdiği önemi bilin -Osmanlı'dan çok bahsediyorsunuz ya- bir de siz, kendi yaptığınız israfları göz önüne getirin, ne kadar Osmanlı çocuğu olduğunuzu biraz daha anlayın diye anlatıyorum.

1839 Tanzimat Fermanı'nda "bütçe" kelimesi yer almıyor ama bütçe fikri ortaya konuluyor ve bütçenin oluşturulması gerektiği, açık ve kesin olarak şu şekilde belirtiliyor: "Her devletin, topraklarını korumak üzere askere ve orduya ve bunlar için gerekli şeylere ihtiyacı vardır. Buysa parayla sağlanabilir. Para vergiyle elde edildiği için vergi konusunun da iyi bir biçimde düzenlenmesi çok önemlidir. Vergi toplama yetkisinin bir kişiye devredilmesi yöntemi, özetle, ülkenin siyaset ve maliye işlerini bir tek adamın keyfine ve belki de ezici pençesine bırakmak anlamına gelmektedir. Yüce devletimizin karadaki ve denizdeki askerî giderleri ile öteki harcamalarının da gereken yasalarla saptanıp belirlenerek ona göre ödenmesi gerekmektedir." Bunun söylendiği tarih, 1839 yani Tanzimat Fermanı.

Tek adam rejimi, o zaman da vurgulanmış, uygulandığı her zaman diliminde, her ülkede zulüm, baskı ve fukaralığın dışında hiçbir şey getirmemiştir. Tarihte de bu böyle olmuştur, Türkiye'de de farklı olmayacaktır. Fukaralık artacak, halk yoksullaştıkça itaat kültürü gelişecek, iktidarın da zaten istediği bu değil mi? Halk fukaralaşsın, itaat kültürü gelişsin; iktidar bundan, bu itaatten kendi gemisini yürütsün. Bütün bunları söylediği hâlde, farklı davranıldığında görüyoruz ki Osmanlı'da da bugünküne benzer bir tablo ortaya çıkmış ve maalesef, imparatorluğun yıkılışı hızlanmış.

Ondan sonraki süreçte bir bakmışsınız ki İngiltere'yle Baltalimanı Ticaret Anlaşması imzalanmış, yüksek faizle dış borçlanma başlamış, yabancılara toprak satılmaya başlanmış, yabancı sermayeye demir yolu imtiyazları verilmiş ve bunun sonucunda da 1881'de Düyun-ı Umumiyenin kurulmasıyla devletin temel gelir kaynakları, yabancıların yönetimine bırakılmış ve bu kararla beraber, Osmanlı ekonomisi artık dışa bağımlı hâle gelmiş.

Peki, size sormak istiyorum şimdi: Bu tarihî gerçekler size bir şeyler hatırlatıyor mu? Bugüne ait bir şeyler çağrıştırıyor mu size? Yani sanki tarih, tekerrürden ibaret gibi. Osmanlı işte böyle davranınca ekonomisi 19'uncu yüzyıl sonunda maalesef iflas etti, Galata bankerlerine kadar düştü. Esas sebebi neydi biliyor musunuz? Azalan üretim -o zaman da aynı sancı var- köylünün ihmal edilmesi -şimdi hiç yüzüne bakmadığımız o köylü, o zaman da ihmal edilmiş son dönemde- savaşların kaybedilmesi, vergi adaletinin ve düzenin bozulması, değişen dünyayı takip edememek, geriden takip etmek. Sanayi Devrimi'ni ıskalamış, onu kaçırmış, borç-faiz-banker batağına saplanmış, kapitülasyonlar, rüşvet, vurgunculuk ve en sonunda emperyalist baskılar sonunda Osmanlı ekonomisi çöktü. Evet, Osmanlı'nın ekonomik iflasında emperyalizmin ve emperyalizmin açgözlü kapitalist şirketlerinin rolü çok büyüktü. Osmanlı, bu emperyalist ve kapitalist baskıya ne yazık ki direnemeyerek maalesef çöktü.

Şair Mehmet Akif, Safahat'ta diyor ki: "Tarihi 'tekerrür' diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?" AK PARTİ iktidarı, keşke ecdat edebiyatı yapmak yerine Osman Gazi'nin, oğlu Orhan Gazi'ye verdiği nasihatten, Tanzimat Fermanı'ndaki hükümlerden, Mehmet Akif'in Safahat'ından ders alsaydı. Bu nedenledir ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1923'te "Ancak bağımsızlığımıza saygılı olmak ve kanunlarımıza bağlı kalmak koşuluyla yabancı sermayeye kapımız açıktır." diyor. Bakın, özellikle vurguluyor: "Bağımsızlığımıza saygılı olmak ve kanunlarımıza bağlı kalmak koşuluyla yabancı sermayeye kapımız açık." diyor. Atatürk, cumhuriyeti kurarken bu Osmanlı tecrübesinden aldığı derslerle, ekonomik bağımsızlığa çok önem verdi; bu nedenle kapitülasyonları kaldırdı, gümrükleri belirledi, Osmanlı borçlarını ödeyip Düyun-ı Umumiyeyi ortadan kaldırdı, imtiyazlı yabancı şirketlere de son verdi.

Bakın, burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum, son cümleme dikkat edin, imtiyazlı yabancı şirketlere son verdi diyorum. Türkiye'de, özellikle son beş yılda, yabancı olduğunu bildiğimiz ama sermaye yapısı hakkında bazı şüphelerimizin olduğu bazı yabancı şirketlere imtiyaz sağlayacak kanunları yapmakla görevli bir Meclis çatısı altında bulunuyoruz şu anda. Bu durumun son örneğini geçen hafta gördük. Meclis gündemine alınan Digiturk, Turkcell, Vodafone ve TÜRK TELEKOM gibi imtiyazlı şirketlerin fukara, borcunu ödeyemeyen vatandaştan tahsilatını kolaylaştıran kanunları çıkarmadık mı beraber? Yani Osmanlı'nın yıkılışına sebep olan imtiyazlı şirketleri bu dönemde sizler yarattınız, tekrar imtiyazlı şirketler var. Yabancı şirketlerin ülkemizde daha fazla para kazanacağı kanunları çıkarmakta acele ederken bizler, ülke olarak fabrikaları, limanları, devletin stratejik önemi haiz yatırımlarını sattık.

Peki, şimdi size soruyorum arkadaşlar: Millî olmak için mi bunları yaptınız? Millî olmak için bunları mı yapmanız gerekiyor? Bir taraftan bunları yaparken diğer taraftan ülkenin bekasından söz etmek mümkün mü? Size net olarak ifade ediyorum: Siz millî değilsiniz. Siz ülkenin bekasını düşünmüyorsunuz. Sizler bugüne kadar yediniz, yandaşlarınıza yedirdiniz, israf ettiniz, üretmediniz tükettiniz, yönetemeyip idare ettiniz. Ekonomi o yüzden bu hâlde bugün.

Ekonomiyi kutsal değerlerimiz olan bayrağa ve ezana bağlama kurnazlığından da vazgeçin artık. Her olumsuzluğu dış güçlere bağlamaktan da vazgeçin. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hastaneye gittiğimizde doktor, hastalığın teşhisini koymadan önce tedavi önerebilir mi size? Yani önce hastalığın teşhisini koymak zorunda. Mümkün değil bu. Aynı şey ekonomi için de geçerli. Ekonomik kriz yokmuş gibi davranarak bu ekonomik problemi çözmeniz mümkün değil. Var olduğunu kabul etmek zorundasınız, aksi hâlde çözemezsiniz. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile Sayın Cumhurbaşkanına göre öyle değil, ülkede kriz yok! Sayın Erdoğan "Kriz mriz yok. Bunların hepsi manipülasyon." diyor ya! Bunlar uydurma laflar, ülkede kriz yok... Gelin görün ki, bir taraftan bankalara bakın, Bankalar Birliğinden rakamları alın, krediler ödenemiyor arkadaşlar; kredi alanlar, kredileri geri ödeyemiyor; kiracı olanlar, kiraları ödeyemiyor; fatura kesen esnaf, faturasını tahsil edemiyor; vatandaş, pazara, markete gitmeye korkar oldu artık ama Sayın Cumhurbaşkanına göre: "Kriz mriz yok."

Ya, merak ediyorum, Allah aşkına, siz nerede yaşıyorsunuz? Yani aynı ülkede yaşıyor muyuz diye ben çok merak ediyorum zaman zaman. Kriz yok, her şey güllük gülistanlık ama biz baktığımızda arkamıza, bu söylediğinizin çok tersi manzaralarla karşılaşıyoruz. Ya sizler aynı sokakta yürümüyorsunuz veyahut da bizler size göre çok varoşta kaldık, siz -"high life" derler ya yabancılar- çok yüksek sosyete hayatı yaşıyorsunuz. Bizimle alakanız kalmamış, milletle alakanız kalmamış. Tüketici talebi gerilerken, fiyatlar artarken, dükkânların ciroları düşerken, art arda, şirketlerin konkordato ilanları çoğalırken "Kriz mriz yok." demek, insanların aklıyla dalga geçmek demektir.

Eskiden sadece ticaret erbabının anlamını bildiği konkordatonun ne demek olduğunu sayenizde yediden yetmişe herkes öğrendi. Artık o gün yapan ev hanımları bile konkordato konuşmaya başlamış, o hâle getirdiniz konkordato meselesini.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Merkez Bankası verilerine göre, 2018 yılı Mayıs ayı itibarıyla, bankalar dışında kalan özel sektörün borcu, 200 milyar doları aşmış durumda. Bu rakamın şu an hangi seviyede olduğunu bilmiyoruz. Bu söylediğim rakam 2018 Mayıs ayı itibarıyla. TÜİK'in sipariş edilmiş istatistiklerinin ardına gizlenmeye devam edin siz. Ekranlara gönderdiğiniz o yandaşların iyimser sözlerine, pembe tablolar çizmelerine, güzellemelerine kanmaya devam edin.

Bakın, kasım ayında, sadece kasım ayında 356 firma konkordato ilan etmiş. Bunu biz değil, Ticaret Bakanı Sayın Ruhsar Pekcan, kasım ayında Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda yaptığı konuşmada açıkladı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin verilerine göre de bu yıl içerisinde 10.295 firma kepenk kapatmış. Sadece ekim ayında 1.235 firma kepenk kapatmış. Bir ay içerisinde 356 konkordato başvurusunun olması, aslında bize ekonomimizin nereye gittiğini çok açıkça gösteriyor. Her şey şahane ise, her şey muazzamsa, ekonomimiz harikaysa, Sayın Cumhurbaşkanımızın deyimiyle kriz falan da yoksa neden bunca insan, bunca firma bu konkordato yoluna müracaat ediyor?

Değerli Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye ekonomisiyle alakalı olarak ağustos ayında dış basında çıkan bir makale var. Bu dış basın dediğim gazetenin ismini vermeyeceğim ama bu gazetede çıkan makaleleri Sayın Cumhurbaşkanının meydan meydan gezip "Bakın, biliyor musunuz, bizim ekonomimizi ne kadar övüyor." dediği bir gazeteden bahsediyorum, aynı gazeteden bahsediyorum. Yani sizin çok dışlayacağınız bir gazete değil bu. Oradan bir pasaj okuyacağım size, o makalede diyor ki: "Her şey, Türkiye'nin, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yaptığı hatalarla başladı. Erdoğan, düşük faiz oranının düşük enflasyona neden olduğu gibi tamamen hatalı bir teoriye inanıyor. Kendisine Merkez Bankası Başkanını seçme yetkisi tanıyan ve damadını da Maliye Bakanı yapan Erdoğan'ın bu teorisi, şimdi sınava tabi tutuluyor ve sınav iyi gitmiyor." Makalede şu yorum dikkat çekici: "Ekonomi konusunda iş bilmez bir lider, kendi ekonomisini sakat bırakıp bundan başkalarını sorumlu tutuyor. Sonra da bu suçlamalar, yine ekonomiyi bilmeyen bir başka liderin hamleleriyle kısmen doğru çıkıyor."

Bunu ben söylemiyorum. Bunu, bir dönem, Sayın Cumhurbaşkanının da yazılanları referans olarak gösterdiği Batı kaynaklı bir gazetede çıkan makaleden aldım. Şu bir gerçek ki Türkiye ekonomisi biraz daha böyle giderse, insanlarımız yiyecek ekmeğe muhtaç kalacak. Bu iş, parti veya oy verme meselesi değil yani bunun farkına varmanızı istiyorum. Her zaman Hükûmetiniz, sahip olduğu yoğun medya desteği ve iktidar olanaklarıyla ekonomide bir başarı hikâyesi anlatıyor. Milletimizi de bu masala inanmaya zorlayamazsınız. Bu gerçekler gün gibi ortada dururken bunu başarmanız mümkün değil.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplandı, biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde, 2019 yılı asgari ücretini belirlemek için ilk toplantısını gerçekleştirdi. Toplantıya bu yıl ilk kez, özel güvenlik görevlisi olarak çalışan bir kadın işçi de katıldı. Milyonlarca asgari ücretliyi temsilen Komisyonda yer alan o 2 çocuk annesi kız kardeşimiz, yaşadığı geçim sıkıntısını anlattı bu Komisyonda. Neler dedi biliyor musunuz? "On beş gün önce yakmaya başladım doğal gazı. Bu, on beş günlük bir fatura; 150 lira gelmiş. 850 lira zaten kira ödedim, bin lira yaptı. Şimdi, kredi taksitim var 650 lira, bunu ödeyeceğim; 1.650 lira yapıyor. Ben yol ve yemek ücreti alıyorum ama iş yerinde yemek yiyorum, çalışma saatinin içerisinde yemek yemek zorundayım, para zaten oraya gidiyor. Yol parası da zaten yola gidiyor. 1.603 liradan bana kala kala elimde 3 lira kalıyor." Bakın, bir daha söylüyorum: "1.603 lira olan asgari ücretten ayda elimde 3 lira kalıyor." diyor bu kız kardeşimiz. İşte insanımızı getirdiğiniz nokta bu. Yani bırakın bütçeyi vesaireyi ya; milletin çaresi, çare beklediği konu 3 lira. Size çok garip gelebilir, 3 lira ne ki? Yani 500 milyon dolarlık uçağa binen bir Cumhurbaşkanının bulunduğu bir ülkede 3 lira mesele mi olur? Ama Türkiye'de, yüzde 43'ü asgari ücretle çalışan işçilerin bulunduğu bir ülkede 3 lira bu kadar önemli bir para.

İnsan onuruna yaraşır yaşama seviyesini sağlayacak bir ücret karşılığında çalışılması gereği, Anayasa'da düzenlenmiş olmasına rağmen, milyonlarca çalışan, ailesiyle birlikte ne yazık ki düşük ve yetersiz gelirle fukaralığa terk ediliyor.

Bir tablo göstermek istiyorum size şimdi. Bu tablo, Avrupa Birliği ülkelerinde ve Türkiye'de asgari ücretle çalışanların toplam çalışanlara oranını gösteriyor. Bu kapsamda son veri, 2014 tarihli. Tabloda şu en üstteki turuncu renk var ya, bu turuncu renkte biz varız, liderliği kimseye vermiyoruz. Bakın, çok ciddi, açık ara öndeyiz yani. Yüzde 43'le Türkiye 1'inci sırada yani Türkiye'de çalışan ücretlilerin yüzde 43'ü, asgari ücretle çalışıyor. 2'nci sırada kim yer alıyor? Slovenya. Aradaki fark çok büyük, Slovenya yüzde 19. 1'inci ile 2'nci arasındaki farka bakın, bu bile bizdeki durumun ne kadar vahim hâlde olduğunu gösteriyor. İspanya'da bu oran yüzde 1, Belçika'da 0,4. En düşük, asgari ücretlinin Avrupa'daki dağılımı bu.

Çalışanların neredeyse yarısının asgari ücretle çalıştığı bir ülkede siz ne refahtan bahsedebilirsiniz ne zenginlikten ne de gelişmişlikten; gerçeklerle yüz yüze kalmak lazım.

2002'de siyaset arenasına çıkarken yaptığınız bir hesap vardı, çay-simit hesabı, hatırlıyor musunuz? Sayın Cumhurbaşkanı çok kullanırdı onu, hatırlarım ben "Çay-simit hesabı; bu kadar çay içecek, bu kadar simit yiyecek, bu aile 4 kişilik." vesaire diye ama siz bu hesapları çoktan bıraktınız, artık sizin hesap kalemlerinizde çay-simit yok, sizde ejder meyveli smoothie var, tanesi 500 milyon dolar olan uçak var. Hesaplar değişti ama milletin hesabı aynı, millet hâlâ çay-simit hesabı yapmaya çalışıyor, siz bıraktınız ama millet bu hesabı hâlâ bırakamadı maalesef.

Bu noktada 14'üncü yüzyılın düşünürü, devlet adamı ve tarihçi İbni Haldun'un devlet anlayışından bir örnek vermek istiyorum size. "İsraf döneminde devlet, bir sona doğru ilerlemeye başlar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef eder; görevler, ehil olmayanlara dağılır; ordu, bozulur; zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz." Yani sanki bugünü anlatıyor İbni Haldun; ne büyük adam, yedi yüzyıl evvel bugünü görmüş. "Devletin çöküş yaşaması bu dönemde başlamaktadır." diyor İbni Haldun; anlayana tabii.

Ülkenin dış borcu aldı başını gitti. AK PARTİ'nin iktidarı devraldığı 2002 yılında kamu dış borcu 64,5 milyar dolar, Merkez Bankası dış borcu 22 milyar dolar, özel sektör dış borcu 43 milyar dolar olarak kayıtlara geçmişti. Bu veriler eşliğinde 2002 yılında toplam brüt dış borç, 129,6 milyar dolar olarak açıklanmıştı. Aradan geçen on altı yılın sonunda Türkiye'nin yüksek bir oranda borçlandığı gözlemleniyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yayımlanan verilere göre, 30 Haziran 2018 tarihi itibarıyla kamu dış borcu, 306 milyar Türk lirası. Net dış borç stokunun 300 milyar dolara ulaştığı gözlemleniyor. Türkiye, brüt dış borç stoku 457 milyar dolarla âdeta Türkiye Cumhuriyeti rekorunu kırdı. Arkadaşlar, "Borç alan, emir alır." diye bir şey var, bilir misiniz? Borç alan, emir alır. Yani bu "Borçlanıyoruz; borçlanmak, borç yiğidin kamçısıdır." lafının arkasına gizlenmeyin, Türkiye'de emperyalistlerin Türkiye'yi diz çöktürmeye yaklaştığı bir dönemdeyiz. Sebebi de bu borç batağı. Artık borç yüzünden bağımsız dış politika bile geliştiremiyoruz. Dış politikamızı belirlerken Amerika ne diyecek diye kulağımızı Amerika'ya doğru çeviriyoruz; IMF'ye üye ülkelerin durumlarını gözlemliyoruz, dış politikalarımızı ona göre değerlendiriyoruz. Yüksek dış borcu olan ülkelerin bağımsızlığı her zaman tehlikededir. Aynı zamanda bu ülkelerin dış politikada bağımsız, kendi ülkesinin menfaatini öne çıkaran politikalar oluşturacağını düşünenler varsa aranızda onlar hayal âlemindedirler.

AK PARTİ hükûmetlerinin ekonomi politikası her zaman vatandaşlarımızı borçlandırmak üzerine kurgulanmıştır. Türkiye'yi böyle bir iktidar anlayışıyla on altı yıl yönettiniz. Ekonomik gidişat hakkında uyarıları yaptığımızda Hükûmet bunu muhalefet yapmak olarak değerlendiriyor, o zanna kapılıyor. Ya, biz size gerçekleri anlatıyoruz aslında. Bu marazi narsist öz güven görüntüsünden bir an önce vazgeçin. Yani o, herkesin anladığı ama sizin anlamadığını zannettiğiniz altı boş, narsist öz güveniniz ülkeyi uçuruma sürüklüyor.

"Büyüdü" dediğiniz ülkede büyüme rakamlarına baktığınızda tüketimden kaynaklı bir büyüme gözüküyor yani üreterek büyüyen, ihracat yaparak büyüyen, ihracata dayalı, üretimden kaynaklı bir büyüme olmadığı için taze paranın ardı kesilince de ülke hızla fukaralaşmaya başladı. Şu anda bulunduğumuz durum bu. Gerçekten büyüdük, doğru ama tüketerek büyüdük; üreterek, katma değer yaratan bir ihracat yaratarak büyümedik biz. Tüketimi besleyen, dışarıdan gelen para kesilince de hızla fukaralaşmaya başladık. Bağımsız ekonomistlerin hepsinin ortak kanısı şu ki ülkeyi önümüzdeki süreçte ciddi bir fukaralık beklemekte.

Bugün artık herkes sizin sayenizde borç batağında yüzüyor. İktidarı devraldığınız 2002 yılında hane halkının borcu 6,6 milyar liraydı. Şimdi ne kadar? Biraz evvel Sayın Kılıçdaroğlu da ifade etti, 520 milyar lira. Tam 80 misli fazla borçlanmış insanlar.

İBRAHİM AYDEMİR (Erzurum) - Nasıl atıyorsun ya!

ÖMER FETHİ GÜRER (Niğde) - Milletin ocağını batırdılar.

Devam et Başkan.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Söyleyeceğim sonra ne olduğunu biraz beklersen. Acele etme, sana da sıra gelecek, sana da sıra gelecek. Herkes nasibini alacak, sen de alacaksın. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

İBRAHİM AYDEMİR (Erzurum) - Allah Allah.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Bu borcun 419 milyar lirası tüketici kredilerinden, 101 milyar lirası ise kredi kartlarından kaynaklanıyor. Şirketlerin borçları ise 88 milyar liradan 2 trilyon 513 milyar liraya çıkmış. Zannetmeyiniz ki bu borçlar öyle, yatırımlara falan gitti, şirketler borçlanırken ilave yatırımlar yaptı; bunlar günü güne ekleyerek, faizi faize ekleyerek idare edilen borçlardan büyüdü.

Siz üretim yapanları cezalandırıyorsunuz, üretim yapanlara üvey evlat muamelesi yapıyorsunuz âdeta. Ülkenin büyümesini üreterek değil, tüketerek sağlamaya çalıştınız on altı yıldır. On altı yılda bana, kurulan ciddi bir tek fabrika söyleyemezsiniz. Gizli bir el size bu ülkede üretim yapmayın diye talimat vermiş, ona inanmaya başladım ben.

Türkiye'de bu yanlış ekonomik uygulamalar nedeniyle hem vatandaş hem küçük ve orta ölçekli sanayici, KOBİ'ler; hepsi borç batağında yüzüyor. Bugün itibarıyla vatandaşın yasal takibe giren tüketici kredisi ve kredi kartı borcu toplamı 29 milyar lirayı aşmış. 333 bin KOBİ de 36 milyar liralık borcunu zamanında ödeyemediği için yasal takibe girmiş. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin bankalara borcu bu yılın ilk on aylık döneminde 127 milyar 200 milyon lira artarak 640 milyar 100 milyon lira oldu. O çok övündüğünüz on altı yıllık döneminizdeki borç artışına bakın diye söylüyorum bu rakamları. AK PARTİ iktidarı acaba bu yüksek artışın sebebini de açıklayabiliyor mu?

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkemizde çalışanlar açısından durumun vahametini ortaya koymak için 81 milyon nüfusa sahip Türkiye ile sayı olarak bize yakın, 83 milyon nüfusa sahip Almanya'yı çalışan sayıları ve işsiz sayıları açısından bir kıyaslamak istiyorum müsaade ederseniz. Ülkemizde istihdam edilen kişi sayısı 29 milyon, Almanya'da bu sayı 45,1 milyon. Bakın, nüfusumuz aynı hemen hemen, bizde istihdam edilen kişi sayısı 29 milyon, Almanya'da 45 milyon. Özel sektörde çalışan 14,8 milyon insanımız var bizim, Almanya'da 32 milyon kişi özel sektörde çalışıyor. Bizim kamu çalışanımız 3 milyon, Almanya'da 4,7 milyon kamu çalışanı var. Yaklaşık 81 milyon nüfuslu ülkemizde serbest çalışan 2,8 milyon vatandaşımız var, Almanya'da bu sayı 4,3 milyon. Ülkemizde 12,4 milyon kişi emekli aylığı alıyor, Almanya'da 19,8 milyon kişi emekli aylığı alıyor. 3,6 milyon insanımız işsiz gezerken 85 milyonluk Almanya'da işsiz sayısı 2,2 milyon ve bu işsizlerin önemli bir kısmı da ülkeye gelen göçmenler. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere on altı yıldır işsizlikle mücadelede bir arpa boyu yol katedemediğiniz ortada.

AK PARTİ döneminde işsizlik hiç azalmamış, aksine kronik bir hâle gelmiştir. Bakmayın siz o TÜİK'in yayınladığı aldatıcı rakamlara, doğru rakamı yayınlayanı ertesi gün pat diye paket edip gönderiyorsunuz zaten; yalan haber, yalan istatistik yapanlar durmaya devam ediyor. İşsizlik açısından 1960'tan beri Türkiye en kötü on yılını yaşıyor aslında. 1960 yılından bu yana Türkiye'nin ekonomik büyüme ortalaması yüzde 4,5; üniversiteler ve ilgili çevreler tarafından son on yılın büyüme ortalaması ise yüzde 3,9 olarak hesaplanmış ve üzülerek ifade ediyorum ki 2021 yılı tamamlandığında ekonomik büyüme açısından son altmış yılın en kötü on yılı olacağı ifade ediliyor değerli arkadaşlar.

Ülkemizin ekonomik ve sosyal açıdan gelecek planlaması için önemli bir husus da ülkemizdeki Suriyeli mülteciler konusudur. Evet, bu konuda sizin kafanız karışık, biliyorum, ne yaptığınızı çok bilmiyorsunuz. Suriyelilere ne kadar para harcadığınız da belli değil. Sayın Cumhurbaşkanının birkaç farklı konuşmasına baktım, bir yerde 25 milyar dolar, ondan bir süre sonra 35 milyar dolar diyor, sonra bir bakmışsınız 32 milyar dolar diyor, yani kontrol yok bu konuda. Arada giden milyar dolarların hesabı sanki hiç verilmeyecekmiş gibi o kadar rahat telaffuz ediliyor ki. 35 milyar deniliyor, 25 milyar deniliyor, 32 milyar dolar deniliyor; kimin ne kadar para harcadığını bilen yok Sayın Cumhurbaşkanından başka. Sayın Cumhurbaşkanı mutlaka biliyordur ama Meclis bilmiyor, sizler bilmiyorsunuz, biz bilmiyoruz.

Ülkemizde kaç Suriyeli mülteci var, ne kadar para harcadık, bütçemize bunun yükü nedir bilen var mı? Yok. Yani afaki bir rakam dolaşıyor ortada ama net bir bilgi yok. Genel Başkanımız Sayın Meral Akşener'in defalarca belirttiği gibi, Suriyeli mültecilerin dönebilecekleri bir Suriye inşa etmek en önemli dış politika önceliklerimizden biri olmalı. Bu, Türkiye'nin selameti için de önemli bir konu. Aksi hâlde Suriyeli konusunun, Türkiye'nin ekonomik dengesini bozmakla beraber hem demografik yapısını hem de beraberinde getireceği sosyal problemleri iyice düşünün derim.

Burada en doğru bütçeyi yaptığınıza inansak bile bunu sizin iktidarınızın ve kadrolarınızın yönetebileceğine asla ve kata inanmıyoruz. Zaten 2019 yılı bütçe teklifinin hâlihazırdaki ekonomik durumla örtüşmediği de ortada. 2019 yılı bütçesinin bir amacı yoktur, eğer bir amacı varsa da matematiği yoktur. Bu bütçeye "zam ve israf bütçesi" de diyebilirsiniz, başka da bir isim takmak zor. 2019 yılı bütçesinde zam var, faiz var, vergi var ama üretim yok, gerekli yatırımlar yok. Kamu yatırımlarına ayrılan pay düşürülmüş, borç faizlerine ödenecek miktarlar artırılmış, harçlara, cezalara yüzde 20'nin üzerinde zamlar yapılmış. Dar gelirli hiç düşünülmemiş, genç girişimciler unutulmuş. Memur için, işçi için gerçek anlamda iyileştirme zaten hiç yok. Eğer yaşadığımız toplum ve ekonomik sistemin gerçekleri ile elimizdeki bütçe metni aynı düzleme oturmuyorsa uygulayacağımız bütçenin bir felsefesinin olduğunu da iddia edemeyiz arkadaşlar. Bütçede öngörülen enflasyon hedefi, büyüme hedefi, gelir hedefleri, kurumlara tahsis edilen ödeneklerin arkasındaki matematik gerçeklikten uzaktır. AK PARTİ Hükûmetinin yıllardır uyguladığı yanlış politikalar neticesinde ancak cari açık vererek büyüyebilen ve dolayısıyla da dış finansmana bağımlı hâle gelmiş, dahası, şirketler kesimi de büyük bir borç yükü altına girmiş olan Türkiye ekonomisinin 2019 yılında büyümesinin önünde çok büyük engeller vardır. Türkiye, ihracatta katma değer yaratamamaktadır.

170 milyar dolar ihracatımız var diye söylüyoruz ya, bu 170 milyar dolar ihracatın katma değerinin 10 milyar dolardan daha az olduğuna ilişkin iddialar bulunmakla birlikte, bunun aksini ispat eden bilimsel bir çalışma veyahut herhangi bir bakanlıkça açıklanan bir veri de elimizde yok. Dolayısıyla, hâlihazırda 157 milyar dolar olan ve yıl sonunda 170 milyar dolara çıkması beklenen ihracatın katma değer üretme kabiliyetinden yoksun olduğu ortadadır.

Ülkemiz ekonomisinin şu anda karşı karşıya olduğu yapısal tıkanma yetkili makamlarca görmezlikten gelinmektedir. Oysa karşı karşıya kaldığımız sorunların çözümü doğru bir ekonomi planlaması, üretime dayalı büyüme, liyakat sahibi yöneticilerin göreve getirilmesi, kamu harcamalarında israfa son verilmesi ve belki de hepsinden daha önemlisi ülkemizde hukuku ve adaleti tesis etmekten geçiyor.

Türkiye'deki bu ekonomik sorunun çözümünü sadece matematiksel değerlerle çözmeyi beklerseniz mesafe katetmeniz mümkün değil. Ülkede yok ettiğiniz hukuku ve adaleti tekrar tesis etmezseniz ekonomideki büyüme hayal olur, ekonomide düzelme hayal olur, ihracat hayal olur, yabancı yatırımcı hayal olur, dövizin düşmesi hayal olur, Merkez Bankasının rezervlerinin artması hayal olur. Birinci önceliğimiz: Hukuku ve adaleti tekrar ülkede kâin kılacaksınız, ondan sonra matematik hesaplarına bir daha bakalım.

TÜSİAD geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaptı, uyarıcı bir açıklamaydı, dikkatimizi de çekti. TÜSİAD Başkanı Bilecik diyor ki: "Ekonomide gemiyi yeniden yüzdürmemiz gerekiyor. Bunun için suların yeniden yükselmesini bekleyecek zamanımız yok. Sığ sularda yol almanın çaresini bulmalıyız." Çözüm reçetesi de veriyor Sayın Bilecik: "Ekonomiyi sadece ekonomik reformlarla güçlendiremezsiniz. Şeffaf, uzlaşmacı, adil, demokratik bir toplum olunmalı. Güçlü Türkiye'nin olmazsa olmaz şartı özgürlüklerin ve hukukun üstünlüğünün esas alındığı bir demokratik sistemi inşa etmektir." diyor TÜSİAD Başkanı Sayın Bilecik: TÜSİAD'ın bu görüşlerinde haklılık payının çok olduğunu görsek de "Şimdiye kadar neredeydiniz beyler?" demekten kendimizi de alıkoyamıyoruz maalesef. On altı yıldır bazı çevrelerin susması, on altı yıldır konuşması gerekenlerin konuşmaması ülkenin bu hâle gelmesinde de ciddi katkı sahibidir.

Dikkat ediyorum, gazete manşetlerine bakıyorum, sizler ekonomiyi soğanla çözmeye çalışıyorsunuz. Biz de bekliyoruz yani ekonomiyi soğanla çözmenizi bekliyoruz ki soğanı çözerseniz de belki soyana da sıra gelir diye beklemeye devam ediyoruz. 2002'de hatırlıyorum "Avrupa Birliğine gireceğiz." diye yola çıkmıştınız. Güzel bir hedefti o, Avrupa Birliği hakikaten güzel bir hedefti ama son gördüğümde baktım ki soğan deposunda sayım yapıyordunuz. Avrupa Birliğini unutmuşsunuz, soğan depolarına dalmışsınız. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

1970'li yılların sonundaydı -hatırlıyorum, benim üniversiteye de girdiğim senelerdi- gazeteler yağ stoku yapan bakkallara yapılan baskınları manşetlerine taşıyordu, yağ stoku. Ülkede döviz yok, yağlı tohum üretimi yok, yağ olmayınca ithalat da yapamıyorsunuz, döviziniz yok, üretilen yağı da kısıtlı piyasaya veriyorlar ve yağ kuyrukları vardı. O yağ kuyruklarını yok etmek için de zabıtalar şimdiki gibi bakkallara -market o zaman pek yok, AVM yok- yağ stoku baskını yapıyorlardı. Sene 2018, aradan elli sene geçmiş, yarım asır, bu kez soğan depolarına yapılan baskınlar manşetlerde. Zabıtalar elli yıl önceki yağ depolayan depolardan çıkıp soğan depolayan depolara daldılar. Elli senedir Türkiye'nin geldiği nokta bu, yağdan soğana terfi ettik.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; çok ileri gittiğimizi anlatmak için verdim bu örneği, bayağı ileri gitmişiz. Türkiye ekonomisi yıllarca düşük büyümeye mahkûm edilme potansiyeli taşıyan ekonomik krizle karşı karşıyadır. Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde ilk defa özel sektör borçları kaynaklı bir ekonomik kriz yaşamaktadır; 2002 krizinden farklı bu kriz, 2002'de bir banka krizi vardı. Şimdi bankacılık krizi yok, bankacılar kâr patlaması yapıyorlar, enteresan. Zira, faiz yüküyle vatandaşı o kadar boğdular ki... Bankaların durumu iyi ama vatandaş perişan, üretici perişan, özel sektör borçlar altında ezilmiş durumda. Çoğu yurt dışından alınmış bu özel sektör borçlarının artık uygun maliyetle çevrilme imkânı da kalmamış. Bu kriz aynı zamanda aslında bir yönetim krizi. Krizi aşmak ve geleceği inşa etmek için -az evvel zikrettiğim gibi- adaletten ayrılmadan, bu çok önemli, adaletten ayrılmadan, evrensel hukuk, çağdaş eğitim, katma değerli üretim, şeffaf devlet yapısı, fikir ve vicdan özgürlüğü, bilim ve sanata yatırım, içeride ve dışarıda huzuru temin edecek akıllı politikalar olmazsa olmaz olarak belirlenmelidir, başka çaremiz yok. Sanayici, ekonomide istikrar, yatırım ortamının iyileştirilmesi, üretime daha fazla teşvik için acil hamle ve çözüm bekliyor sizden. Ekonomi yönetimi ise sadece süreci siyasi olarak konsolide etmenin peşinde, herhangi bir çözüm aradığı yok "Siyasi olarak nasıl konsolide edebiliriz, şu çıpayı marta nasıl atabiliriz." onun peşinde.

Bu iktidar, sanayicinin rekabet gücünü de öldürmüştür. Sanayideki bu tepetaklak gidiş birer birer fabrikaların kepenklerini kapattırmıştır, şalterlerini indirmiştir. Bakın, ben Kocaeli Milletvekiliyim, daha düne kadar sanayi kenti olarak anılan Kocaeli'deki sanayiciler, üzülerek söylüyorum ki gerçekten kan ağlıyor şu an. Fabrikalar ya üretimi düşürdüler ya da üretimden vazgeçtiler. Yerel gazeteleri açın bakın, her gün bir fabrikadaki işçi çıkarma haberleriyle kalkıyoruz. Kocaeli sanayi kenti sıfatını bu gidişle yakın zamanda kaybedecek.

Peki, Kocaeli öyle de diğerleri farklı mı? Kayseri farklı mı? Sakarya farklı mı? Kahramanmaraş farklı mı? Gaziantep farklı mı? Denizli, Konya farklı mı? Hayır, hepsi aynı durumda, hepsinde sanayiciler teker teker şalter indiriyorlar. İstihdam üzerindeki vergi yükünün en fazla olduğu ülkemizde sanayiciler çalışanlarıyla birlikte ayakta kalmaya çabalıyor, size rağmen ayakta kalmaya çalışıyorlar. Tekrar ediyorum: Size rağmen. Sanayi tabanı eridi Türkiye'de.

Türkiye'nin eline su dökemeyecek ülkeler adım adım büyürken Türkiye küçüldü ve küçülmeye devam ediyor. Adalet ve Kalkınma Partisinin ekonomi planında tüketim ekonomisini azdırmak, yandaşları zengin etmek, siyasetin finansmanını sağlamak ve sadece seçim kazanmak var, bundan ötesi yok. Türkiye sanayiye yönelik planlamasında bir tercih yapmak zorunda artık. Ya yüksek teknolojiye dayalı bir sanayi planlamak zorunda -ki buna karar verip gerçekleşmesini beklemek hayli uzun yıllarını alır ülkenin, çok mümkün görünmüyor şu anda- ya da tarım ve tarıma dayalı sanayisini geliştirmek zorunda Türkiye. Yüksek genç insan gücü ve kullanılmayan tarım arazilerinin çokluğu, Türkiye'yi tarıma dayalı sanayiye önem vermesiyle birlikte dünyada çok önemli bir noktaya taşıyabilir. Türkiye'nin böyle bir şansı var eğer kullanabilirseniz. Dünya bunun örnekleriyle dolu. Brezilya ve Ukrayna sanayileşmedeki tercihini tarımdan yana koyup şu anda dünyada en büyük tarım üreticileri ve tarım ürünleri ihracatçıları arasına girdi. Size bir rakam vermek istiyorum: 2007 yılında Türkiye'de ayçiçeği tohumu üretimi 850 bin ton, Ukrayna'da 1,1 milyon ton. Geçtiğimiz yıl Türkiye'de ayçiçeği üretimi 1,3 milyon ton, Ukrayna'da 16 milyon ton. Onların geldiği noktaya bakın, bizim geldiğimiz noktaya bakın. Tarım arazilerinin çokluğu, çalışan iş gücü kıyaslandığında bizim onlardan daha az şanslı olduğumuzu söylememiz mümkün değil ama bizim planlanamayan bir ekonomimiz var, sıkıntı burada, gerçekten planlanamayan bir ekonomimiz var.

Türkiye'de işsizleri yerinde istihdam etmenin en fizibil yolu tarım alanlarının bulunduğu bölgelerde bu insanların yaşamalarını ve tarımda çalışmalarını sağlamaktan geçiyor. Bu, bir taraftan yerinde istihdam sağlarken diğer taraftan, büyük bir sosyal yara olan büyük kentlere göçün de önüne geçecektir. Bu yapılırken, diğer taraftan, aynı bölgelerde tarıma dayalı sanayi teşvik edilmelidir ki tarım daha kârlı bir sektör hâline gelsin. Oysa biz tarımda geldiğimiz nokta itibarıyla bırakın gelişmeyi âdeta dip yaptık, dip. Mercimek, nohut, fasulye, aklınıza gelen bütün tarım ürünlerini ithal ediyoruz. Tarım ve hayvancılığımız acınacak hâlde. Çiftçilerimizin talepleri arşıâlâya ulaştı da bir tek AK PARTİ ve ortağına ulaşmakta güçlük çekiyor.

Size bir örnek vermek istiyorum: Yaklaşık 3 milyar dolar ihracat getirisi olan fındık üreticileri iktidarın yanlış politikaları yüzünden mağdur durumda. Türkiye, dünya fındık üretiminin yüzde 70'ini karşılarken fındık üreticilerimiz cumhuriyet tarihinin en bunaltıcı günlerini yaşıyor. Avrupa'da 30 lira ve üzerinde seyir gösteren fındık fiyatı, Türkiye'de 11 ile 14 arasında seyrediyor yani biz kendi yetiştiricimizi kendimiz ezmeye devam ediyoruz. Onların fukaralaşmasından mutlu olan bir iktidar var, ilginç. Seçimden önce -üstelik daha yeni seçim oldu, altı ay bile olmadı- üreticinin yanında olacağınıza dair sözler verdiniz siz de, üreticiyi beklentiye soktunuz, umut dağıttınız ama Genel Kurula gelen fındıkla ilgili önergeleri reddederek verdiğiniz sözün arkasında duramadınız, durmadınız, millete yalan söylediniz. İş işten geçtikten sonra açıklanan ve beklenenin altında kalan fiyatla fındık üreticisinin mağduriyeti yine görmezden gelindi bu kez.

Görüşmekte olduğumuz 2019 yılı bütçesinde fındık, pancar, elma, patates, incir, mısır, buğday üreticisi için herhangi bir şey gördünüz mü siz? Ben hiç rastlamadım, bunlar yok farz edildi, görmezlikten gelindi. Ne köydeki Mehmet ağanın ne Fadime ananın ne de çiftçi İsmail'in derdine derman yok bu bütçede.

Bizim sizlere tarımın dışında bir diğer önerimiz daha var: Doğru teşvikler... Yandaşlara verilen teşviklerden bahsetmiyorum, ciddi, yatırıma yönelik doğru teşvikler ve endüstri ile endüstrideki 4.0 mutlaka geliştirilmelidir. TEKNOKENT'ler yüksek istihdam alanlarına dönüştürülmeli ve bu sayede bu beyin göçünün de önüne geçilmelidir. Ciddi bir beyin göçüyle karşı karşıyayız, her gün Türkiye'de önemli bir akademisyenin, önemli bir bilim adamının yurt dışına yerleştiği haberleriyle uyanıyoruz; bu, ülke için büyük bir kayıp, bunu tersine çevirmenin yolları var, yolları biliniyor ama uygulamamakta ısrar eden bir de iktidar var.

Ben bu bütçede mühendis Ahmet'e, öğretmen Ayşe'ye, yazılımcı Alp'e dair hiçbir şey göremedim, gören varsa beri gelsin. Peki, bu gelişimi başaracak nesilleri biz nasıl yetiştireceğiz? Bunun bir tek yolu var, eğitimle, sadece eğitim. Peki, artık millî olduğunu söylemlekte de zorlandığım bu eğitimdeki durumumuz nedir diye soracak olursanız, 2007 yılında Eğitim Bakanlığı öğrenci başına ödenek tutarı 2.121 dolar iken 2018 yılında 1.317 dolara gerilemiş yani on senede 2.121 dolardan 1.317 dolara geriletmişsiniz öğrenci başına ödenek gelirini. Üniversitelerde bu düşüş çok daha sert. 2007 yılında öğrenci başına 4.245 dolar ödenek aktarılırken 2017 yılında 1.060 dolara düşmüş yani dörtte 1'e düşmüş ödenek, üniversitelere ayırdığınız ödenek. Rakamlar gösteriyor ki betona verdiğiniz önemi ülkenin geleceğini inşa eden gençlerimize siz vermiyorsunuz. Beton inşa edenlere para çok, ülkenin geleceğini inşa eden gençlere para yok.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bütçe, hükûmetlerce harcama yapma, gelirleri toplama yetkisi veren bir kanundur. Bu yetki "milletin bütçe hakkı" olarak tanımlanır ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılır. 2019 yılında toplumun hangi ihtiyaçları karşılanacak ve bunların finansmanı hangi kaynaklardan sağlanacak, burada bizler milletvekilleri olarak merak ediyoruz. Biz İYİ PARTİ olarak milletimizin bütçe hakkı kullanımını en iyi şekilde yerine getirme gayreti içerisindeyiz, bu konuda azami duyarlılığı gösteriyoruz. Plan ve Bütçe Komisyonunda da milletimizin yetkisini hür irademizle kullandık. Meclise gelirken "evet" veya "hayır" için yeminli gelmiyoruz, uygun bulduklarımız var ise, milletin menfaatine gördüklerimiz varsa bunlara "evet" diyoruz, bulmadıklarımıza da "hayır" diyoruz; hiç öyle peşin bir ajandamız yok. Ekonominin düzelmesi için getirdiğimiz bütün önerilere sizler "hayır" diyorsunuz, bir de çekimser kalanlarınız var tabii ki. Üzülerek söylüyorum ki ekonomideki yönetim zafiyetiniz, Türkiye Cumhuriyeti bütçesine faiz ödemesi olarak geri dönüyor. Sizler ki faiz karşıtlığıyla geminizin yelkenini dolduran siyaset anlayışına sahiptiniz, şimdi bırakın faiz karşıtlığını, burs verdiğiniz öğrencilere bile faizle kredi vermenin peşine düşmüşsünüz. Yani memlekette faize boğmadığınız kişi, kurum, kuruluş kalmadı; o öğrencilerin peşine düşmüşsünüz, "Bunları da faiz batağına düşüreceğim." diye karar vermişsiniz; bir de onları "beleşçi" diye adlandırıyorsunuz. Aranızda burslu okuyan çok adam vardır, ben onlardan bir tanesiyim; bizi bursla okutanları hep hayırla yâd ediyoruz. Allah rahmet eylesin, benim burs aldıklarımdan biri Aydın Bolak'tı, mekânı cennet olsun; biri Sabri Ülker'di, mekânı cennet olsun. Burs bir öğrencinin hayatında çok önemlidir, ben kırk sene sonra bile bunu hatırlıyorum. Kırk sene sonra siz nasıl hatırlanacaksınız biliyor musunuz? Burs isteyen öğrencilere "beleşçi" diyen bir iktidar olarak hatırlanacaksınız siz. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Bakın, faiz konusunda rakamlar ne diyor: 2018 yılını 72 milyar lira borç faiz ödemesiyle kapatmayı bekleyen yürütmenin 2019 yılı için koyduğu faiz gideri ödeneği 117 milyar liradır. Ancak arada 45 milyar lira bir fark var, borcumuzun faizine ödeyeceğimiz para yüzde 50 artmış. Türkiye'deki 500 büyük firma kazancının üçte 2'sini faize harcıyor bu ülkede, siz bu firmaların yatırım yapmasını bekleyebilir misiniz? Dünyanın hangi ülkesinde harcadıkları paranın üçte 2'sini faize yatıran bir üretici firma var, üretici fabrika var? Bu, mümkün değil. Bu insanlar nasıl ayakta kalıyor hâlâ anlamakta zorlanıyorum.

Türkiye, yine 90'lı yıllarda olduğu gibi faiz, enflasyon ve döviz sarmalına sürüklendi. Faiz ödemelerindeki yüksek artıştan dolayı oluşan bütçe açığını vergi artışı ve çeşitli zamlara dayandırmanız İYİ PARTİ olarak bizi çok şaşırtmadı, beklendiği gibi oldu. Vergi ve pasaport, ehliyet gibi harçlara yapacağınız zamlarla ortalama yüzde 23,7 gelir artırımı hedefliyorsunuz, 2019 bütçesinde ÖTV'den elde edeceğiniz bütçe gelirinde yüzde 20 artış öngörüyorsunuz.

Her daim söylüyoruz, yine vurgulayacağız: Vergi zaten tabanda. Mesele, vergiyi tabana yaymak değil, geliri tabana yayacaksınız, vergiyi tavana yayacaksınız. Mesele, harcayandan yana değil, kazanandan vergiyi toplamak. Harcayandan dolaylı vergi olarak, adamın içtiği sigaradan, içtiği çaydan, kullandığı tuzdan vergi topluyorsunuz. Bir ülke düşünün ki topladığı vergilerin yüzde 72'sini dolaylı vergi olarak topluyor. Yani tüketenden vergi toplamak değil, kazanandan vergi toplamaktır doğru vergi sistemi.

Daha bir şey söyleyeyim mi size: Esas mesele kimin yanında değil, kimden yana olduğunuz. Kimin yanında olduğunuzu biliyoruz biz, kimden yana olduğunuzu öğrenmek istiyoruz, bütün mesele burada. Ben size tavsiye ediyorum, bu milletin burnuna gelmiş; milletin cebinden elinizi çekin. Milletin durumu hakikaten iyi değil.

Son dokuz ayda, enerji tüketiminde fiyatlara, sanayi ve ticarethaneler için yüzde 50, meskenler için yüzde 40 zam yaptınız.

Bütçe gelirlerini artırma yükünü sadece sabit gelirli vatandaşa yıkıyorsunuz, bunu terk edin.

Ekonomi yönetiminde, maalesef, her geçen gün liyakatten, ehliyetten uzaklaşıyorsunuz. Aile içi yapılan görev dağılımları sonucunda plansız, öngörüden uzak, bilimsel dayanağı olmayan yöntemlerle ekonomiyi yönetmeye çalışıyorsunuz.

Bunun en somut örneklerinden bir tanesi, geçtiğimiz Eylül ayı sonunda İşsizlik Fonu'ndan apar topar 11 milyar lirayı aldınız, kamu bankalarına sermaye benzeri şekilde borç verdiniz. Hani, nerede İşsizlik Fonu? İşsizlik parası diye para yatıran adamlar bir baktılar ki bankadaki paraları kendilerinden habersiz, kendilerinin kullanımından uzak başka yere nakledilmiş. İşsizlik Fonu'nu boşaltarak kur dalgalanmasından oluşan zararı kapatmaya çalıştınız. Sizin çözümlerinizin hiçbiri yapısal değil, hepsi anlık. Günü kurtarmayı yönetmek zannediyorsunuz ama biz İYİ PARTİ olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin gelecek on yılını, elli yılını, yüz yılını planlayalım diyoruz, size çağrılarımız bu yüzden. Bizler faniyiz ama Türkiye Cumhuriyeti devleti ilelebet baki kalacak inşallah.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hükûmetlerin ekonomik programlarını ifade eden bütçelerin büyük sapmalarla gerçekleşmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Her bütçeniz büyük bir sapmayla neticeleniyor. AK PARTİ hükûmetlerinin özellikle Ulaştırma Bakanlığı bütçelerinde planlama kabiliyetinden yoksun olduğu açıkça görülüyor. 2017 yılında 24 milyar lira ödenek öngörülen Ulaştırma Bakanlığı bütçesi yüzde 32 sapmış Sayın Elvan. 2018 yılında ise 31 milyar yani 2017 yılında gerçekleşen ödenek tutarı ayrılmış olsa da şu ana kadar ödeneğin yüzde 85'inin harcanmış olduğu, harcama trendinde herhangi bir sapma olmazsa 2018 yılı bütçesinin 39 milyar lirayla bitirilecek olması bakanlık bütçesinin yine bu yıl da yüzde 25 sapacağı anlamına geliyor. 2019-2020 ve 2021 bütçeleri ulaştırma ve altyapı hususunda "Harç bitti, inşaata paydos." hükmündedir maalesef.

Sayıştay Başkanlığının hazırladığı 2017 raporları... Buraya dikkatinizi çekmek istiyorum: Bu raporu yayınlayan, başkan yardımcısını görevden aldığınız o kurum var ya, Sayıştay, o Sayıştay Başkanlığının hazırladığı 2017 raporları âdeta tarihe not düşülecek yolsuzluk kayıtları niteliğindedir. Bunlar bir rapor değildir, bunlar tarihe not düşülmek için yolsuzluk kayıtlarıdır. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı 2017 yılı Sayıştay Denetim Raporu'nda 232 milyon lira yaklaşık maliyetli iş için toplam 659 milyon lira ödeme yapıldığı görülüyor, Sayıştay raporunda. Bakın, tekrar ediyorum: 232 milyon lira maliyetli iş için 659 milyon lira ödeme yapılıyor. Bahsi geçen bu raporun 56'ncı sayfasının son cümlesinde yer alan "Yapılan işlerin ve kullanılan yetkilerin kamu menfaatine uygun olduğunun söylenmesi mümkün değildir." ifadeleri açıkça gösteriyor ki Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca yüklenici firmaya proje maliyetinin 426 milyon lira fazlasını ödeme olarak yapmışsınız. Bu para bu firmaya mı gitti, nereye gitti, onu da merak ediyorum. Bu firma bu parayı tek başına yiyebildi mi, onu da merak ediyorum; yedirdiniz mi, onu da bilmiyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Yani Bakanlığın takdir yetkisiyle yüklenici firmaya neredeyse maliyetin 2 katı kadar fazla ödeme yapılmış. Yani buna cevap verebilecek var mı içinizde?

SELAMİ ALTINOK (Erzurum) - Var, var, her şeyin var.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - 2 katı kadar fazla ödeme yapılıyor. Bunun izahı nedir biliyor musunuz? Bunun izahı, millet uyanmaz, millet bilmez zannediyorsunuz. Bu millet hepsini biliyor, göreceksiniz. Unutmayın ki hem bu dünyada hem de ruzumahşerde hesap var. Bu hesaba çekileceksiniz, çekilmeden gitmek yok.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kamu-özel iş birliği kapsamındaki bazı büyük projeleri bir bir hatırlatmak istiyorum size: Üçüncü havalimanı, Gebze-İzmir Otoyolu, Kuzey Marmara Otoyolu, üçüncü köprü ve şehir hastaneleri. Görüleceği üzere, bu yatırımlar gibi projeler aslında kamu tarafından yapılması gereken altyapı yatırımlarını ifade ediyor. Bu yatırımların kamu-özel iş birliğiyle yapılmasının nedeni, yürütme tarafından, yeteri kadar kamu kaynağı olmaması olarak gösterildi. Önümüzdeki mali yılda Türkiye'nin karşı karşıya kalacağı riskler göz önüne alındığında; örneğin köprüden geçen araç, havaalanına inecek uçak, hastaneye gidecek hasta sayısına garanti verildiği düşünüldüğünde bu hizmetlerin talebinde yaşanacak düşüşün bütçe üzerinde oluşturacağı yük artacaktır. Teorik olarak kamu-özel iş birliği projelerinin maliyeti 345 milyar lira civarındadır. Bu tutarın tamamının bütçe üzerinde ek yük oluşturmayacağı iddia edilse de garanti verilen miktardan eksik kalan kısmın ne kadar olacağı henüz belli değil. Dolayısıyla, 2019 yılı bütçesinde kamu-özel iş birliğiyle yapılan altyapı yatırımlarıyla ilgili olarak genel bütçenin yükünün ne kadar olduğu ve bu yükün kamu maliyesinde hangi kalem üzerinden takip edileceği de açık değildir.

Örnek olarak Osman Gazi Köprüsü'nü incelememiz yeterli. Günlük 40 bin araç geçiş garantisi verilmiş Osman Gazi Köprüsü'nde ancak Ulaştırma Bakanlığının verdiği rakamlara göre ortalama günlük 25 bin araç geçişi sağlanıyor. 2018 yılının ilk dokuz ayında Osman Gazi Köprüsü'nden 7 milyon 104 bin araç geçmiş fakat bu dokuz ay için verilen garanti sayısı 10 milyon 800 bin araç. Yaklaşık olarak 3 milyon 700 bin araçlık fark hazine tarafından yani bizim ödediğimiz vergilerden karşılanıyor. Bunun izahını nasıl yapacaksınız? Bu durum kamuyu zarara uğratmak değil midir? Vallahi "Değildir." diyorsanız siz bu işi iyi hazmetmişsiniz, afiyet olsun, ne diyeyim yani. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

RAMAZAN CAN (Kırıkkale) - Sen işine bak!

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Artık "Yol yaptık." sözünüzün ne anlam ifade ettiği apaçık ortadadır; siz bu işleri yol yapmışsınız, yol. Sizin "Yol yaptık." lafınızdan onu anlıyorum, siz bu işleri yol yapmışsınız. Türk milletinin ödediği vergilerle oluşan hazineyi özel şirketlere aktarmak değil midir bu? Vicdanınız rahat mı?

Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Avrasya Tüneli, Kütahya Zafer Havalimanı; tutturulamayan garanti sayılar üzerine inşa edilmiş projeler bunların hepsi de. Osmanlı Devleti'nin ilk Padişahı Osman Gazi'nin, oğlu Orhan Gazi'ye devletin mali yapısıyla ilgili verdiği nasihati ya bilmiyorsunuz ya anlamıyorsunuz ya da anlıyorsunuz da işinize gelmiyor. Bir de nispet edercesine, hazinenin içini boşaltan projelerden biri olan bu köprüye "Osman Gazi" ismini verdiniz. Her konuşmanızda edebiyat dolu cümlelerle vurgu yaptığınız ecdadımızın kemiklerini sızlatıyorsunuz.

Genel Başkanımız Sayın Meral Akşener'in belirtiği gibi, İYİ PARTİ iktidarında "kamu-özel iş birliği" adı altında yaptırdığınız bu projeleri yeniden gözden geçireceğiz, tekrar kamunun lehine çevireceğiz, kamunun soyulmasının önüne geçeceğiz, hazinenin boşaltılmasının önüne geçeceğiz. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Tüyü bitmemiş yetimin hakkı bize emanettir, bu hakkın sonuna kadar savunucusu olacağız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Evet, buyurun.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Devamla) - Kamu-özel iş birliğini daha ağırlıklı olarak Türkiye'nin teknolojik sıçramasını sağlayacak alanlarda kullanacağız.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Büyük Millet Meclisinin herhangi bir şekilde Cumhurbaşkanıyla ters düşmesi ve bütçe tasarılarına onay vermemesi hâlinde bile, Cumhurbaşkanı, sistemi işletecek güce kavuşmuştur artık. Başka bir deyişle, bugünkü Anayasa, Kanuni Esasi'nin ilk hâlinden bile daha geriye düşmüş bulunuyor. İYİ PARTİ programında belirttiğimiz gibi, acilen, güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş için mutlaka ve mutlaka hazırlıklar yapılmalı. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye ekonomisi 2003-2017 döneminde, 1950-2002 dönemine kıyasla yıllık ortalama sadece 0,8 fazla büyümek için bu dönemin 3 katı kadar cari açık vermek zorunda kalmış. Yani sadece yıllık büyümeyi 0,8 fazla katedeceğiz diye, 3 katı fazla her yıl cari açık vermişiz. Millî gelir 1 dolar büyüdüğünde ekonomi 2 dolar borçlanmış. 75 milyar dolar büyüme gerçekleştirirken 150 milyar dolarlık borçlanma gerçekleşmiş. Tüm bu rakamlarla, önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisinin içine girmesinin muhtemel olduğu resesyonla beraber düşündüğümüzde, 2019 Yılı Bütçe Kanunu Teklifi'nin uzun zamandır sürdürülen yanlış politikalarda ısrar ettiği ve Türkiye'nin çözüm bekleyen yapısal sorunlarına çare olamayacağı açıkça görülmektedir. İYİ PARTİ olarak milletimizin sorunlarını Meclis gündemine taşıdık ve taşımaya devam edeceğiz.

Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Berat Albayrak, konuşmasında, ekonomide kötü gidişin bir unsuru olarak da terör örgütü FETÖ'yle ilişkilendirdi ve doğrudur, dış güçlere bağladı. Biz de FETÖ'nün iktisadi ve siyasi ayağı araştırılsın dedik, siz "Hayır." dediniz. Demedik mi? "Hayır." dediniz. Biz memleketin sorunlarını taşıdık. Emeklilikte yaşa takılanların sorunlarını beraber çözelim dedik, ona da "Hayır." dediniz. Memurumuzun 3600 ek gösterge sorununu çözelim dedik, ona da "Hayır." dediniz. Fındık üreticisinin derdine derman bulalım dedik, kalktınız, ona da "Hayır." dediniz. Genç işsizlere iş bulana kadar maaş verelim dedik, bunlar baba eline bakmasın, bunlar genç adamlar, gururlu adamlar dedik, ona da "Hayır." dediniz. Ya, asgari ücretli, evini geçindiremiyor, ekmek alamıyor, ondan vergi almayalım dedik, ona da "Hayır." dediniz.

Vatandaşın hiçbir derdine çare olmayan, ülkeyi fukaralığa sürükleyecek olan, ülke kaynaklarını yandaşlarınıza peşkeş çekmeye daha çok olanak sağlayan, Bingöl'deki Mahmut'un sofrasındaki ekmeği azaltan, Trabzon'daki İdris'in evine giderken çocuklarına mahzun bakışının önüne geçemeyen, Uşak'taki Servet'i evinin kirasını ödeyemediği için ev sahibinin hakaretlerine maruz bırakan, Mersin'de atama bekleyen öğretmen Merve'nin umudunu söndüren, köylüyü, çiftçiyi, sanayiciyi, işçiyi, emekliyi, yaşlıyı, öğrenciyi mutlu edebilecek hiçbir planı içinde barındırmayan, hakikatlerden tamamen uzak bu bütçeyi yapsa yapsa ancak Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı yapardı, siz de yaptınız.

Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)