| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı Tümü münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 45 |
| Tarih: | 22.12.2017 |
HDP GRUBU ADINA FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; geçtiğimiz sene olduğu gibi, bu sene de bütçe Meclisten halk idaresi hiçe sayılarak geçiriliyor. Toplumun geniş kesimlerinin katılım sürecinden dışlandığı, halkın kaynaklarının sermaye kesimleri, yandaş kurumlar ve güvenliğe aktarıldığı bu tasarıya "hayır" diyoruz. Toplumsal ihtiyaçlar için bir ekonomi, halk için bütçe istiyoruz.
Yapım maliyeti 5 milyar lira olarak tahmin edilen Cumhurbaşkanlığına bağlı bin odalı sarayın 2016 yılı harcamasının yaklaşık 1,5 milyon liraya vardığı ortaya çıkınca "İtibarda tasarruf olmaz." demişti Sayın Cumhurbaşkanı, öyle değil mi? Peki itibar nerede arkadaşlar? İtibar, mesela, bu fotoğrafta mı? Trajik ama kapitalist ülkelerdeki eşitsizliği olağanlaştıran bu fotoğraf sosyal medyada "Halk yüzde 11 büyümeyi arıyor." diyerek paylaşılıyordu günlerdir. Yoksa, itibar, Meclis Başkanının, Sayın Meclis Başkanının odasını gösteren, yeni düzenlemeyi gösteren bu fotoğrafta mı, bunu da sormak isteriz? Ya da bu bin odalı sarayda mı itibar? Hangisinde itibar arkadaşlar?
İfade etmek isterim ki: Zarfa değil mazrufa bak ya da Nasreddin Hoca'nın hani kürke itibar edilmemesini pek güzel anlatan "Ye kürküm ye." hikâyelerinden biz itibar için bu noktalara geldiysek bizlere yazık gerçekten. İtibar, arkadaşlar, eşitlikte; itibar, adalette; itibar, vicdanda, akılda, yürekte, başka hiçbir yerde değil. Hiçbir sosyal devlet ve demokratik rejim kendi yurttaşlarını işsizliğe ve yoksulluğa terk edemez.
Oysa Türkiye'de her 8 kişiden 1'i sosyal yardımlara gereksinim duyuyor. Ekim 2017'de açlık sınırı 1.544 lira, yoksulluk sınırı ise 5.030 lira. Bırakın yoksulluk sınırını, binlerce, milyonlarca asgari ücretli açlık sınırına yakın, milyonlarca emekli bahsedilen açlık sınırı rakamının altında maaş alıyor. Başbakan Binali Yıldırım "Hükûmetimiz yıllardan beri çalışanımıza asla enflasyonun altında bir ücret vermemiştir." dedi. Oysa rakamlar böyle söylemiyor arkadaşlar. Veriler 6,5 milyon asgari ücretlinin enflasyonun altında ezildiğini gösteriyor. Hükûmet bu yıl için asgari ücrete yüzde 8 zam yaptı ancak kasım ayı enflasyonu yüzde 12,9. Yıl sonu enflasyon beklentisi ise yüzde 9,8'e çıktı.
Bakıyoruz yurttaşlarla manşetlere "Yüzde 11'lik büyüme" diyor. "Ekonomimizi bozamadılar. Ülkeye ekonomik kumpas kurmak isteyenlere tokat." diyor. Böyle muazzam büyüdüysek sıradan yurttaş neden bu büyümeyi hissedemiyor acaba? Çünkü bu önümüze koydukları rakam geçen yılın üçüncü çeyreğine göre büyümeyi gösteriyor. 15 Temmuzdan sonraki dönemde büyüme eksilere düştüğü için o döneme kıyaslayınca sanki ciddi bir büyüme varmış gibi gözüküyor. Oysa Türkiye ortalama yüzde 5 civarı büyüyen bir ülke. Eğer darbe girişimiyle büyüme oranı düşmeseydi ve yüzde 5 olsaydı yüzde 5'e göre bugün yüzde 1,2 büyümüş olacaktık, yani yüzde 11 falan değil, yüzde 1 büyüme söz konusu.
Üretmeden büyümeyi yüksek göstermenin başka yolları da var. Kredi Garanti Fonu'ndan verilen krediler, vergi iadeleri, ertelenmiş sigorta primleri... Bu yıl Hükûmet işi gücü bıraktı büyümeyi olduğundan fazla göstermeye çalıştı.
Peki, ister yüzde 11 olsun ister yüzde 1 olsun, nasıl büyüyoruz? Emek ve doğa üzerinden. Hem emek hem doğa çok ciddi şekilde tahrip ediliyor. Nasıl büyüdük diye soruyoruz. "Efendim, şu kadar inşaat yaptık." Emlak, konut ve inşaatlar yatırım değildir arkadaşlar, tüketimdir. Üretim dediğiniz şey istihdam yaratır, üretim dediğiniz şey bir değer üretir. Her mahallede, yıllardır yaşadıkları mahallelerinden edilmiş insanlar, TOKİ'ler, AVM'ler, plazalar, HES'ler, doğayla tamamen uyumsuz bir büyüme söz konusu.
Değerli arkadaşlar, Âşık Veysel vasiyetinde "Ben öldükten sonra üstümde çiçekler açsın, arılar bal alsın; taş kapatır, çimento kapatır. Orada biten otlardan koyun yesin, inek yesin, süt olsun." der. Hükûmet doğanın büyüyeceği toprak ve su bırakmadı hiçbir yerde. Türkiye'de en zengin yüzde 1 ile en yoksul yüzde 50 arasındaki gelir payı makası özellikle 2007 yılından sonra gitgide arttı. Gini katsayısı diye tüm dünyada kabul gören bir standart vardır. Bir ülkede zengin ile fakir arasındaki uçurum arttığında Gini katsayısı da yükselir. İki gün önce Maliye Bakanı da bahsetti fakat herhâlde kendisi tabloyu ters tutarak tespit etti Türkiye'nin listedeki yerini. Çünkü Türkiye Gini sıralamasında gittikçe geriye düşüyor. Bu katsayı 2016'da 0,404 seviyesine çıktı. Son açıklanan veri Türkiye'de son beş yılın en kötü Gini katsayısının kaydedildiğini gösterdi.
MALİYE BAKANI NACİ AĞBAL (Bayburt) - Bir de yılları karşılaştırın.
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Devamla) - 2018 yılına girerken yine Hükûmetin gündeminde zamlar var. Yüzde 40 oranında motorlu taşıtlar vergisi almaya kalktılar. İnsanlar tepki gösterince de "vatan, millet, güvenlik" demeye başladı Hükûmet. Bugün yüzde 25'e düşen MTV vergisinin yüzde 18'i Savunma Sanayi Fonu'na aktarılacak. Savunma ve güvenlikten sorumlu kurumlara 2017'de ayrılan 64 milyardan fazla bütçe 100 milyar liraya çıkarılıyor. 64 milyar neden yetmedi, neden 35 milyar daha artırılmasına gerek duyuldu? Neden? Geçen yıldan daha fazla çatışma veya daha fazla savaş mı olacak bu yıl? Bu 35 milyar lira artışla ne yapılacak? Bakın, 100 milyar demiyorum, geçen yıl ile bu yıl arasındaki 35 milyar lirayla neler yapılabilir bir bakalım, lütfen bunu dinleyin arkadaşlar: 31.250 tam teşekküllü okul yapılabilir. 25 bin öğrenci yurdu yapılabilir. Çocuklar yoksulluk yüzünden Aladağ'daki gibi denetimsiz, kontrolsüz cemaat yurtlarında can vermezler. 400 bin ataması yapılmayan öğretmenin tamamının ataması yapılarak on dokuz ay boyunca maaşı ödenebilir. Maden işçileri için 16 kişilik, tam 127.272 yaşam odası kurulabilir, Soma, Ermenek, Şirvan'da işçiler yaşamlarını kaybetmezler. 250 kilometre metro hattı yapılabilir. Türkiye'de geniş tanımlı 7 milyon işsizin tamamına beş ay boyunca aylık bin lira işsizlik maaşı ödenebilir. 7 milyon üniversite öğrencisinin tamamına bir eğitim-öğretim yılı boyunca aylık 500 lira burs verilebilir. 200 yataklı, tam teşekküllü 625 hastane yapılabilir. Evet, bütün bunlar sadece savunma bütçesinde 2018 yılında yapılan artışla gerçekleşebilir.
Türkiye'nin bir savaş bütçesine teslim olmasının gerçek nedeni, düşmanlarla kuşatılmış olması ve terörizm tehdidi altında bulunuyor olması değildir arkadaşlar. Bu, AKP Hükûmetinin izlediği iç siyasetin ve bunun türevi olan dış siyasetin bir sonucudur. AKP'nin, Arap isyanlarının Orta Doğu'da yarattığı göreli boşluğu doldurmak hevesiyle siyasi İslam'ın sözcülüğüne soyunması, komşu ülkelere rejim ihracı hevesleri bugün hem dış politikada hem iç politikada karşılaşılan ittifaksızlığın asıl nedenidir. Bir dönem vesayet rejimi ve derin devleti yok edeceğini iddia eden Hükûmetin eksen değiştirerek yeniden derin devletin bir kanadıyla anlaşmasının sonucudur. Türkiye, bir gün Rusya'yla, diğer gün Katar'la yakınlaşıyor. Bugün bir bakıyorsunuz İslam İşbirliği Konferansı toplanıyor, Sudan'ın Darfur'da işlediği soykırım suçu nedeniyle hakkında uluslararası ceza mahkemesi tarafından çıkarılmış bir tutuklama kararı bulunan Devlet Başkanı Ömer El Beşir de bu toplantıya katılıyor. Ömer El Beşir'in Türkiye'de ne işi var arkadaşlar? Ona itibar kazandırmak sizlere mi düştü? Hükûmetin savunma ve güvenlik politikasının ve bunun bütçeye yüklediği aşırı yüklerin gerisindeki irrasyonel tehdit algısının kaynağı da bu politik başarısızlıktır. AKP, bu başarısızlığın yükünü de bütçe üzerinden halkın sırtına, bütün topluma aktarma yolunu seçti. ABD yargılamaları, Panama belgeleri, Malta belgeleri ve Man Adası belgeleriyle halk bir kez daha gördü ki çok çok derin bir rüşvet ve çıkar batağı söz konusu. Bu kiri örtmenin tek yolu da öfke, hamaset ve savaş.
Bunca savunma sanayisinin yanında soruyoruz: Kadınlara bütçe var mı, kreş için bütçe var mı? Yok. Kadınların insanca işlerde çalışması, istihdam ve eğitim programları için bütçe var mı? Yok. Sığınaklar için bütçe var mı? Yok. Bakın, bugün, finansmanı sağlanan 18 hastane, devlet bütçesiyle yapılsaydı eğer 10,5 milyar dolar olurdu maliyet fakat ne yapıldı? Bu hastaneler özel şirketlere yaptırıldı. Devlet halkın bütçesinden onlara kira ödeyecek. Bunlar için yirmi beş yılda ödenecek kira bedeli 30,2 milyar dolar. 10,5 milyar dolara yapılabilecek hastaneye biz yirmi beş yıl boyunca 30,2 milyar dolar kira bedeli ödeyeceğiz. Bu halk neden 20 milyar dolar zarar ettiriliyor? Çünkü AKP'ye yakın inşaat firmaları kazanacak. 2011 yılında "sağlıkta dönüşüm" adı altında hastaneler özel firmalara açıldı. Bugün kamu ve şehir hastaneleri birçok hizmeti taşeron firmalardan alıyor.
Arkadaşlar, geçen gün bir toplantıdaydım ve Tabipler Odası Başkanı bir konuya işaret etti, Türkiye'de yılda 11 milyon MR çekimi yapılıyor. Yerli yersiz, gerekli gereksiz, herkesin, vatandaşın MR'ı çekiliyor. Neden peki? Çünkü bir çekim kotası var, bu kota doldurulmak zorunda. Üstelik bunun için SGK MR başı hastanelere 72 lira ödeme yapıyor ve bu yüzden SGK da sürekli borçlandırılıyor.
Türkiye'de artık elle tutulur hiçbir şey üretmediğimiz için tükettiğimiz her şey ama her şey dolara bağlı. İnsanların alım gücü düşerken yurttaşa ne pazarlanıyor? Yerli otomobil. Peki, o otomobil yerli mi? Ne patenti yerli ne aklı yerli ne ara malzemeleri yerli, hiçbir şeyi yerli olmayan bir otomobilden bahsediyoruz.
MUSTAFA ILICALI (Erzurum) - Daha yeni başladık, başlangıç.
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Devamla) - Ama işte başlangıcı bile böyle.
ALİM TUNÇ (Uşak) - Hayret bir şey ya! Çok inandırıcı değilsiniz.
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Devamla) - Bunu canıgönülden isterdik, doğayla, ekolojiyle, insanlarla uyumlu bir teknoloji üreten, bilim üreten bir ülke olalım; bunu canıgönülden isterdik.
Değerli arkadaşlar, biz, bu ve birçok sorunu tespit ederek, her bir vekilimiz sabah akşam bütçe üzerine çalışarak Meclise geldik ve bakanları muhatap alacağız diye düşündük fakat bakanlarımız sanki Japonya ya da Kanada bütçesini anlattılar; gerçekten, o kadar methettiler ki her şeyi, biz öyle bir ülkenin bütçesi anlatılıyor diye düşündük ya da meydanlarda seçim çalışması yapan muhalefet partisi liderleri gibi konuştular. Yani sanki on beş yıldır bu ülkeyi yöneten bu iktidar ve o bakanlar değildi, mağdur olan onlardı, bizlerse iktidardaydık; böyle bir anlayışla karşı karşıya kaldık. Oysa günlerce, gerçekten günlerce tanımadığımız sağlıkçılarla yazıştık, insanlar ciddi olarak sıkıntı içerisindeler, atamalarını bekliyorlar, en yüksek notları aldıkları hâlde güvenlik soruşturmaları bir türlü tamamlanmıyor.
Değerli arkadaşlar, bir de yeni bir moda var ülkemizde, birtakım reklamlarla karşı karşıyayız. "İstanbul'da yeni bir İstanbul kuruluyor." deniyor. Hemen ardından, on dakika sonra bir başka reklam çıkıyor: "Antalya'da yeni bir Antalya kuruluyor." Şimdi, gerçekten kim istiyor yeni bir İstanbul'u ya da yeni bir Antalya'yı arkadaşlar -ben anne tarafımdan İstanbullu, baba tarafımdan Antalyalı birisiyim- ya da kim istiyor yeni bir Diyarbakır'ı, Sur'u? Ne oldu bizim portakal bahçeleriyle dolu şehirlerimize, erguvanlarla dolu şehirlerimize, bağlarla dolu şehirlerimize? Kim istiyor yeni şehirleri? "İhanet" demekle her şey bitiyor mu? İstediğimiz şey, o şehirlerin gerçekten kendi kimliklerine uygun olarak varlık gösterebilmesi, ayakta kalabilmesi.
Bu liberal, kapitalist yeni sistem getirileriyle bu sadece Türkiye'de olmuyor, dünyanın başka yerlerinde de oluyor, "Maimi yaratıyoruz." "Manhattan yaratıyoruz." diyorlar. Antiemperyalistiz ya! Biz yeni İstanbul, yeni Antalya, yeni Diyarbakır yaratmak istemiyoruz; biz kendi kimliklerimizle, kültürümüzle, oradaki doğal zenginliklerimizle, o şehirlerde halkımızla var olmak istiyoruz.
Türkiye, mutluluk sıralamasında Libya'nın arkasında 70'inci sırada arkadaşlar. Ve bu ülkede yegâne çalınan şey paralar, adalara götürülen servetler filan değildir, bu toplumun mutluluğu çalındı elinden. Bu toplumun mutluluğu çalındı, hakkaniyet duygusu, adalete olan inancı çalındı arkadaşlar, insanlarımızın temsil hakkı çalındı, geleceği çalındı.
Bu Parlamentonun 10 üyesi cezaevinde rehin tutuluyor. Bir yılı aşkın süredir Selahattin Demirtaş duruşmalara çıkarılmıyor. Tutuklu vekillerimiz içerideyken bütçenin hiçbir şey yokmuş gibi bu şekilde geçmesi bu Meclisin bu tarihteki utancı ve ayıbıdır. Bunu da buradan ifade etmek isterim. (HDP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlar, bu ülke hani Mevlâna'nın, Yunus Emre'nin, Pir Sultan Abdal'ın, Halide Ediplerin, Nezihe Muhittinlerin, Şeyh Bedrettinlerin, Fekiye Teyranların, Ayşe Şanların ülkesiydi? Oğuz Atay'ın da ülkesiydi aynı zamanda Sayın Bostancı. Geçen gün andığınız için, çok sevdiğim bir yazar olarak onu da anmak isterim. Ne yaptınız, nasıl ettiniz de bu ülkede Cem Küçük gibi, Ali Ağaoğlu gibi, Reza Zarrab gibi, hatta Sedat Peker gibi adamlara itibar kazandırdınız? Nasıl oldu da bunu yaptınız? (HDP sıralarından alkışlar) Nasıl oldu da bu adamlar televizyonlara çıkıp "Bakın, işkence yöntemleri var, havluyla boğma gibi yöntemler var." diye adamdan sayılıp konuşur oldular? Nerede Yunus Emreler, nerede Pir Sultan Abdallar? Evet, kim bunlar? Ne üretmişler bu toplum için? Bir ağaç mı dikmiş, bir çocuğu evlat mı edinmiş, bir şiir mi yazmış, bir insanın eline eli mi değmiş, kalbine kalbi mi değmiş, kendinden ve reisinden başka kimi sevmiş de ortalığa pelesenk olmuşlar bu ülkede? Evet, ne ettiniz de bu ülkenin en yaratıcı siyasetçileri, gazetecileri hapiste, bunlar meydanları boş bulur oldular?
"12 Eylül zihniyetiyle savaşıyorum." diye yola çıktınız. Geldiğiniz nokta katmerli bir 12 Eylülü halka dayatmak oldu. Askerî darbeler bu ülkenin ne kadar çok demokrasiye ihtiyacı olduğunu gösterir. Her ülke için böyledir bu. Ama OHAL ilanıyla bir darbe de bu ülkeye siz vurmuş oldunuz. Bir bir kuruttunuz, çöle çevirdiniz. Üniversitelerde hoca bırakmadınız. Tıpkı 12 Eylül sonrası gibi, değil mi? O zaman da 1402'likler vardı. Her gün gözaltı, her gün operasyon. Cezaevleri doldu taştı, muhalif basın susturuldu. En çok işsiz kalan üniversite mezunları kimler, biliyor musunuz? Gazeteciler. Bu ülkede gerçekleri yazması gereken, onu anlatması gereken gazeteciler, en çok, gerçekten, işsiz kalan üniversite mezunları.
Nasıl 1980 darbesinde cuntacıları eleştiren muhalifler hedefteydi, nasıl bu ülkenin en değerli akademisyenlerini, gazetecilerini bu ülkede yaşatmadılar, şimdi de Erdoğan'a laf edenler hedef. İkisi de mitinglerde hem Kur'an hem topluma parmak sallamış insanlar. Bu muydu istediğiniz? Ben istediğinizin bu olduğuna inanmayı reddediyorum, istediğiniz bu değildi, böyle düşünmek istiyorum. Çünkü bizler komşu sever, doğasever, her biri evinin önündeki ağacın gölgesine kıyamaz insanlarken, itibar bilgelikte, iyilikteyken bütün bunlar hangi topraklardan türedi arkadaşlar? Tekçilik toprağından türedi bunlar, maalesef ki tekçilik toprağından türedi.
Biliyor musunuz, tekçilik yaşatmaz, öldürür. Bir bakarsınız Ermeniler ölür; bir bakarsınız, kadınlar ölür; bir bakarsınız, LGBTİ'ler, translar ölür; bir bakarsınız, hayvanlar ölür; bir bakarsınız, Türkler ölür; bir bakarsınız Kürtler ölür ama tekçilik öldürür. Bu fiziki bir ölüm değildir aslında, sessiz bir ölümdür bu. Ruhunuzu öldürür, aklınızı öldürür, mutluluğunuzu, sevincinizi, yaşam enerjinizi öldürür. Fiziken ölmezsiniz, yavaş yavaş ölürsünüz. Başka türlü bir cinayettir bu. Ve bu toprakta arkadaşlar, ne bilim olur, ne yaratıcılık olur, ne özgürlük olur ne sevgi olur ne hürmet olur çünkü "Her şey bize benzesin." diye yaşayan, doğruluğundan zerrece kuşku duymayan, hatta zaten kuşku nedir bilmeyenler başkalarını öldürür. İşte, o zaman meydan da, o az önce saydığım, sizlerin dahi öngöremediğiniz adamlara kalır. Tekçilikte sadece biat gerekir, sadece yandaş olmak gerekir, bilgi gerekmez. İyi bir eğitimden söz etmiyorum; incelik gerekmez, nezaket gerekmez, iyilik gerekmez. Tekçilikte sadece yandaş olmak gerekir ve bir lokma olsun siz o biat sınırından çıkarsanız, bir dönemin başbakanı dahi olsanız size üniversitelerde konuşmak için kürsü vermezler.
Evet, siz, AK PARTİ'ye oy veren sevgili yurttaşlar, sizlere de seslenmek istiyorum, hele ki kadınlar, gençler: Asla korkmayınız, eğer bir gelecek olacaksa bu gelecek hep birlikte ve hepimiz için olacak. Sizin yaşadığınız korkuları size yaşatanların, ikna odalarının, okuyamadığınız üniversitelerin zamanı da değil artık, herkesin ama herkesin hak ettiklerini almasının zamanı. Yardıma muhtaç olmak değil, ancak bir partiye yaslanınca iş sahibi, aş sahibi olmak değil, hakkı olanı, hak ettiğini almak zamanı.
Siz, CHP'li sevgili yurttaşlar, korkmayın, bu ülke bölünmeyecek çünkü bir ülke daha fazla bölünemez. Aksine birleşecek, herkes, her yurttaş ister ekonomik ister kültürel olarak hak ettiğini aldığında o ülke bölünmez, aksine birleşir; buna kesinlikle inanın.
Hangi partiden olursanız olun sevgili Kürt yurttaşlar, bu devletin ahir ömrünüzde size iyi muamele ettiği pek görülmedi ama o günler de gelecek. Sizler de acılarınızın da kayıplarınızın da verdiğiniz mücadelenin de sonuçlarını eminim ki göreceksiniz. Ana diliniz hepimiz için -hani diyorsunuz ya- baş göz üstüne olacak. Siz "..."(x) deyince biz "Ne güzel fonetiği olan bir dil, sanki İspanyolcadan daha güzel." diyeceğiz. O İngilizce öğrenmeye gösterdiğimiz muhabbeti burada yaşayan kendi kardeşlerimizin dilini öğrenmek için göstereceğiz. Evet, gelecek burada, bizim, sizin, hepimizin elinde arkadaşlar, gelecek bizlerin elinde. Biz bu geleceği birlikte kurmak istiyorsak kötü yönetenlere hep birlikte "Güle güle, yolun açık olsun." demeliyiz. Ama geçmişte yaptıkları gibi değil, kırarak, dökerek, asarak asla ama asla değil, asla "Kana kan, intikam." diyerek değil; "Onlar etti, biz etmeyelim." diyerek, sakince, kendi geleceğimiz için sakince, çok canımız yanmış olsa da sakince "Güle güle." diyeceğiz. Bu güzelliklerle dolu ülkeyi hepimiz bir yanından kendi meşrebimizce çok sevdiğimiz için bunu sakince diyeceğiz. Böyle yaşamaya mecbur değiliz. Alternatif biziz, alternatif sizsiniz, başka bir dünya mümkün, başka bir hayat mümkün arkadaşlar. Gülme hakkımızı almak da, yoksulluğa son vermek de, adalete erişmek de mümkün. Cesaret de iyilik de bulaşıcıdır. Ne bugün yönetenlere oy verenler ne de vermeyenler, hatta yönetenler dahi bu kadar adaletsizliği, birbirine düşmanlaşmış insanlarla kuşatılmış bir yaşamı hak etmiyor, hiçbirimiz bunu hak etmiyoruz. "İnsanın mayası kötülüktür." der ve buna inanırsak kendimiz gerçekten bunu yaşamaya ve yaşatmaya devam ederiz. Bizler artık iyiliklere, barışa, birbirimizi kucaklamaya, ekmeğimizi, hakkımız olanı adaletli bir şekilde bölüşmeye, mutlu olma hakkımıza doğru yol almalıyız.
Son olarak, kendi hayatımdan bir anıyla bitirmek isterim sözlerimi. 1970'li yıllarda Ankara Hukukta okurken çok sevdiğimiz bir arkadaşımız vardı, Ümit Öncül, avukat oldu sonradan. Ümit, 1980 öncesinde dahi, o günlerin insanlarının bileceği "DAL" denilen emniyet birimine götürülen, işkence gören, mücadeleci, devrimci bir arkadaşımızdı. Çok hasmı vardı tabii, o zaman devrimciler ile ülkücüler arasında ciddi çatışmalar olan, yaşanan bir dönemdi. Biz Ümit'i, o yıllarda değil ama ondan yirmi yıl sonra, 2004 yılında, çok sevdiği halı saha maçını yaparken bir beyin travması sonucunda kaybettik. Sonrasında, ölümünden sonra bir gazete ilanı gördük. En büyük hasımlarından olan bir ülkücünün verdiği bir ilandı bu. Size o ilanı okumak isterim.
"Yaşanmış hiçbir şey masal değildir. Galiba milattan önceydi ancak her şey katı bir gerçekti; kışlar uzun, dersler zor, yaşam çetin, kentler ise yorgundu. Ülkemiz sancılı, gençlik hep uykusuzdu, kahramanlıksa çok pahalıydı. Kuyruklar sadece dolmuş ve Sana yağı içindi; daha Popstar kayıtları başlamamıştı. Ucuz mafyacılık moda olmamıştı henüz. Bankalar daha sağlam, bakkallarsa yaygındı. Çoğu insan diz üstü yaşamayı bilmiyordu. Keskin bir rakip, kararlı bir muhataptı, mutlaka fikrinin namuslusuydu. Ne inkâr ne methiye ne de serzeniş, dönemin sessiz ve onurlu sanıkları, günümüz görgü tanıkları. Ümit'in sevenlerine başsağlığı dilerim." (HDP ve CHP sıralarından alkışlar) İsmini vermeyeceğim, kendisi istemeyebilir.
Evet, ben diyorum ki, belki biraz delikanlıca bir söylem olacak ama delikanlılık kadınlara da erkeklere de yakışır, sadece erkekler için kullanılması gereken bir söz değildir: Dostluk da düşmanlık da mertçe olmalı. Bu nedenle, Selahattin Demirtaş'ı serbest bırakın arkadaşlar, demokratik siyaseti serbest bırakın, bu Meclis sıralarından geçmiş olan vekillerimizi serbest bırakın. Dostluk da düşmanlık da mertçe olsun, sözle, kalemle olsun.
Saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)