GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 4'üncü Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:38
Tarih:15.12.2017

HDP GRUBU ADINA MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Değerli milletvekilleri, Adalet Bakanlığı bütçesini görüşüyoruz. Sanırım şu an en derin yaralarımızın olduğu alan adalet alanıdır. Adalet sadece Adalet Bakanlığını ilgilendiren bir mesele değildir elbette, başka boyutları da vardır ama "adalet" denince akla ilk gelen şey hukuk ve yargıdır. Hukukta ve yargıda çok büyük, çok büyük sarsıntılar ve yıkımlar yaşıyoruz, buna gözümüzü kapatırsak bu yıkımların daha da derinleşeceğinden çok ciddi endişe duyuyoruz. Aslında bütün bunları tek tek verilerle anlatmak da mümkün, tarihten örnekler vererek de bu konuda uyarılarda bulunmak da mümkün.

Öncelikle, birkaç önemli sorunu ben de dile getireyim. Zaten benden önce konuşan sevgili arkadaşlarım somut olaylarla ilgili yeterince örnekler verdiler ama ben de burada belki zaman yetersizliğinden değinilmeyen bir iki konuya işaret etme ihtiyacı duyuyorum.

"Yargı tacizi" diye bir kavram vardır uluslararası literatürde de yer alır, en çok da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında adil yargılamanın ihlali olarak belirtilir. Yargı tacizi nedir? Durup dururken, sağlam gerekçeler olmadan, deliller olmadan, varsayımlara, hatta dedikodulara ve en çok da itirafçı beyanlarına dayanılarak fezleke ve iddianame hazırlanmasıdır. Şu an hazırlanan iddianamelerin çok büyük bir kısmı temelden yoksun değerli arkadaşlar. Bundan birkaç yıl önce HSYK'yla ilgili -o zaman HSYK'ydı- bir çalışma yapmıştık ve bu da TESEV'den yayımlandı. İddianamelerle ilgili bir çalışma yapmıştım daha o gün ve otuz yıllık hukuk hocalığı geçmişimde yaptığım gözlem ve araştırmalara dayanarak bu kadar vahim iddianamelerin hiçbir dönemde olmadığını söylemiştim, yanılmışım çünkü sonrası geliyordu ve sonra gelen o tablo benim o söylediklerimin çok naif olduğunu bana gösterdi.

Şunu demek istiyorum: Son iki yılda hazırlanan iddianamelere baktığımızda gerçekten hiçbir aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği nitelikte ithamlar ve ifadelerle doludur. Bunun adil yargılama hakkını kökten yok ettiğini bilmek lazım, dinamitliyor. Bu tür fezleke ve iddianamelerle şüpheli durumuna düşen insan sayısının yaklaşık 7 milyon olduğunu geçtiğimiz günlerde Yargıtay Başkanı söyledi. Düşünün: Bir ülkede 80 milyonluk bir nüfus var ve yaklaşık her 10 kişiden 1'i şüpheli. Bu, Hükûmete ve tabii ki Adalet Bakanlığına iki açıdan çok önemli sorular sormayı gerektiriyor. Gerçekten bu kadar şüpheli varsa ve gerçekten bunlar şüpheliyse toplumun hukuk ve adalet barışını sağlamakta yetersiz kalıyorsunuz, başaramıyorsunuz, hukuk barışını ve adil bir birlikte yaşam ortamını yaratamıyorsunuz. Eğer bunlar biraz önce söylediğim gibi, temelsiz ithamlara, dayanaksız iddianamelere ve keyfî soruşturmalara dayanıyorlarsa bu daha vahimdir. Demek ki adil yönetmek gibi bir isteğiniz de yok, adalet gibi bir derdiniz de yok, bu anlama gelir.

Şimdi, Türkiye'de yargı taciziyle ilgili örnekleri sıralamaya kalksam burada birkaç saat konuşmam gerekiyor. Geçen gün grup koridorunda absürt fezlekelerle ilgili bir sergi açmıştık, sembolik bir sergi. Sadece birkaç tanesine bakarsanız görürsünüz gerçekten. Ortada adalete dayanan, eşitliği gözeten bir soruşturma ve yargılama süreci yok değerli arkadaşlar. Siyasi hedeflere kilitlenmiş bir hesap var. Bunun da tarihteki adı, literatürdeki adı "siyaseten yargılama" ya da benim tercih ettiğim kavramla "siyasi yargı"dır. Siyasi yargının amacı; kanunları uygulamak, adaletin temel ilkelerini hayata geçirmek değildir; kendisine düşman, hasım veya muhalif gördüğü kesimleri, iktidarın yargıyı kullanarak sindirmesi veya tasfiye etmesidir, siyasi yargı budur.

Çok büyük siyasi davalar var tarihte, örnekleri var. Bu davaları yine çok uzun uzun saymayacağım ama ilk akla gelen 3 tanesini söyleyeyim: Dreyfus davası, Rosenbergler davası, Sacco ve Vanzetti davası.

Şimdi, Dreyfus davasını biraz açalım, bize önemli dersler verir diye düşünüyorum, önemli uyarılar buradan çıkabilir diye inanıyorum. Dreyfus davası 1894'te bir casusluk iddiasıyla başlamıştı fakat toplumdaki bütün önemli çelişkileri bir katalizör gibi ayrıştırmıştı. Şu okuduğum satırları ben 2010 yılında yazmıştım, KCK davaları dolayısıyla yazmıştım. Oraya bağlayacağım, buradan izninizle birkaç paragraf okuyacağım. Dreyfus davası ile KCK yargılamaları ve sonrası arasında ne gibi bir ilişki var. Fransa sarsılıyordu. Biliyorsunuz, Dreyfus davasıyla ilgili tartışmalar bugün de bitmiş değil. Dönemin çok güzel bir analizini yapan çok değerli düşünür Hannah Arendt çok güzel özetlemişti Dreyfus davasının özünü. Diyor ki: "Fransa ikiye bölünmüştü, bir yanda Dreyfusçular, diğer yanda anti Dreyfusçular. Bu bölünme, 20'nci yüzyılda da siyasi yansımaları bakımından varlığını sürdürdü. 'Anti Dreyfusçu' terimi, cumhuriyet ve demokrasi karşıtı ve ırkçı herkesi tanımlayan bir sıfat olarak kullanıldı. Anti Dreyfusçular cephesi, monarşizmden nasyonal Bolşevizm'e ve sosyal faşizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Cumhuriyete ve bütün demokratik etkilere karşı reaksiyoner bir siper oluşturan silahlı kuvvetlerdeki 'çelik kast' bu cephenin en önemli bileşeniydi. Vurgulamakta fayda var, 'Fransa Fransızlarındır.' sloganı bu cenahın en popüler sloganıydı." Peki, daha sonra ne oldu? Bunun karşısında bir anti Dreyfusçu cephe oluştu. Kim kazandı ya da sonuç ne oldu? Maalesef "Fransa Üçüncü Cumhuriyeti anti Dreyfusçuların bu ırkçı, faşist zihniyeti ve çabaları dolayısıyla yıkıldı." diye kayda geçiyor tarihçiler. Onlar çok güçlü olduğu için mi? Hayır, anti Dreyfusçular çok güçlü olduğu için değil ama Dreyfusçular yeterince güçlü olmadığı içindi.

Şimdi, ben buradan çağrı yapıyorum hem Hükûmete hem bakanlara, milletvekillerine ve kamuoyuna: Bizim bütün siyasi davalara karşı Dreyfusçu bir ruha ve tutuma ihtiyacımız vardır. Burada uyarmıştım, "Bu davalar gelecek ve mutlaka iktidarı vuracak." diye. Yazı burada, 21 Ekim 2010. Oldu mu? Evet, oldu. "Komplodur." "Kumpastır." dedik, sonra itiraf ettiler, cemaatçi polislerin hazırladığı dosyalarla, cemaatçi savcı ve hâkimlerin kararlarıyla bir siyasi tasfiye yürütülmek isteniyordu; aynen şimdi olduğu gibi. HDP'ye yönelen, milletvekillerine, il, ilçe teşkilatı yöneticilerine ve üyelerine yönelen davalar da böyledir. Peki, bu kadar açık bir gerçeklik var, geldi ve darbeye kadar uzandı, 15 Temmuza geldi. 15 Temmuzla mücadele adına ilk el atılan alan yargıydı, cemaatçi hâkim ve savcıları temizleyelim diye başladılar. O gün o uyarıyı dikkate alsaydınız 15 Temmuz belki olmayacaktı. Buna benzer başka uyarılar da yapıldı.

Geçen günkü konuşmamda bir öneride bulunmuştum, Sayın Bakan da buradayken bu öneriyi tekrar ediyorum. Eğer yargıdan bu kadar çok sayıda insanı ihraç ediyorsanız...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Lütfen tamamlayın Sayın Sancar.

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Tamamlıyorum.

Sanırım toplam kadronun yüzde 25'i ihraç edilmiş durumda. İhraç edilen herkesin mutlaka suçlu olduğunu elbette iddia etmem ben fakat ihraç, tek başına önemli bir işlemdir. Hükûmet ihraç etmişse, bu insanların hukuk ilkelerine ve adalet gereklerine göre faaliyet yürütmediklerine kanaat getirdiği için yapmıştır. Gelin, bu davaları, bu savcı ve hâkimlerin imzası bulunan davaları nasıl yeniden değerlendirebileceğimize dair birlikte bir çalışma yapalım. İzninize ve affınıza sığınarak söyleyeyim, bu konuda epeyce çalışmam oldu uluslararası örnekleri de kapsayan, hepsini emrinize sunmaya hazırım. Birlikte kanun hazırlayalım. Grubumda çok değerli hukukçu arkadaşlarım var, Mecliste de var. Adaletsizliği yok etmezsek bu toplumu çürütürüz. Buna hiç kimsenin hakkı yok.

Saygılarımla efendim. (HDP sıralarından alkışlar)