GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 4'üncü Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:38
Tarih:15.12.2017

HDP GRUBU ADINA CELAL DOĞAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sayın Bakanın teşrifi konusundaki ısrarımın biraz da geçmişe dayalı hukukumdan kaynaklandığını söylemek isterim. Çok saygıdeğer bir seydanın torunudur o. Mehmet Emin Er'i tanımanızı isterim, bilmeyenlerin de okumasını isterim. Bölgemizdeki kan davalarının ıslahında tanıma şerefine nail olduğum müstesna bir insandı. İlmi açısından zaten söyleyecek hiçbir laf yok, söz konusu değildir. Devletin bürokrasisinde bulunanların Tayyip Bey dâhil, Abdülkadir Aksu dâhil, Cemil Çiçek dâhil çoğu tedrisatından geçmiş bir insandır. Kendisi ben milletvekiliyken doğmuştur 1977 tarihinde. Bu nedenle o hakkım var diye düşündüm, gelmesinde ısrar ettim. Teşekkür ediyorum.

Biraz önce değerli arkadaşımın birisi Parlamentonun katılımından şikâyet etti, eksik olduğunu söyledi. Bu Parlamentonun kalabalığı sayısından gelmez, bu demokrasinin mabedidir, Kurtuluş Savaşı'nda da açık kalmıştır. O nedenle sayının azlığı veya çokluğu çok fazla bir şey ifade etmez, bir kişi de olsa konuşulur. Hükûmet var, tamamlandı, eksiksiz oldu. Şimdi Parlamentoda kimse yoksa bile tarihine saygımızdan dolayı, bu Meclisin geçmişinden dolayı sözlerimizi söylemeye devam edeceğiz.

Aslında bu yeni çıktı galiba, ben pek rast gelmedim üç bakanlığın, dört bakanlığın bütçesinin aynı günde görüşülmesine. Belki de faydalı oldu süre kazanma açısından. Üç çok değerli bakan var. Konuşma yapacağım bakanlık Adalet Bakanlığı ama -Çevre ve Şehircilik Bakanlığı var- Çevre ve Şehircilik Bakanı Sayın Özhaseki yok ama yokken de onunla ilgili de bir şey söyleyeyim.

Sayın Özhaseki dört dönem belediye başkanlığı yapmış değerli bir belediye başkanıdır. Ancak -onun olmasını da özellikle isterdim- Türkiye'de temayüz etmiş belediye başkanları vardır. Sayın Nalçacı vardı Konya'da hatırlar mısınız? Onun memleketinde Sayın Kavuncu vardır. Bugün Türkiye'de iki şehirde gecekondu yoksa onların yaptığı imar sayesindedir. Eğer burada olsaydı Sayın Özhaseki, o kendi ilinde farklı partilerden, Cumhuriyet Halk Partisinden Bahçecioğlu da belediye başkanlığı yaptı, acaba kimsenin ismini tabelalardan sildi mi, kimsenin resimlerini oradan indirdi mi salonlardan veyahut da Sayın Kavuncu'nun isimlerine bir leke getirdi mi; asla görmedim. Ama şahsım on beş sene büyükşehir belediye başkanlığı yaptım, şehrin her zerresinde emeği olan bir insanım, Sayın Bakan da o şehirde doğmuş, büyümüş birisidir, bıraktığımız Gaziantep'i, huzurlu şehri, temiz havalı şehri Celal Doğan'ı itibarsızlaştırmak adına Kilis'in ilçelerinin tümünde, Besni'de, Pazarcık'ta ve Gaziantep'te adımıza yapılmış ne varsa -ki çoğu talebim değildir, vilayetin verdiği isimlerden birisi de yapmış olduğumuz bir ilköğretim okuludur- Celal Doğan adının silinmesinde seyirci kalmak veyahut da buradan bir en azından rahatsızlık duymamış olmanızı da bir bakan olarak esefle karşıladığımı söylemek istiyorum.

Oradan, Sayın bizim Çevre Bakanımıza şöyle de bir cümle sarf etmek istiyorum: Hak teslim etmek diye bir şey de vardır, o nedir? Türkiye'de Toplu Konut İdaresinin kuruluş tarihi AK PARTİ'den öncedir ama çok başarılı olduğu alanlar da vardır. Efendim, toplu konut şunu yaptı, bunu yaptı, rant yarattı, doğrudur; özellikle yüksek gelirli gruplara hitap etti, doğrudur ama Türkiye'nin çok yerinde on binlerce ve yüz binlerce ihtiyaç olan konutların tekemmülünde, daha doğrusu inşasında gösterdiği sürat ve performansı da takdir edip hak teslim etmek gerekir, bu bir.

İkincisi, Sayın Özhaseki'ye bir tavsiyem var: AK PARTİ Grubundan özellikle gündem yaratma konusunda Metin Külünk'ün rolünü üzerine almasından vazgeçmesini tavsiye ediyorum. Türkiye'de çok skandal bir olay olduğu zaman hemen bir "Deprem olacak." lafını ortaya atmak Metin Külünk'ün rolüdür, onu üzerine almamasını tavsiye ederim.

Bir başka konu, Sayın Kalkınma Bakanımız burada, Sayın Elvan, Gaziantep'i biliyorsunuz, Türkiye'nin gerçekten saygıdeğer bir ilidir ve iftihar edeceğimiz bir şehirdir. Bıraktığımda 585 fabrikanın üretim yaptığı bir şehirdi ama bu Gaziantep'e yeterli değil. 7 milyar dolar ihracatı sadece Irak'a yapan bir şehirdi. Bu da yetmez çünkü Kalkınma Bakanımızın mutlaka tespiti de olacaktır, şu noktada olması gerekir: Kalkınma, inşaat sektörüyle olmaz. Ara sektördür, lokomotif tarafları vardır, işsizliği azaltır. Katma değer yaratmadan, istihdamı özellikle sanayide ve katma değer yaratacak alana kaydırmadan ne ülkede kalkınma olur ne millîlik olur ne huzur olur ne de refah olur. Bu nedenle de 2 Bakan arkadaşıma da bütçelerinin hayırlı olmasını dileyerek sözlerimi Adalet Bakanlığına getirmek istiyorum.

Sayın Bakanım, 1920'de Türkiye'nin ilk Adalet Bakanı Celalettin Arif Bey'dir. Siz 84'üncü Bakansınız. Yani bugün Adalet Bakanlarının sıralamasına baktığınızda 84'üncü bakan olarak, 1920'den yüz yıllık süreye üç kala çok temayüz etmiş bir Adalet Bakanı ismi bulamazsınız. Başka alanlarda bulursunuz. Örneğin eğitimde Hasan Âli Yücel gibi insanlar var. Dış politikada çok değerli Dışişleri bakanları var ama Adalet Bakanlığı temayüz etmiş bir bakanın çıktığı bir alan olmamış çünkü bu Bakanlık kurulduğundan bu yana -cumhuriyetle beraber yaşı- hep sorunlu bir bakanlık hâline gelmiştir çünkü genellikle iktidarlar bakanlıkları arka bahçesi olarak tutmaya çalışmışlardır. Yani Bakanlığı her iktidarın kendi elinde bir manivela olarak kalmasını arzu etmelerinden kaynaklanan bir sorunla karşı karşıyayız. Bu, özellikle siyasi davalarda net ve tescillidir. Adi suçlarda, özel hukukta bu kadar baskın olmamasına rağmen siyasi davalarda sorunlu bir bakanlık, daha doğrusu defolu kararları olan, skandallarla dolu, sabıkalı bir adli yargı geçmişiniz var. Bunun çok bariz örneklerini saymak gerekirse satırbaşı olarak, istiklal mahkemeleri bunlardan birisidir, sıkıyönetim mahkemeleri birisidir. Özellikle Ankara 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına karar veren hâkim o kararı verdiği gün, arkadaşımızın asıldığında sırıtan, sırıtarak idamı seyreden ama yemek yerken de boğazına kaçan lokmayla boğulan bir şahıstır mahkemenin başkanı.

Kimdir bu başkan? Aynı zamanda bir yargıç değildir, hukukçu değildir, askeriyeden almış olduğu altı aylık kurmay eğitimi ve iki senelik harp okulu eğitimiyle idam kararına imza atarken neredeyse çiftetelli oynayan bir insandır.

Ama sorun şudur: "Biz Denizleri astık ama terörü bitirdik." diyenler, ne terörü bitirebildiler ne de bugün çok üzerinde durduğunuz, yüreği antiemperyalist atan, hayatı antiemperyalist mücadeleyle geçen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını asan anlayış Türkiye'de bugün yeşermeye başladı. Yani dün Denizleri -antiemperyalistken- arkadaşlarıyla birlikte "Rus uşağı, Moskof uşağı" olarak itham edenler, bugün onun yerine Amerika'ya karşı antiemperyalist kavgayı vermenin yoluna girdiler.

Bu nedenle, zaman değişiyor, tarih değişiyor, koşullar değişiyor. Yargının da değişmeyen sorunları var. Nedir bu? Türkiye'de yargıyı kendilerinin arka bahçesi yapmak.

Yargının tarzı... Aslında bizim dikkatimizi çekmesi gereken şu: Türkiye'de olağanüstü hâllerde, demokrasinin askıya alındığı hâllerde bakınız hep sorunlu siyasi kararlar çıkmıştır. Bunlardan birisi, Yassıada'dır. Yani Menderes ve arkadaşlarını asan yargının, hâkimin beyanı aynen şudur: "Sizi buraya gönderen idare ve irade böyle istemektedir." Arkasından Türkiye'ye 12 Eylül geldi. Yine devlet güvenlik mahkemeleri, idamlar... Bugünlerde, çok kısa süre önce, ölüm yıl dönümü kutlandığı için söylemekte fayda var, Erdal Eren'i hepiniz tanırsınız, duymuşsunuzdur daha doğrusu. Erdal Eren 17 yaşındaydı. "Bir sağdan, bir soldan." diye 517 idam kararı veren 12 Eylül rejiminin yirmi beş işinden biridir. Yani o arkadaşımız 17 yaşındaydı. Yaşı büyütülerek idam edilenlerden birisidir.

Şimdi bunu şunun için söylüyorum: Adli tarihimizin bu karanlık sayfalarından nereye geldik? 15 Temmuz 2016'daki FETÖ hareketine maruz kaldık. "15 Temmuzun tahrip ettiği, devletin hangi organı yok?" derseniz hiç birini saymak mümkün değil ama "En çok tahrip ettiği yerler kim?" derseniz, bana sorarsanız birisi de yargı kesimidir. 4 bini aşkın bir yargıcı görevden atıyorsunuz ve siz, şimdi, Türkiye'de bu koşullarda adaleti tevzi edecek bir sistemi düzenlemeye çalışacaksınız. Onun için, işiniz çok zor. Dokuz aylık bir bakansınız, bu nedenle size yük yükleyecek, eleştiri getirecek vicdansızlığı üzerime alarak bir eleştiri yapmak istemiyorum ama şunu da yapmak zorundayız: Zihniyeti öğrenmeliyiz. Zihniyet çok önemli. Eğer siz... Gerçekten geçmişte çektiğimiz bu iki sıkıntının sebebi şu: Birisi devlet odaklı yargı, ikincisi imam odaklı yargı.

Bakınız, kumpas davaları dediklerimiz... Nedir birisi? Özellikle Türkiye'de Ergenekon gibi, Balyoz gibi, Casusluk gibi davaların tümünün kumpas olduğu konusunda hemfikir oldunuz, hemfikir olundu. Kim bu kararların hayata geçmesini ve Türkiye'deki yargı gündemine getirilmesini sağladı? İmam odaklı anlayış. Nedir bu? Türkiye'de hukuka ve adalete bağlı değil, vicdana bağlı değil, evrensel hukuk değerlerine değil; bir imam anlayışının yani FETÖ'cü anlayışın güdümünde getiren insanların koymuş olduğu bir... Sonuçta Türkiye, bu yargıda tahribatı aldı. Devlet odaklı dediğim zaman çoğunuz belki "Bu devlet bizim devletimiz değil mi?" diye isyan edebilirsiniz. Bu devletin iki yüzü vardır; silahı barış için kullandığında barışı getirir, cinayet için kullandığında... Ki bu devlette bunları çok yaşadık, örtülü devletin yapılarını gördük, derin devletin yapılarını gördük, arkadaşlarımızın nasıl bertaraf edildiğini yaşayarak göregeldik, bazı hâkimleri sıraya koyduğunuzda "Devlet mi, insan hakkı mı?" dediğiniz zaman, onlar, işte, "devlet" diyeceklerdir. O "devlet" diyenler Menderes'i asan devlet hâkimidir, Denizleri asan anlayıştır. Bu nedenle, Adalet Bakanlığının önündeki süreçte, bu kadar tahribatı yapan kadroların yok olduğu bir yerde ne yapması gerekir? Bence sadece sizin değil, bütün bu Parlamentonun sorunu olacaktır.

İnanarak söylüyorum, Halk Partilisi, MHP'lisi, HDP'lisi -sizin grubunuza söyleyecek bir lafım yok, akçeli işler size ait, ihale yaparsınız, ceza yaparsınız, şu yaparsınız, bu yaparsınız, onlar bizim dışımızda- akçesiz hangi işinizi, adaleti sağlama, adaletin inandırıcı olabilmesi, eksiksiz bir yargının Türkiye'de işlev yapması konusunda ne zaman bizi çağırırsanız biz kurşun asker gibi emrinizde olacağız. Çünkü adalet sadece bize değil, herkese lazım çünkü adalet bu ülkenin vazgeçilmez arananıdır. Bugün en çok aradığımızın, nefes gibi, hayat gibi, su gibi aradığımız adaleti yaşayarak görüyoruz.

Bu Parlamentoda bulunması gereken milletvekillerimiz hapiste. Yargıtay kararı, dahası Anayasa Mahkemesi kararı ortada dururken içtihadını değiştirmesine neden olan hangi yasal değişiklikler oldu? Anayasa Mahkemesi içtihadından vazgeçmesinin gerekçesi, hâkim teminatının eksikliği ve korku cumhuriyetidir. Korku cumhuriyeti halk üzerindekinin dışında hâkimler de bu korkunun esiri olmamalıdır. Bunlar kendilerini güven içinde hissetmelidirler. Güven içinde hissedebilmesi için yasal teminatının olması gerekir. Türkiye'de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hâkimlerin hakkını koruması gerekirken, Demokles'in kılıcı gibi, yarın nereye gideceği konusunda endişe içinde karar veren hâkimlerle karşı karşıyayız. "Bu kararı vermezsem sürülürüm, bu kararı vermezsem yargılanırım, tevkif olurum." diyen hâkimler biliyorum. Ama o kadar tahribata uğramışsınız ki yargı olarak -karikatürize etmiyorum- yani dergilere geçecek şekilde mahkeme kararıyla karşı karşıyayız. Bir asliye ceza mahkemesinin kararını ibretlik için size hatırlatmak istiyorum. Hâkimin verdiği mahkeme kararına bakıyoruz: "Türk Ceza Kanunu'ndaki fiilin karşılığı iki yıldan beş yıla kadar." diyor. Hâkim kararının imza altına aldığı kararda diyor ki sanığa "Git, iki ila beş yıl arasında sana ceza verdim." Mahkeme ilamı bu.

Şimdi, bu nereden kaynaklanıyor? Türkiye'deki hukuk fakültelerinin seviyesini bilmenizi istiyorum açıkçası.

Ben iki yıl hukuk fakültesine derse gittim. Kavramlardan uzak, bir defa, hukuk fakültesi demeye bin şahit lazım -sadece ceza hukukunda ve idare hukukunda 7 profesörün olduğu okulda öğrencilik yaptım- üniversitenin tamamında 1 profesör, 1 doçent, 1 asistan var; bunun adı hukuk fakültesi olmaz. Sayın Bakan, yetkinizde değil ama lütfen, bu görüşleri yetkililere anlatınız.

Birinci şart: Türkiye'de yeni hukuk fakültesi açmayınız. Yeni hukuk fakültesi açmak Türkiye'ye hizmet değildir. Yeni fakülte de açmak aslında -çok övünüyoruz- doğru değildir, oradaki vatandaşa müşteri göndermekten başka hiçbir anlamı yoktur. Eskiden bunu askerler yapardı, bir yere bir acemi birliği açalardı veyahut da bir tugay kurarlardı ve orada esnaf abat olurdu çünkü hazır müşteri vardı. Şimdi, üniversiteleri beldelerdeki işsizliği önleyeceği veya esnafa kazanç sağlayacağı anlayışıyla kurulacak noktaya getirdiniz. Açmayın bu üniversiteleri. Yüksekokul kalitesinde bile değil, inanın, kreş kalitesinde olmayan üniversiteler var; açmamak gerekir.

İki: Bu eksiği gidermenin bir tek yolu var, eğer samimi olarak inanırsanız; İstanbul Hukuk Fakültesi, Ankara Hukuk Fakültesi, Marmara ve Ege Üniversitelerini nazara alınız. Sizin asgari 5 bin savcı ve hâkime ihtiyacınız var, asgari. Ama partizanlık anlayışıyla değil, arka bahçemiz olsun diye değil; gerçekten, bu arkadaşlarımız Türkiye'de yargıya hizmet edecek. On beş yıllık avukatları seçiniz ve bunları bir Kurtuluş Savaşı'ndaki ülkenin savunmasına çağırır gibi adaletin kurtarılmasına seferber ediniz. Akademideki iki aylık bir eğitimle 5 bin hâkimi bu seviyedeki okullardan mezun avukatlarla donatmazsanız ne sizin iktidar ömrünüz ne bizim ömrümüz bu adaletin düzelmesini görme şansına sahiptir. Hukuk fakültesinden yetişecek, beş sene sonra öğrenci mezun olacak, staj yapacak, bilmem ne olacak, sonra gelecek, bu arkadaşımız Türkiye'de hâkimlik yapacak, adalet dağıtacak; bu mümkün değil.

Asıl mesele, içinden çıkılamaz -daha doğrusu adaleti kilitlediniz- bir çıkmaz sokağınız var; sulh ceza mahkemeleri. Sulh ceza mahkemesinin yetkilerinin bu hâle getirilmesi adalet tarihinde bir garabettir. Bir sanık mahkemeye sevk edildiğinde savcılıktan sonra sulh ceza hâkimine giderdi. Sulh ceza hâkimi ya tevkif eder veyahut da serbest bırakırdı. O sulh ceza hâkiminin tevkif ettiği vatandaşın itiraz edeceği bir yer vardı. Nedir o? Asliye ceza hâkimine itiraz etmekti. Asliye ceza hâkimine gitmesinin sebebi nedir? Sulh ceza hâkimi beş yıllık bir sicile sahipse asliye ceza hâkimi asgari on beş yıllık sicilli bir hâkim, tecrübeli bir hâkimdi. Şimdi siz ne yaptığınız? Sulh ceza hâkiminin itirazını bir başka sulh ceza hâkimine yaptırıyorsunuz. Şunu net söylüyorum: Cezaevlerinin kapısının iki anahtarı var: Birincisi, açarken içeri koyduğunuz insanlara; ikincisi, çıkarken kullandığınız anahtar. Her ikisi de sulh ceza hâkimlerine teslim edilmiştir.

İddia etmiyorum, belki çok ağır gelebilir, bunların tümü bilerek ve isteyerek seçilen hâkimlerdir. Tümü bilerek ve isteyerek markaj altında girmiş hâkimlerdir. Deniyor bu laf. Şimdi, bundan Türkiye'yi kurtarmanın yolu, sulh ceza mahkemelerinin usuldeki eksiklerinde yani itirazda asliye cezaya gitme konusundaki hakları teslim etmeniz gerekir, bir.

İkincisi: Son günlerde kanun hükmündeki kararnamelerle ilgili bir laf duydum. Kanun hükmünde kararnameyle, sulh ceza hâkimliğindeki takipsizlik kararlarının yeni çıkan deliller karşısında yeniden mahkeme edilebilmesi için savcının harekete geçmesi yetmiyor, o sulh ceza hâkiminden, o güdümlü sulh ceza hâkiminden karar alacak, bu bir.

Zaman kalmadı, bir dakika almaya çalışacağım ama keşke böyle olmasaydı.

İkincisi: Zarrab meselesi. Zarrab davasını bir millî dava kabul etmeyin. Millîlik gerçekten çok farklı bir olaydır. Millîliğin çıkış noktası Türkiye'de Müdâfaa-i Hukuktur, antiemperyalist kavgadır. O güdümden, o anlayıştan gelmek gerekir. Zarrab'ın davası "..."(x) meselesidir. Sayın Cumhurbaşkanı belki de en iddialı lafı söyledi "Biz ticaret yapma hakkına sahibiz, bunlar bizim komşumuz, Amerika buna karışamaz." Bu bir duruştur, bakın, bu bir duruştur. Dünyada geçerliliği yoktur, bu konuda geçerliliği olmaması yanında mahkemeler karşısında geçerliliği de yoktur. Dünyadaki gelecek cezayı önlememizde bir geçerliliği yoktur ama doğru dürüst bir duruştur.

Peki, o zıkkımlanmaları nereye koyacağız biz, o ziftlenmeleri nereye koyacağız biz? Amerika sana "Kardeşim ben senin sanığını yargılamak için toplayayım." demiyor. "Sen benim sistemime girdin, dolarımı kullandın. Sistemime girmek için, dolarımı kullanmak için de aracılar kullandın." diyor. Kimi kullandın? "Kamuda görevli insanlar ziftlendiler." diyor, "Çaldılar." diyor, "Zıkkımlandılar." diyor. Keşke zıkkımlanmasalardı da ziftlenmeselerdi de Amerika'nın emperyalist sistemli mahkemelerinde ülkemizi uluslararası alanda Amerikan mahkemesine yargılatacak noktaya gelmeseydik.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun, tamamlayın.

CELAL DOĞAN (Devamla) - Tamamlıyorum.

Bu kuş buradaydı, biliyorsunuz. Bu pırlantada da ödül almış bir arkadaştı. Hangi alanda? Mücevher. Dün mücevherdi, bugün teneke oldu. Bu tenekeyi buradan nasıl gönderdiğinizi ben merak ediyorum. Elinizdeydi. Eğer elinizdeki bu kuş uçmasaydı -Amerikan sisteminde bildiğim kadarıyla gıyapta yargılama yoktur- hiç olmazsa o rezilliği çekmezdik. Hepimizin arıdır, hepimizin namusudur ülke adliyesine yapılacak, egemenliğimize bir darbedir.

Bu konuda sizin gerçekten büyük kusurlarınız var, büyük eksiklikler var. Bunu şunun için söylüyorum: Darbe oluyor, generalinizi yaver bağlıyor, Dışişleri Bakanınızın özel odasına FETÖ'cüler giriyor, Cumhurbaşkanlığı köşkünde koruma yerinde ikinci sınıf değil, birinci sınıf emniyet müdürleri FETÖ'cü çıkıyor.

Türkiye'yi kim idare etti? Siz uyuyor muydunuz? Uyumamanız dileğiyle saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)