GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Arasında Güvenlik İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:13
Tarih:25.10.2017

HDP GRUBU ADINA MİTHAT SANCAR (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir uluslararası sözleşmeyi görüşüyoruz, bu vesileyle uluslararası ilişkilere bir genel bakış yöneltme ihtiyacı hissediyorum bir giriş babında, sonra da Hükûmetin dış politikasına ilişkin görüşlerimizi paylaşacağım sizlerle.

Yeni bir dönem yaşadığımız genellikle kabul ediliyor uluslararası ilişkiler alanında. 1945 sonrası dünyanın daha fazla idealist eğilimler içerdiği bir süreç 1990'lara kadar işledi ancak 1990'lardan sonra, yani soğuk savaşın ardından bir yalpalama dönemi başladı. İdealist eğilimlerin daha fazla öne çıkmasının anlamı şudur: Uluslararası ilişkiler, sadece reel politikaya, sadece çıkar ilişkilerine göre yürütülemez, uluslararası sistemin belli temel değerleri ve ilkeleri de olmalıdır. Bu temel değerler, demokrasi, özellikle insan hakları ve hukukun üstünlüğü şeklinde özetlenebilir.

Nitekim, Birleşmiş Milletlerin kuruluş anlaşmasında da uluslararası topluluğun temel dayanakları olarak bu ilkeler dile getirilmiştir, daha sonra yapılan pek çok uluslararası sözleşmenin konusunu da bu ilkeler ve değerler oluşturmuştur. Ardından Avrupa Konseyi oluşmuş ve bu kuruluş da yine, temel amacını demokrasiyi yaygınlaştırmak, insan haklarına saygıyı geliştirmek olarak belirlemiştir. Yani uluslararası ilişkiler kuru çıkar ilişkilerinden ibaret değildir şeklinde özetleyebileceğimiz bu anlayış, aşağı yukarı bir elli yıl uluslararası ilişkilerde öyle ya da böyle bir ağırlık sahibi olmuştur, bir ağırlığı olmuştur.

Soğuk savaşın ardından da -hatırlayacaksınız- Paris Şartı gibi belgeler imzalandı, yine, demokrasinin ve insan haklarının zaferi şeklinde değerlendirmeler yapıldı ama özellikle son on yılda bu alanda bir geriye gidiş yaşandığı da genel olarak kabul ediliyor. Artık, uluslararası ilişkilerde çıplak güç dengelerinin, doğrudan çıkar hesaplarının çok daha belirleyici olduğu, hatta insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi ilkelerin birer lüks, birer romantizm ifadesi olduğu şeklinde yaklaşımlar güçlenmiştir. Özellikle son on yılda adım adım gelişmiştir bu anlayış, eskiden beri de var olan bir yaklaşımdır. "Realizm" denir buna uluslararası ilişkilerde ve realizmin de en katı, en soğuk şekli son beş yılda özellikle daha da belirgin hâle gelmiştir.

AKP hükûmetlerinin serüvenine baktığımızda, 2002'de, daha çok, idealist eğilime, idealist görüşe doğru bir tercihte bulunduğunu söylemek mümkün. Avrupa Birliğine tam üyelik hedefi önemli bir hedefti. Bu çerçevede yapılan reformlar insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi yönünde gelişmeleri temsil ediyordu, bir gelişmeyi temsil ediyordu. Bu sürecin beş yıl kadar sürdüğünü de ekleyelim. Aslında müzakere tarihi verildiği zamana kadar AKP'nin bu eğilimi devam etmiştir ama ondan sonra bir başka trend ortaya çıkmıştır AKP'nin dış politikasında. Bu dış politikanın temelinde de daha fazla kendi iktidarını ve kendi bölgesel hesaplarını ya da planlarını takip etmek yer alıyordu. Şimdi, bu tarihî seyri çok uzun anlatmayacağım ama 2011'den sonra bu eğilimin daha da belirginleştiğinin altını çizelim. Son beş yılda, özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte AKP artık tamamen realist anlayışa, reel politik bakışa yaslamıştır dış politikasını. Bundan da kastımız "Bana fayda sağlayan ne varsa, hangi tercih varsa o şartlarda bu tercihi seçerim ve ilkelere, değerlere aldırmam. Yani insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi değerler benim dış politikamda belirleyici birer parametre olarak yer alamazlar."

2012'den itibaren bu yöndeki politikaları teşvik eden çok önemli bir faktör var. Evet, Suriye'de iç savaş dedik ama bu iç savaşa Hükûmetin yaklaşımı, o zamanki iktidarın yaklaşımı da bir fırsatçılıktı. Kendi bölgesel planlarını -biz buna "mezhepçi bir hegemonya politikası" diyoruz- bu politikayı başarılı kılmak için, bu politikayı başarıya götürmek için pek çok angajmana girdi Suriye'de. Bir an önce Esad'ın yıkılması, yerine AKP'nin tercih edeceği bir iktidarın -buna Müslüman Kardeşler eksenli bir iktidar da diyebiliriz- kurulması için pek çok karmaşık ilişkiye, hatta karanlık ilişkiye girmiştir ve ondan sonra da artık rotası kalmamıştır. Yani hangi ortamda, hangi şartlarda nasıl bir çıkar sağlayabilirim hesabı belirleyici olmuştur.

Artık, Esad'ın kısa sürede devrilemeyeceği anlaşılınca bu sefer başka arayışlara girilmiş, dış politikada bir yıl önce ilan edilen hedefler kolayca askıya alınmış, ilga edilmiş, hatta tersi hedefler takip edilmiştir. Yani her gün yazboz tahtası gibi değişen bir dış politika tablosuyla karşı karşıya kalır olduk. Bunun yarattığı krizleri tek tek saymaya zaman yetmez ama en önemlilerinin altını çizelim: Rusya krizi... Uçağın düşürülmesiyle başlayan Rusya krizinde alıştığımız meydan okumalar, hatta bir tür "kabadayılık" gösterisi sergilendi ama daha sonra açık ve dolaylı pek çok şekilde özür dilendi. Bir zamanlar, kısa bir süre önce düşman, azılı düşman ilan edilen bir devlet artık "müttefik" ve "dost" olarak nitelenmeye başlandı.

Bunların pek çok sonucu oluyor. Bakın, aynı şey İsrail'le ilişkilerde de yaşandı. İsrail için kullanılmadık ağır tabir kalmadı ama daha sonra İsrail'le iyi ilişkilerin ne kadar önemli olduğuna dair nutuklar dinlemeye başladık iktidarın en tepesinden sözcülerine kadar. Bütün bunların toplumlara bir faturası oluyor şüphesiz.

Aynı şey Avrupa'yla ilişkilerde de karşımıza çıktı. Avrupa'ya yönelik üslubun pek çok yerleşik nezaket kuralını da yerle bir ettiğini hatırlatalım. Burada ilişkinin ayrıntılı analizine girecek değilim Avrupa devletleriyle tek tek yaşanan o gerilimde. Hangi faktörler, ne kadar rol oynadı bunun ayrıntılarına girmeyeceğim ama bizim yanlış bulduğumuz, Hükûmetin o ilişkilerdeki gerilimi bir tür iç politika malzemesi hâline getirip krizi derinleştiren bir yol izlemiş olmasıdır. Yine hatırlayalım, en üst perdeden meydan okumalar, en üst perdeden kavga üslubu bu çerçevede her gün karşımıza çıktı fakat ardından yine "çark etme" diye niteleyebileceğimiz girişimlere de tanık olduk. Bir yandan "Avrupa Birliğini istemiyoruz." diyor iktidarın temsilcileri, öbür yandan "Avrupa Birliği kendisi vazgeçerse geçsin, biz vazgeçmeyiz. Avrupa Birliği üyeliği bizim bir hedefimiz olarak devam ediyor." dediler.

Avrupa Konseyinde de sıkıntılı bir durum yaşanıyor. Avrupa Konseyi organlarına yönelik çoğu zaman yine aşağılayıcı ifadeler kullanıldı. Mesela, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin yayınladığı raporlar değersiz ilan edildi, Parlamentonun aldığı kararlar yine ağır laflarla reddedildi ya da ağır laflar kullanılarak bunların reddedildiği söylendi.

Bütün bunların ülkeyi getirdiği bir yer var değerli arkadaşlar, bunları da kısaca özetleyeceğim ama son, güney Kürdistan'da Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından yapılması planlanan referanduma ilişkin açıklamaları da hatırlatayım. Artık o açıklamalar bir dış politika tercihinin savunulmasının çok ötesine geçmişti. Olabilir, Hükûmet, bir yerde referanduma karşı çıkabilir, böyle bir olayda tercihini başka türlü kullanabilir ama o dönemde benimsenen dil sadece bir dış politika tercihinin dışa vurumundan ibaret değildi, bir bölgeyi, o bölgede yaşayan halkı aşağılayan, tehdit eden bir üsluptu. Her gün Kürtleri, o bölgede yaşayan bütün Kürtleri neredeyse hedef alan, aşağılayıcı bir üslup, tehdit edici bir yaklaşım sergilendi. Bunun sonuçları şüphesiz olacak, oluyor da. Aynı şey Suriye politikasında da devam ediyor. Zaten bir süredir Suriye'deki bütün hedefler çökünce bir tek hedef benimsendi, bir tek hedef kaldı. İlan edilen, takip edilen tek hedef, "Kürt koridorunu engellemek" adı altında Kürtlerin Rojava'da, kuzey Suriye'de oluşturmaya çalıştıkları yapıyı, demokratik federasyon projesini engellemek. Burada da yine gerçi PYD'ye, YPG'ye laf söyleniyor gibi görünüyor ama açıklamaları okursanız pek çok yerde açıkça Kürtlerin hedef alındığını görürsünüz. Şimdi, bölgede Kürtleri hedef alan, Kürtleri düşmanlaştıran bir anlayışın ülkeye herhangi bir faydasının olması mümkün değil; tam tersine bu, ülkede barışı da, demokrasiyi de, insan haklarını da kurmayı çok zorlaştırır, hatta imkânsızlaştırır. Yani Kürtlerle çatışma üzerine bir dış politika ya da bir bölge politikası kurarsanız ülkenizi çatışma içinde tutarsınız, sürekli bir çatışma, sürekli bir gerilim içinde tutarsınız. Bunun demokrasiye de -dediğim gibi- insan haklarına da ağır yansımaları olur, çok ağır bedelleri olur. Dış politikadaki bütün bu zikzakların şüphesiz ülkenin itibarına -tırnak içinde- bir zararı olmuştur ama somut olarak insanlarına da zararı oluyor. ABD'yle neden bu kadar fazla kavga edildiğini de yine iktidarın temsilcilerinden itiraf şeklindeki açıklamalara bakarak öğrenebiliyoruz. Burada "ulusal çıkar" adı altında takip edilen şeyin kendilerini korumak ve kurtarmak, iktidarın temsilcilerini korumak ve kurtarmak, iktidarın bu şekilde gerilim politikasıyla devamını sağlamak olduğu görülüyor.

Bütün bunları tekrar bir toparlayarak şöyle bir özet yapmak mümkün: Bu iktidarın artık dış politikası "ulusal çıkar" adı altında özetlenebilecek bir manzumeye dayanmıyor. Esasen ulusal çıkar dediğiniz şeyin de demokratik yollarla belirlenmesi gerekiyor; tepeden, tek kişinin kararıyla belirlenebilecek bir şey değildir. Eğer demokratik usullerle belirlemiyorsanız ulusal çıkarı, bunu kendi iktidarınızı korumak için hamasetten fazla bir anlama kavuşturamazsınız yani ulusal çıkar dediğiniz zaman, esasen bu durumda hamaset yapmış olursunuz ve içeriye oynamış olursunuz, kendi iktidarınızı korumaya, kollamaya, kendinizi kurtarmaya oynamış olursunuz.

Şimdi, Türkiye'nin insan hakları karnesine baktığımızda uluslararası kuruluşların yayınladıkları raporlar bunu apaçık gösteriyor. Demokrasi endeksinde en altlarda görünüyor Türkiye, hukukun üstünlüğü endeksinde en altlarda, basın özgürlüğünde en altlarda görünüyor. Bu konuda dışarıdan, uluslararası kuruluşlardan veya devletlerden eleştiri geldiğinde de derhâl bir komplodan söz edilir oluyor yani bütün eleştiriler bu iktidara bir komplo olarak görülüyor, böylece bu eleştirilerin değersizleştirileceği varsayılıyor.

Şimdi, ülkemizde insan hakları ihlallerinin ne kadar yoğun olduğunu anlamak için bizlerin bu raporlara bakmaya da ihtiyacı yok. Sadece bugün görülen davaları dikkate alın, insan hakları savunucularının bir komplo içinde oldukları iddiasıyla, ajan oldukları iddiasıyla yargılandıkları davaya bakın. "Yargı bağımsız" diyor iktidarın temsilcileri ama bu komplo iddiaları haftalarca iktidar medyası tarafından işlendi. Ayrıca, başta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı olmak üzere, partinin sözcüleri, Hükûmetin temsilcileri de, Hükûmet üyeleri de bu insanları "ajan" olarak suçladılar.

Şimdi, olağanüstü hâl şartlarındayız ve iktidar istediği zaman, istediği hâkimi gerekçe göstermeye gerek kalmadan, herhangi bir usul işletme ihtiyacı duymadan ihraç edebilir, yerini değiştirebilir. Bu şartlarda hangi hâkim çıkıp da iktidarın söylediklerinin aksine bir karar verebilir? Sadece o değil, ben bizim davaları illa örnek olarak burada tekrar hatırlatmak ihtiyacı bile duymuyorum. Artık bunun ne kadar gayrimeşru olduğu ortada, arkadaşlarımızın içeride tutulma nedenleri de artık herkesçe biliniyor. Her gün bunları sizlere tekrar anlatmayı da bazen hakikaten gereksiz görüyorum. Ama zaten tutuklanan birinin yargılaması devam ederken, hatta iddianamesi bile hazırlanmamışken -mesela Eş Başkanımız Demirtaş için öyle olmuştur- Cumhurbaşkanı, AKP Genel Başkanı ve Hükûmet üyeleri çıkıp ağır ithamlarda bulunurlarsa peki, bu yargıdan nasıl adil karar bekleyeceksiniz? Gazeteciler için aynı şey geçerli. Bütün bunlar... Mesela, Osman Kavala'nın gözaltına alınması. Diyebilirsiniz ki "Bir insanın gözaltına alınmasında ne var? Zaten yargı karar verecek." Öyle değil. Çünkü bu gözaltından önce, en az bir hafta on gün süreyle iktidar medyası sürekli hedef gösteren bir yayın yaptı ve o hedef göstermelerin ardından gözaltı geldi. Bugün Yeni Şafak'ta, açın okuyun, sanki mahkeme kararı yazar gibi bir geniş yazı yayımlanmış, hiç "Bunlar iddiadır." demiyor, Osman Kavala'yla ilgili olmadık şeyler ardı ardına sıralanıyor ve sanıyorsunuz ki son otuz yılda yapılanların yani iktidarın kötü bulduğu şeylerin tamamının organizatörü bu insanmış. Peki, şimdi, mahkemeye çıkacak, hâkim önüne çıkacak -ne kadar süreceğini bilmiyoruz gözaltının- hangi hâkim bu şartlarda tahliye kararı verebilir? Hangi savcı takipsizlik kararı verebilir? Daha dün AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı kendisini itham eden ağır sözler kullandı, "Türkiye'nin Soros'u." dedi; oysa Soros'la kendilerinin de 2003'te çekilmiş çok samimi fotoğrafları vardı. Ayrıca, biliniyor ki Soros'tan da yardım istediler. Şimdi, bir dönem sizlerin, iktidarın, AKP'nin yaptıkları, o zaman aynısını yapanlar için bugün suç oluyor. Ben kendimi de söyleyeyim, daha önce de söyledim: 2011-2014 yılları arasında DTK'nin konferanslarına davet edildiğim için silahlı örgüt üyesi olmak gerekçesiyle yargılanmak isteniyorum, fezleke var hakkımda. O toplantılara, Hükûmet üyeleri de gelmişti benim katıldığım bazı toplantılara, üstelik o zaman Akil İnsanlar Heyeti üyesiydim. Şimdi aynen böyle yapılıyor. Bir dönem, burada şimdi bulunan ve daha önce bulunmuş AKP milletvekilleri, bakanlar o şeyleri yaparlardı, o faaliyetlerin içinde olurlardı, onlar için herhangi bir sorun yok ama aynı zamanda aynı faaliyetleri yürütenler bugün vatan haini, bugün terörist ilan ediliyor.

Bakın, hukuku bu kadar altüst ederseniz kimsenin güvencesi kalmaz, en başta AKP milletvekillerinin de güvencesi kalmaz, bakanların da kalmaz. Ben biliyorum, büyük tedirginlik var sizlerde de, sıranın kime geleceğini kimse bilmiyor çünkü. Bu kararlar yukarıda alınıyor, iktidarın derin odaklarında, muhtemelen sarayda Ergenekon ve MHP katkısıyla yürütülen istişareler ve alınan kararlarla yapılıyor bu operasyonlar. AKP'nin bunca yılın iddialarını getirip teslim edeceği...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MİTHAT SANCAR (Devamla) - İki dakika daha rica edebilir miyim.

BAŞKAN - Bir dakika...

Lütfen tamamlayın Sayın Sancar.

MİTHAT SANCAR (Devamla) - AKP'nin bu kadar zaman yüksek sesle dile getirdiği iddiaları gelip teslim edeceği yer burası mıydı? Bunu sorgulayan kimse yok mu aranızda?

"Yeni bir hikâye yazılma ihtiyacı var." diye değerlendirmeler yapıyor iktidara yakın kalemler, "Hikâye bitti." diyorlar. Evet, hikâye bitti. Yeni hikâye yazamıyor iktidar, en eski hikâyeyi, bu devletin geleneklerinde bulunan baskıcılığı, inkârcılığı, tasfiyeciliği yeniden parlatarak pazarlamak yeni hikâye yazmak olmaz, toplum da bunun farkında. Eminim, şu an bu güvensizlik duygusu bu grupta ve bu gruptaki milletvekillerine oy veren tabanda ciddi bir sorgulama konusu olmuştur. Evet "Dönüp dolaşıp hikâyeyi bağlayacağınız yer bu karanlık tablo olamaz, bu karanlık odaklar olamaz." diyenlerin sesinin daha yüksek çıkacağını umuyorum.

Teşekkürlerimi sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Sancar.