Konu: | Başbakanlığın, Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü bünyesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin UNIFIL harekâtına iştirak etmesi hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisinin 27/6/2016 tarihli ve 1115 sayılı Kararı'yla uzatılan izin süresinin 5/9/2017 tarihinden itibaren 31/10/2018 tarihine kadar tekrar uzatılmasına ve Hükûmet tarafından gerekli düzenlemelerin yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca Hükûmete izin verilmesine ilişkin tezkeresi (3/1165) münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 112 |
Tarih: | 17.07.2017 |
HDP GRUBU ADINA BEDİA ÖZGÖKÇE ERTAN (Van) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime bir tur önceki tezkereyle başlamak istiyorum. OHAL'in üç ay daha uzatılmasına aslında bizler şaşırmadık. Bizler kalıcı huzur ve adaletin tesisi için OHAL kalksın, derken maalesef işçilerin sesini kısmak için, Kürtleri ve muhalifleri hapishanelere göndermek için, seçilmişleri, eş başkanlarımızı milletvekillerimizi cezaevlerinde tutmak için, basına sansür uygulamak için OHAL yeniden uzatılmış durumdadır.
OHAL'de büyümüş nesiller olarak bizler yani Kürtler bu filmi daha önce görmüştük. Bu ülkede, zamanında ilan edildiğinde de OHAL'in dört ay süreceği iddia edilmişti fakat kırk altı kez uzatılan OHAL uygulamalarına şahit olduk. Bizim bildiğimiz tek yönetim zaten sıkıyönetim şeklinde uygulanan OHAL'di. Yargısız infazların, binlerce köy boşaltmaların, on binlerce faili meçhulün ve işkencelerin yapıldığının, en temel hakların, yürüyüşlerin, gazetelerin yasaklanmasının OHAL uygulaması olduğunun ve bizlere yaşatıldığının en yakın tanıklarıyız. AKP Hükûmetinin iktidar vaadi OHAL'i kaldırmaktı, Kürt sorununu çözmekti. İronik olan da işte tam da budur. İktidar olduktan sonra verdiği sözlerden dönen bir AKP'ye şahit olduk. Bugün artık OHAL'i ne kadar çok sevdiğinizi görüyoruz. Üstelik bu sefer, artık rejimi de OHAL rejimi olarak kalıcı kılmak istiyoruz. Anayasa değişikliğiyle rejim değişikliği tescillendi. Bu ülkede artık hiç kimse özgürlük ve güvenlik hakkından, geleceğe güvenle bakma hakkından "Bir hukuk devletinde yaşıyorum." iddiasından bahsedemeyecek hâldedir. Bunu, görüşmeleri Anayasa Komisyonunda devam eden İç Tüzük görüşmeleriyle de idrak etmekteyiz. İki partinin tıpkı Anayasa değişikliği gibi dayatmayla karşımıza çıkardığı İç Tüzük düzenlemesinden görüyoruz.
Bu değişiklik teklifi, açıkça Meclise ayar vermeyi ve Meclisi kontrol altında tutmayı hedefliyor. İç Tüzük düzenlemesiyle Anayasa'nın amir hükümleri değiştirilmek isteniyor. Anayasa'nın 83'üncü maddesini doğrudan kaldıramadığınız için İç Tüzük'le dolanarak içeriğini boşaltıyorsunuz. Kürsü dokunulmazlığını kaldırmak demek, millet iradesini anlamsızlaştırmak demektir. Umuyorum ki bu İç Tüzük değişikliği bu Meclisten geçmeyecektir ama maalesef benimkisi sadece bir umuttur. OHAL rejimi, Mecliste bile tüm baskısıyla devam edeceğe benziyor.
KHK'larla haksız yere binlerce insanın işten atılması devam ediyor, ceza evlerinde işkenceler devam ediyor, tutuklamalar son hızla devam ediyor. Öte yandan, bu rejime karşı çıkanlar ise tek tek susturulmaya devam ediliyor. Rejime karşı çıkanlar, Türkiye'nin demokratik hukuk devleti olmasını isteyenlerdir; ortak vatanda, eşit ve adil yaşamanın güvencesinin sağlanmasını isteyenlerdir.
Halkların Demokratik Partisi olarak bizler bunu kendisine yol haritası edinen insanlarız. Bizlere yönelik baskıları defalarca bu kürsüden dile getirdik. Bugün eş başkanlarımız başta olmaz üzere, milletvekillerimizin, belediye başkanlarımızın tutuklu olmalarının nedeni işte bu taleplerdir. Yine Türkiye'nin demokratik bir hukuk devleti olmasını isteyen ve sivil toplum örgütü olmanın gereğini yerine getirenler, hak savunuculuğu yaparak Hükûmeti uyarma görevinde ve gayretinde olanlar, KHK'larla kapatılarak bunun bedelini ödüyorlar; tek suçları var o da görevlerini yapmak.
Sayın milletvekilleri, OHAL'in yarattığı mağduriyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Bunlardan birisi de on günden fazla süredir gözaltında tutulan insan hakları savunucularıdır. Ne yazık ki bu Meclisin üyesi olan bazı şahısların mesnetsiz iddialarıyla kamuoyu yanlış yönlendirilmekte, gözaltında tutulan arkadaşlarımız hakkında iftiralar atılmaktadır. Ömürleri boyunca insan hakları mücadelesi veren bu 10 arkadaşım, benim de beraber mücadelesini yürüttüğüm, yakından tanıdığım, karıncayı incitemeyecek yapıda insanlardır. Ben şahsen onların insan hakları mücadelesinin tanığıyım. Benimle birlikte dünyanın en prestijli insan hakları kurumları ve binlerce insan bu kişileri yakından tanıyor, onların mücadelelerinin tanıklarıdırlar. Ben inanıyorum ki şu an savcılık sorguları yapılan arkadaşlarımızın hepsi özgürlüklerine kavuşacaklardır. Yalanları arşa ulaşmış olan yandaş medyanın yüzü kalmışsa eğer biraz, kızaracaktır yüzleri. Bu vesileyle OHAL nedeniyle on iki gündür gözaltında tutulan insan hakları savunucularının bir an önce serbest bırakılmalarını umuyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üzerinde konuştuğumuz ve Hükûmetin uzatılmasını istediği tezkerenin geçmişi on seneyi aşmış durumdadır. Beklenirdi ki en az on senedir peyderpey uzatılan bu tezkereye dair kapsamlı bir bilgilendirme yapılsın. Ben sormak istiyorum: Seneler önce "Orta Doğu'da adil bir barışın gerçekleşmesi için bu yapının içerisinde yer almalıyız." ifadesi ve gerekçesiyle dâhil olduğumuz bu barış gücünde rolümüz ne oldu? Başarılı olduk mu mesela? Orta Doğu'da adil bir barışın gelmesi için Türkiye ne yaptı? Aradan geçen yıllar ve Orta Doğu'da olanlar gösteriyor ki pek de olumlu bir adım atılamamış. Hele bu süre zarfında Orta Doğu coğrafyasının kan gölüne döndüğünü hesaba kattığımızda adil bir barışa katkı sunulduğunu söyleyemeyiz. Oysa, dönemin Başbakanı, şimdinin AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan "Büyük devlet olmanın gereği, Birleşmiş Milletlerin bu geçici barış gücünde olmasını gerektiriyor." demişti. Süreç içinde gördük ki aslında amaç Orta Doğu pastasından pay almakmış ya da bilmediğimiz başka amaçlar varmış.
Eğer bir Hükûmet her sene aynı işi tekrarlamak yoluyla yapıyorsa bu işin muhasebesini yapmalıdır; bu, kamuoyunu bilgilendirmek için gereklidir. Fakat on küsur yıldır tezkerelerle asker gönderilen Lübnan'da ne yaptık, aradan geçen zamanda Birleşmiş Milletler Barış Gücü ne kadar yol aldı, buna dair aydınlatıcı bir açıklama yapılmamıştır.
Sayın milletvekilleri, HDP Grubu olarak bizlerin tezkerelere karşı olduğu bilinmektedir. Daha doğru bir ifadeyle, yabancı ülke topraklarına açıkça müdahale niteliği taşıyan politikalara biz itiraz ediyoruz çünkü gerekçesinde "Uluslararası hukukun meşru saydığı hâller" yazan bir ifade sömürgeci bir anlayışın hukuki olmayan bir ürünüdür. Neye, kime göre meşru olduğu belirsiz olan bu çerçeve ancak ve ancak uluslararası güçlerin Irak'a, Afganistan'a saldırmasına, yüz binlerce insanın ölmesine yol açar. Bu nedenle, ben parti grubum adına bu tezkereye dair daha detaylı bilgilendirme talep ediyorum. Bu Meclisin iradesine saygı adına da kapsamlı bir bilgilendirme elzemdir. En azından aradan geçen bir senede bu coğrafyada yüzlerce gelişme oldu. Bu gelişmelerin bu tezkereye bir etkisi olmuş mudur? Bütçesi ne şekilde değişmiştir? Söz konusu barış gücünün katıldığı operasyonlar olmuş mudur? Hatta ve hatta, bu barış gücüne Türkiye adına katılan askerler şimdi ne yapıyorlar? Malumunuz, darbe girişimi dolayısıyla binlerce asker ordudan ihraç edildi. Bunları öğrenmek ve kamuoyuyla paylaşmak bizlerin ve Türkiye toplumunun en doğal hakkıdır. Keza, muhtemelen her sene "kopyala-yapıştır"la hazırlanan bu tezkerenin uzatılmasına neden ihtiyaç var? Geçen seneki metinden farkı ne? Hükûmet bunun açıklamasını yapacak mıdır? On yılı aşkın süredir Birleşmiş Milletler Barış Gücü Lübnan'da hedeflerine neden ulaşamamaktadır? Bizler bunların nedenlerini bilmeliyiz ki biraz sonra neyi oylayacağımız hakkında fikrimiz olsun.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Lübnan tezkeresinin uzatılmasını oyladık, bitti diye geçiştiremeyiz. Şu an barış gücü Birleşmiş Milletlerin sayısal anlamdaki ikinci büyük barış gücüdür. O bölgede çıkabilecek bir çatışma hâlinde sivil can kayıplarını, ortaya çıkacak olan tahribatı bilmemiz gerekmektedir. En azından, halk adına burada oturan bizler, halkın, Türkiye toplumunun çıkarlarını savunma adına siyaset yapan bizler tüm bunları sorgulamak zorundayız.
Sayın milletvekilleri, 2006'dan bu yana Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Barış Gücünde yer almamız elbette tek başına büyük devlet olmanın gereklerinden biri olarak açıklanamaz. Hafıza tazelemekte fayda var. Ben bunun adına, geçmişe doğru bir açıklama yapmak istiyorum, o günleri hatırlamak adına. Bu barış gücü, Lübnan topraklarından gelmesi muhtemel Hizbullah saldırılarına karşı kurulmuştu. Bu barış gücü, 2 askeri alıkondu diye o dönem Lübnan'ı cehenneme çeviren İsrail'i sakinleştirmek ve bu devletin güvenliğini sağlamak için oluşturulmuştu. Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; o tarihten bu yana İsrail'in güvenliğini sağlayan Birleşmiş Milletler Barış Gücünde yer alan büyük devletler tam da o tarihten bu yana katledilen her Filistinli çocuğun doğrudan sorumlusudur. İç siyasette Filistin'i seçim malzemesi, kampanya afişi yapıp daha sonra bu tezkereyi uzatmak için gündeme getirmek emin olun ki tutarsızlıktır. Eğer büyük devlet olmak, sömürgeci devletlerin kendi çıkarları uğruna iş birliğine gitmeleri demekse tebrik ediyorum, Türkiye, büyük devletler sınıfına bu anlamda dâhil olmuştur.
Değerli milletvekilleri, malumunuz üzere, Suriye'deki savaşın taraflarından birisi de Lübnan'dır ve AKP Hükûmeti, orada kalıcı barışı tesis etmek saikiyle bir yandan Genel Kurula tezkere getirirken bir taraftan da Suriye'de yıllardır devam eden istikrarsızlığın en önemli aktörlerinden biri hâline gelmiştir. AKP Hükûmeti yıllardır Suriye'de izlediği politikayla aslında bu tezkere vesilesiyle on yıldan bu yana her sene görüşüldüğünde tekrarlanan gerekçelerin hepsini boşa çıkarmıştır. Bu tezkere vesilesiyle belki de esas soru şu olmalıdır: Türkiye'nin Orta Doğu politikası nedir? Türkiye'nin, daha doğrusu, AKP Hükûmetinin dış politikasının Orta Doğu'da adil barışa bir hizmeti var mıdır, hizmet etmekte midir? AKP'nin Orta Doğu'da barış konusundan anladığı ne yazık ki Suriye'de yangına körükle gitmekti, bugün ise barış adına yapıcı adımlar atmak yerine yine ateşe benzinle gidercesine Katar'da askerî üs açmaktayız.
Sayın milletvekilleri, tezkereye dair bir başka konuya değinmek istiyorum. O da enerji alanında başlatılan ortaklıklardır. Geçtiğimiz günlerde Enerji Bakanı Sayın Albayrak İsrail Enerji Bakanıyla Doğu Akdeniz'de çıkarılan İsrail gazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak olan boru hattının inşasında anlaşmaya vardı. Bunu birlikte verdikleri pozlar ve demeçlerden anlamış olduk. Bir yandan iç kamuoyunda Avrupa Birliğine köprüleri atacağız mesajları verelim, bir yandan Filistin davasının sözcüsü olduğumuzu iddia edelim ama diğer taraftan da AB'nin mutlaka olmasını istediği İsrail'le doğal gaz boru hattında anlaşmayı ihmal etmeyelim. Görüyorsunuz AKP yalanlarının mumu artık yatsıya kadar yanmaz oldu. İsrail, yapılan uluslararası anlaşmalar gereği Filistin yönetimiyle iş birliği içinde çıkarması gereken gazı suç işleyerek Filistin'den çalıyor ve AKP Hükûmeti de bu suça çanak tutacak her türlü kolaylığı sağlıyor. İşte, Türkiye'nin Filistin davasına sözcülüğü AKP sayesinde ancak bu kadar olur. Özcesi Filistin'e ait rezervin çalınmasına, gaspına Türkiye ortak olmaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; AKP Hükûmeti yıllarca dış politikada stratejik derinlik adına komşularla "sıfır sorun" dedi. Peki, ne oldu? Sınırına yığınak yapan bir ordu, sınırına aşılmaz duvarlar diken bir ülke, geçiş süreci görüşmeleri yürüten Suriye'de büyükelçisi olmayan bir Türkiye'den bahsediyoruz. Sonuçları meçhul ve ileride savaş suçu niteliği taşıması muhtemel bir Fırat Kalkanı operasyonunda ölen onlarca askerden bahsediyoruz. Bakın, Türkiye toplumu çocuklarının dışarıda, yabancı ülke topraklarında neden öldüğünü merak ediyorlar, bunu soruyorlar: "Barış istiyoruz, neden çocuklarımız ölüyor?" diye soruyorlar. Bir ülkenin dış politikası da, iç politikası da savaş politikası, talan politikası olmamalıdır, ölü bedenler üzerinden kurulmamalıdır. HDP Grubu olarak bunu defalarca söyledik ve bundan sonra da ısrarla söyleyeceğiz. Türkiye yüzünü artık Kürtlere dönmelidir. Türkiye yüzünü selefi çetelere değil, cihatçı gruplara değil, Orta Doğu'nun tüm renklerine, halklarına dönmelidir. Orta Doğu'da farklı dinlerin, mezheplerin olduğu gerçeğine alışmalıdır. Orta Doğu'da Müslümanlar var, Hristiyanlar var, Yahudiler var, Ezidiler var. Orta Doğu'da farklı mezhepler var. Sünniler var, Şiiler var, Aleviler var Müslümanlardan. Hristiyanların içinde Ortodokslar var, Katolikler var, Protestonlar var. Nasturiler var, Keldaniler var, Süryaniler var. Görmezden gelince bu kadar insan, bu kadar farklılık Orta Doğu'dan buhar olmayacaktı. Nitekim olmadı da.
Bir zamanlar "öfkeli çocuklar" diye tanımladığınız barbar IŞİD'çi katiller bugün o topraklardan silinip atılırken bunda Kürtlerin, Arapların, Çerkezlerin, Ezidilerin rolü unutulmamalıdır. Orta Doğu algınızı barış politikalarıyla bir an önce yeniden kurmalısınız. Lakin bunun adı, barış gücü olan asker gönderme tezkeresi olmamalıdır. Öyle bir politika ortaya koyacaksınız ki uzun vadeli istikrar içerisinde demokrasiyi, insan haklarını, adaleti ve vicdanı tesis alan bir politika olmalıdır. Barış politikası, sabah kendi seçmeninize Filistinli kardeşlerimizin davasından bahsederken akşam İsrail'in Filistin kara sularında el koyduğu gazı pazarlama anlaşması yapmak değildir. Barış politikası "Musul 82'nci, Halep 83'üncü vilayetimizdir." demek değildir. Yayılmacı politikalardan artık vazgeçmelisiniz. Dış politikada sınır komşularımızla iyi ilişkiler için bir an önce artık iç barışı sağlamalıyız.
Son iki yıldır Kürtler anasını görmesin diye yapmadığınızı bırakmadınız, yüzlerce eve tabutların girmesine neden oldunuz. Kürt'ü Türk'e, Türk'ü Kürt'e düşman ettiniz. Her gün bir ilden linç haberleri gelmeye başladı. Bu anlayışla barış gelmez. 80 milyonluk nüfusu 50 milyona indirmekle barış gelmez.
Değerli milletvekilleri, bir tarafta eş başkanlarımız tutukluyken diğer tarafta tüm toplumu temsil ettiği iddia edilen bir Cumhurbaşkanının olduğuna inanmamızı kimse beklemesin. Partimizin Genel Başkanına "terörist" yaftası yapıştırmak kimsenin hakkı değildir. "Selahattin Demirtaş" dendiğinde ilk akla gelmesi gerekenler şunlardır: Kendisi, 1 Kasım 2015 tarihli milletvekili genel seçimlerinde 5 milyondan fazla oy alarak Türkiye Büyük Millet Meclisine 59 milletvekiliyle giren Halkların Demokratik Partisinin Eş Genel Başkanıdır. HDP, dünyadaki en yüksek seçim barajı olan yüzde 10'luk seçim barajını yıkan; Türkiye'deki tüm halkların, tüm inançların, ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların, ayrımcılığa uğrayanların, yani aslında bu ülkenin çokluğunu ve çoğunluğunu temsil edenlerin muhalefet partisidir. İmha ve inkâr politikalarıyla, tutuklamalarla, Kürtleri ebedî ve ezelî düşman ilan etmeyle içte ve dışta barış sağlayamayız, toplumsal uzlaşıyı getiremeyiz. Türkiye bir an önce "barış" diyenlerin sesine kulak vermelidir. Evin içinde bir yangın var, önce bu ateşi el birliğiyle söndürmeliyiz ki sonrasında coğrafyamıza insan haklarını, adaleti, barışı, eşitliği, herkesin kendi kimliğiyle, kendi varlığıyla yaşayabileceği bir yol haritasını sunabilelim. Bunu yapmak hepimizin elinde, bunu yapmak bu Meclisin asıl görevidir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime Hükûmetin Orta Doğu politikalarının ciddi biçimde gözden geçirilmesinin Türkiye'nin de çıkarları açısından; bölge halklarının da, Orta Doğu'nun da çıkarları açısından zorunlu olduğunu ifade ederek son vermek istiyorum.
Hepinize saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)