GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Jandarma Eğitim ve Öğretimine İlişkin İşbirliği Protokolünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:102
Tarih:07.06.2017

HDP GRUBU ADINA MİTHAT SANCAR (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; önümüzde iki tane uluslararası anlaşma var. Bugün gündeme geldi, ikisi de Katar'la yapılan anlaşmalar. Biri, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Katar Topraklarında Türk Kuvvetlerinin Konuşlandırılmasına İlişkin Uygulama Anlaşması ile Anlaşmanın Tadili Hakkında Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı, diğeri de yine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Jandarma Eğitim ve Öğretimine İlişkin İşbirliği Protokolünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı.

Bu iki anlaşma da bugün apar topar Meclis gündemine getirildi. "Bunun acaba sebebi nedir?" diye sorarak başlamak gerekiyor. Tam da Katar eksenli Körfez'de çok büyük, çok ciddi bir kriz patlak vermişken, gündemde daha aşağı sıralarda bulunmasına rağmen Hükûmet, bu iki anlaşmayı neden bugün getiriyor gündeme? Acaba bununla ulaşılmak istenilen amaç ya da fayda nedir? Bunların mutlaka Hükûmet tarafından aydınlatılması, açıkça bu soruların cevabının verilmesi gerekiyor.

Şimdi, bu anlaşmalar dolayısıyla Katar krizini konuşmadan ve Türkiye dış politikasını değerlendirmeden geçmenin mümkünatı yok. Böyle bir konuşmayı bu konuları kapsam dışında bırakarak yapmanın da bir anlamı yok.

Katar'da, Katar üzerinden dünden beri yaşanan gelişmeler gerçekten son derece ciddi. Buradan çıkarmamız gereken çok önemli dersler var. Türkiye'nin dış politikasının son yıllardaki seyrini de yeniden hatırlayarak bu derslerin ne olabileceğine dair görüşlerimizi paylaşacağım sizlerle.

Hükûmet, AKP hükûmetleri göreve başladığında -2002 sonu, 2003 başları- dış politikayla ilgili temel bir slogan belirlenmişti: "Komşularla sıfır sorun" politikası. Evet, slogan güzel; keşke bu sloganın içi icraatla da aynı şekilde doldurulabilseydi. Fakat kısa süre sonra gördük ki "sıfır sorun" politikasını -ya da sloganını- gerçekleştirecek bir politikası yok AKP'nin; tam tersine, başka hesaplara, hatta hülyalara daldığı anlaşıldı. Ardından "stratejik derinlik" kavramı piyasaya girdi, piyasada dış politikayla ilgili ön sıralara çıktı. Stratejik derinliğin ne olduğunu da anlayamadık ama görünen o ki "stratejik derinlik" denince kastedilen Yeni Osmanlıcılıktı. Yeni Osmanlıcılık da esas itibarıyla günümüz şartlarında bir bölgesel, emperyal politika anlamına geliyordu. Yeni Osmanlıcılık ya da stratejik derinlik çeşitli küçük denemelerden sonra esas olarak 2012'deki Suriye iç savaşıyla birlikte daha somut bir hâl almaya başladı. Hatırlayalım: Suriye'de iç savaş patladığında Hükûmetin açıkladığı, ilan ettiği hedef kısa sürede Esad'ın devrilmesi ve o meşhur söz de Şam'daki Emevi Camisi'nde bayram namazının kılınmasıydı. O hedefe ulaşmak için de boş durulmadı elbette; çok karmaşık ilişkilere girildi -bunları burada defalarca dile getirdik, tekrar söyleyelim- son derece tehlikeli ilişkiler kuruldu bu hedefe bir an önce varma amacıyla. Peki, neydi amaç? Niye Suriye'de bu kadar acele ediliyordu, bir an önce Esad'ın devrilmesi isteniyordu? Ve devrilince yerine kimin gelmesi bekleniyordu?

Yine, Mısır'daki gelişmelerden bağımsız değerlendirmemiz mümkün değil bu soruları, cevapları da Mısır'daki gelişmeleri dikkate almadan bulmamızın imkânı yok. Mısır'da Müslüman Kardeşler'in iktidara gelmesinden sonra sanıyoruz ve öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de de başta Sayın Erdoğan, AKP kurmayları bir Müslüman Kardeşler ekseni hayal etmeye başladılar. Müslüman Kardeşler ekseninin kurulabilmesi için Suriye'de rejimin bir an önce devrilmesi, Esad'ın yerine de mutlaka Müslüman Kardeşler cephesinden, çevresinden bir yönetimin getirilmesi gerekiyordu. Bunun da diğer ayağı ve en önemli unsuru Türkiye'de kurulacaktı yani Türkiye, Suriye ve Mısır ekseninde kurulan İhvan yönetimlerinin ağabeyliğine soyunacaktı, böylece büyük bir Sünni cepheyi yönetiyor olacaktı. İşte, burada bu fantezilerle, bu tehlikeli hayaller ve kurgularla sorunların da derinleşmeye başladığını gördük. Sadece derinleşme değil, içinden çıkılmaz hâle gelmeye başladığını görüyoruz.

Evet, Suriye'deki hedef tutturulamadı; bütün o çabalara rağmen, bütün o şüpheli, karanlık ve şaibeli girişimlere ve ilişkilere rağmen istenen sonuca, bu politikanın hedeflediği sonuca AKP yönetimleri ulaşamadı. Bunun faturası elbette çok ağır oldu çünkü bu hesap tutmayınca Suriye'deki iç savaş da daha fazla derinleşti, yaygınlaştı, daha büyük acılar doğdu, daha büyük yıkımlar yaşandı. Oysa Suriye'de iç savaş patlak verdiğinde yapılması gerekenler çok daha başkaydı. Bunları da, bu konudaki görüşlerimizi de konuşmamın ilerleyen kısımlarında sizlerle paylaşacağım. Ha, şunu da ekleyelim tabii: Bu hayallerin yıkılmasında Mısır'daki askerî darbe son derece önemli bir faktör oluşturuyor. Mısır'da Mursi yönetimine karşı Sisi'nin gerçekleştirdiği, Suudi Arabistan başta olmak üzere ABD'nin de desteğiyle gerçekleştirdiği darbeden sonra bu Müslüman Kardeşler aksının, ekseninin kurulmasının artık imkânsızlaştığını herhâlde görmeleri gerekiyordu ve bu hülyadan bir an önce vazgeçmeleri lazımdı, vazgeçip ondan sonra da yaratılan o tahribatların nasıl tamir edileceğini burada değerlendirmek gerekiyordu. Bunlar yapılmadı, tam tersine, Suriye'de aynı mezhep eksenli politikaya devam edildi. Başka cihatçı, başka selefi örgütlerle ilişkiler geliştirildi ve bütün bu ilişkiler geliştirilirken de birlikte hareket edilen ülkelerin başında Katar geliyordu, Suudi Arabistan geliyordu. Bakın, Suriye'deki bütün bu ilişkileri kurarken Türkiye, yanında Suudi Arabistan ve Katar vardı.

NURETTİN YAŞAR (Malatya) - Çelişmeye başladın.

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Aslında Katar sadece Suriye'de değil aynı zamanda başka yerlerde de Suudi Arabistan'la birlikteydi ve orada da onların istediğini yapıyordu. Ne yapıyordu? Yemen'de Suudilerin müttefikiydi, Bahreyn'de barışçıl gösteriler yapılırken ve bunlar bastırılırken, Suudi askerî gücüyle bastırılırken Katar 500 polisle destek vermişti. Dediğim gibi, başka alanlarda da aslında Suudi Arabistan'ın izlediği politikadan farklı bir politika izlemiyordu Katar. Türkiye'nin de Katar'la ve Suudi Arabistan'la ilişkileri vardı ama Katar'la ilişkiler çok daha ön plana çıkıyordu. Katar'la ilişkilerin ekonomik dökümünü yapmaya kalksak bu konuşmanın süresi yetmez buna. Peki, bütün bu ilişkiler neden gerçekleştiriliyordu? Ne veriliyordu karşılığında, ne vaat ediliyordu, nereye ulaşılmak isteniyordu? Bunlar eleştiri konusu yapılırken Hükûmetten herhangi bir cevap alamıyorduk.

Şimdi, dönelim Katar krizine tekrar. Evet, Türkiye'nin Suriye'de birlikte hareket ettiği 2 müttefik şimdi düşman kesildiler. Suudi Arabistan, yanına aldığı Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer ülkeleri bir koalisyon içinde toplayarak Katar'ı kuşatmaya alıyor. Kuşatmaya almakla kalmıyor neredeyse boğmaya yönelik tedbirler ilan ediyorlar. Yani aslında Katar bütünüyle şu an nefessiz bırakılmış durumda. Uzun süre birlikte yürüyen, pek çok operasyonda, pek çok ilişkide birlikte hareket eden bu ülkeler şimdi neden birbirlerine düşman kesildiler, neyin hesabını yapıyorlar? Önce şu tespiti yapalım: Evet, Orta Doğu'da bir mezhep savaşı körükleniyor ve biz buna karşı sürekli demokratik ilkeler etrafında halkların dayanışmasını, birlikte kardeşçe yaşamasını esas alan politikaları önerdik ama mezhepçi politikaların sonunun Orta Doğu'daki savaşı daha kanlı, daha kirli, daha acımasız hâle getireceğini de hep vurguladık. Suriye politikasını da bu nedenle sık ve net bir şekilde eleştirdik. Ki Suriye politikasında başka bir unsur var, o da Kürt meselesidir, ona da biraz sonra değineceğim.

Peki, mezhepçi yaklaşımlar ve mezhep üzerinden bir saflaşma ya da hakimiyet politikasının varacağı yer neresi olabilir? İşte görüyoruz. Beklenen Şii-Sünni çatışmasının patlamasıydı ama Sünni blok içinde gerçekleşti bu patlama, hem de çok şiddetli bir patlama. Ne istiyorlar Katar'dan, Katar'ı niye bu şekilde boğmaya çalışıyorlar? İleri sürdükleri sebepler şunlar: Katar, terör destekçisi bir ülkedir, teröre desteğini kessin. Peki, terör örgütü dedikleri zaman kimleri kastediyorlar? IŞİD'i, El Kaide unsurlarını ve Müslüman Kardeşler'i. Şimdi, bir zamanlar birlikte her şeyi yaptığınız bu ülkeler, bu Hükûmetin her alanda sıkı ilişki kurduğu bu ülkeler Müslüman Kardeşler'in de terörist olduğunu zaten söylüyorlardı, şimdi açık ilan ediyorlar, Müslüman Kardeşler'e destek verdiği için de Katar'ı cezalandırmaya kalkıyorlar. Peki, siz burada nasıl ara buluculuk yapacaksınız? Sayın Cumhurbaşkanı "Ara buluculuk yapacağım." diyor. Hamas'ı, Müslüman Kardeşler örgütlerini terörist ilan edecek misiniz? Etmezseniz Suudi Arabistan'ı nasıl ikna edeceksiniz? Önünüze gelene "terörist" derken yarın öbür gün şu hesabı hiç yapmadınız mı? "Biz bu ülkelerle ya da bu örgütlerle ilişki kurduğumuz için bize de 'terörist' denebilir mi?" Bu hesabı hiç yapmadınız mı? Herkesi teröristlikle suçlamak bu kadar kolay sizin için ama şimdi kapıya dayanmış durumda. Terörle iş birliği yapan bir devlet olarak itham edilme konusunda neredeyse birkaç adım kalmıştır bu noktaya varılması için. Bu tür kirli ilişkilere, ekonomik alanda karanlık alışverişlere, bütün bu haram ve yıkım iş birliğine girerken faturanın bir gün çıkacağını düşünmediniz mi? Düşünmeniz gerekiyordu ama pek çok konuda düşünmediğiniz gibi bu konuda da sonuçları düşünmediniz.

Bakın son yıllardaki krizlere. Mesela, Rusya'yla bir kriz yaratıldı. O kriz daha sonra tırmandırıldı da kabadayılık da yapıldı ama birden vazgeçildi, özür dilendi, şimdi ilişkiler düzeltilmeye çalışılıyor. Peki, o krizi tırmandırdıktan sonra bu U dönüşünün faturasını kim ödedi? Türkiye'de turizmciler, çiftçiler, emekçiler ödedi. Türkiye ekonomisinin bu önemli sektörlerine darbe vurdu Rusya'yla tırmandırılan kriz. Peki, yanlıştı; bu yanlışı telafi etmenin yolu aynı yanlışı başka alanlarda tekrar etmek olabilir mi?

İsrail'le önce bir düşmanlık söylemi üzerinden ilişki kuruldu, çok ağır, çok sert sözler söylendi, daha sonra İsrail'le de U dönüşü yapıldı, fatura kime çıktı? Fatura elbette Türkiye'nin itibarına çıkar, Türkiye bu şekilde itibarlı bir dış politika yürütüyor olamaz ama faturayı kestiğiniz başka kesimler de var. Mesela, Mavi Marmara mağdurları bu faturayı ödeyen kesimlerin başında geliyor.

Bunun dışında yine çok önemli bir kesim, faturayı ödeyen bir kesim, Gazze halkıdır. Yıllarca Gazze halkı üzerinden propaganda yapıldı, "Gazze halkıyla dayanışma" adı altında çeşitli gösteriler yapıldı fakat birden İsrail'in yıllardır kullandığı tezleri onaylayan bir anlaşma imzaladınız.

Avrupa'yla referandum döneminde kriz yaratıldı. "Peki, bu krizi niye yarattınız, doğru değil." dedik, "Vatan, millet, Sakarya." dediniz, "Türkiye'nin itibarı." dediniz. Sonra da Başbakan diyor ki: "Efendim, referandum bitti, Avrupa'yla şimdi ilişkileri normalleştirebiliriz." Böyle dış politika olur mu arkadaşlar? Siz böyle yaparsanız bu ülkenin itibarı diye bir şey kalır mı? Böyle yaparsanız herhangi bir alanda barışçıl ilişkiler yerleştirme imkânı kalır mı?

Peki, Avrupa'yla yükseltilen bu kriz size yüzde 1 artı oy getirmiş olabilir diyelim, faturayı kim ödedi? Faturayı en başta Avrupa'da yaşayan Türkiyeliler ödeyecekler ve ödemektedirler. Bu şekilde hoyrat bir politikaya hakkınız yok. Ülkenin itibarını zaten sarsıyorsunuz, gücü zaten olmuyor ama pek çok emekçi kesime de dış politikadaki bu oyunlar üzerinden ağır faturalar ödettiriliyor.

Yapılması gereken şey bellidir arkadaşlar, yapılması gereken şey karmaşık değildir. Öncelikle eğer dünyada ve bölgenizde itibarlı bir ülke olmak istiyorsanız, dış politikada bir aktör olmak istiyorsanız kendi ülkenizde barışı sağlamak zorundasınız. Bu barışın iki önemli ayağı var birbirine bağlı. Bunlardan bir tanesi Kürt sorununda barıştır, diğeri de bütün toplum kesimlerinin haklarını tanıyan demokratik ilkeler temelinde bir toplumsal barıştır. Oysa, bir yandan sürekli Kürt sorununda savaş politikaları, öbür yandan ülkenin en az yarısını düşmanlaştıran bir dil, bir yaklaşım, bir politika var. Referandum sürecinde yapılanlar ortada, ondan önce kullanılan dil, yapılan uygulamalar ortada, ağzınızı açtığınızda "hain" sözünden başka söz duymak mümkün olmuyor, ülkenin en az yarısı bu anlayışa göre hain. Ülkesinde bu şekilde bir toplumsal gerilim, kutuplaşma ve çatışma potansiyeli yaşayan bir devletin, ülkesindeki en temel sorunu savaş politikaları dışında akıl edemeyen, bunu beceremeyen bir devletin uluslararası alanda bir itibarlı aktör olma şansı olabilir mi? Olamaz elbette.

Orta Doğu'da itibarlı dış politikaya dönüşün ilk şartı, en önemli şartı Suriye'de Kürtlerin kazanımlarını kabul etmektir, Suriye Kürtlerini düşmanlaştırmaktan vazgeçmektir; Türkiye'de de Türkiye'nin bütün halklarının haklarını, özgürlüklerini eşit bir şekilde tanıyan demokratik bir yola girmektir. Eğer bunlar yapılmazsa, Suriye'de Kürtlerin hâlâ tehdit, tehlike kaynağı olduğu görüşü devam ettirilirse korkarız ki bundan sonra Türkiye'nin dış politikası da Türkiye'deki iç yaşam, toplumsal yaşam da çok daha büyük kırılmalara, çok daha büyük yıkımlara sahne olacaktır. Bunu önlemek bizlerin görevidir, sorumluluğudur.

Son bir soru: Katar'a askerî üst zaten kurulmuş, asker var. Şu soruyu cevaplandırın arkadaşlar: Yarın öbür gün Katar'a askerî müdahale yaparsa bu Suudi etrafındaki koalisyon, Türkiye'nin politikası ne olacak? Türkiye böyle bir savaşta nerede duracak? Bütün bu adımları hazırlayan, bütün bu tehlikeli durumu yaratan bundan önceki bu saydığım özellikleri gösteren kötü, yıkıcı dış politikadır. Bundan derhâl vazgeçilmelidir. Katar krizi bizi yeniden düşünmeye sevk etmeli, serinkanlı, demokratik ve barışçıl bir yola girmemize vesile olmalıdır.

Saygılarımla efendim. (HDP sıralarından alkışlar)