| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Endonezya Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Savunma Sanayi İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 70 |
| Tarih: | 15.02.2017 |
HDP GRUBU ADINA MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, bir uluslararası anlaşmayı görüşüyoruz. Bu anlaşma üzerine söz aldım grubumuz adına konuşmak üzere.
Uluslararası anlaşmalarla ilgili ilk söyleyeceğimiz şey, uluslararası hukukun bazı temel alanlarının ve kurallarının olduğudur. 1945'ten sonra yani İkinci Dünya Savaşı'nı takiben uluslararası hukukun temel taşı insan hakları olarak belirlenmiştir. Neden insan hakları uluslararası hukukta bu kadar önemsenmiştir? Uluslararası hukuk neden insan hakları üzerine inşa edilmek istenmiştir? Sebebi çok açık. Ta o tarihe kadar on iki yıl boyunca bir Nazi zulmü yaşandı, İkinci Dünya Savaşı yaşandı; büyük barbarlıklar, vahşetler, vicdansızlıklar gördü insanlık âlemi ve bunların bir daha tekrar etmesini önlemek için bir tedbir olarak insan haklarını uluslararası hukuka sokmayı kabul etti. Uluslararası insan hakları hukukunun çok temel bir prensibi vardır arkadaşlar. İnsanın, onur sahibi bir varlık olarak haklardan yararlanması gerektiğini öngörür uluslararası insan hakları ve bu haklardan eşit bir şekilde bütün insanların yararlanmasını sağlamayı bütün devletlerin yükümlülüğü olarak öngörür. Daha sade bir şekilde söyleyelim: Aslında uluslararası insan hakları hukuku evrensel bir vicdan yaratmayı hedeflemiştir. İnsanlığın ortak vicdanını belli temel ilkeler ve kabuller üzerine inşa etmeyi hedeflemiştir uluslararası insan hakları hukuku.
"Vicdan" dediğimiz zaman da ne anlamamız gerektiğine ilişkin farklı görüşlere sahip olabiliriz ama genel olarak vicdanın ne ifade ettiğini herhâlde bazı temel konularda birlikte tespit etmemiz mümkün, ortak noktalar saptamamız mümkün. Bir defa, "vicdan" dediğimiz şeyin insanın kendine karşı sadece iç dünyasına ilişkin bir değer sistemi olmadığını ya da bir değerlendirme faaliyeti olmadığını belirtelim. İnsanın davranışlarını da belirleyen bir şeydir vicdan, insanın başka insanlarla ilişkideki tavırlarını da belirleyen bir merci gibidir. Dolayısıyla, sadece iç dünyada bir gizli hesap meselesi olmanın çok ötesindedir. Vicdanın çeşitli gerekleri vardır, belki bunları en sade şekilde şöyle ifade edebiliriz: Bir defa, keyfî davranmamak vicdanın gereğidir. Yani "Ben istediğim şekilde istediğim şartlarda davranışlarımı değiştiririm; istediğime şöyle davranırım, istediğime böyle davranırım." dediğiniz zaman vicdanın gerekleriyle uyuşmayan bir tavır ortaya koymuş olursunuz. Bunun gibi sadece kendi çıkarını gözetmek, kendini merkeze almak, ayrımcılık yapmak, fırsatçılık yapmak, çifte standart, bunların hiçbirinin vicdanla bağdaşması söz konusu olmaz. Vicdan ile siyaset arasında çok sıkı bir bağ olduğunu da belirtelim. Bu mesele, hem teolojide hem de seküler alanda, felsefede, bilimlerin çeşitli alanlarında çokça konuşulmuş bir konudur. Bir söz aktarayım size, eğer siyaseti vicdanın gereklerinden koparırsanız geriye sadece yıkıcı bir faaliyet bırakırsınız. Vicdandan yoksun bir siyasetin ilk yıkacağı şey de kendisidir yani siyaset vicdandan yoksun olduğu takdirde mutlaka bir şekilde hızla kendini yok etmeye doğru gider. Siyasetin kendini yok ettiği yerde insanların ortak kurallar üretmek için çeşitli mekanizmalar kurmalarının da imkânı ortadan kalkar, keyfîlik hâkim olur, mutlaka bundan sonrası da zalimliklerdir, adaletsizliklerdir, haksızlıklardır. Vicdanın çok basit bir kuralı var, bunu herhâlde herkes kabul eder, hem dinlerde vardır bu kural hem de felsefede pek çok düşünürün ortak kabulüdür farklı formüllerle ifade etmiş olsalar bile. Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Bundan daha basit bir vicdan kuralı tanımıyoruz herhâlde değil mi? Son derece basittir, açıktır.
Bütün bu girişi neden yaptım? Evet, bir olağanüstü hâl dönemi yaşıyoruz, ondan önce bir darbe girişimi oldu. Bu darbe girişimine karşı tedbirler almak üzere olağanüstü hâl ilan ettiğini söyledi, belirtti, bu kararı aldı Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu ve ondan sonra da kanun hükmünde kararnamelerle ülkeyi yönetmeye başladı. Bu kanun hükmünde kararnamelerin çok temel özelliği, sınırlarının olmamasıdır yani keyfî kullanıma son derece açıktır Türkiye'de, Anayasa'da kanun hükmünde kararnameler, Anayasa'ya göre onlara sınır koymak kolay değildir. Bir tek sınır koymak mümkündü, eğer Anayasa Mahkemesi daha önceki içtihadını yineleseydi, o zaman kanun hükmünde kararnamelere bir sınır konabilecekti fakat Anayasa Mahkemesi de belli ki korktu, çekindi veya başka sebeplerle daha önceki içtihadını tekrar etmedi, bu içtihattan vazgeçti. Şu hâlde Türkiye'de, anayasal düzene göre kanun hükmünde kararnamelere sınır çekecek başka bir yol, başka bir mekanizma şu an mevcut değil. Böyle keyfî kullanıma elverişli bir düzen var karşımızda ve Hükûmet de bunu sonsuzca kullanıyor. Ayrıca, denetim imkânları da yok kanun hükmünde kararnamelerin, Hükûmet de denetimsizliğin verdiği imkânları sonuna kadar kullanmakta herhangi bir beis görmüyor.
Geçen gün akademiden atılan arkadaşlarımızla ilgili bazı tespitlerde bulunmuş, bazı ifadeler kullanmıştım, onları yeniden biraz daha açarak hatırlatayım. Bugüne kadar üniversitelerden atılan akademisyen sayısı 4.881'i buldu, 5 bine yaklaştı. Neye göre belirlendiğini sorduğumuzda da aslında ellerinde bir tek ölçü var görünüyor, somut söyledikleri; FETÖ diye tanımlanan örgütle herhangi bir şekilde bağlantı içinde olmak yeterli görülüyor ama diğerleri için barış bildirisine imza atmak yeterli sayılmış. Yani "barış akademisyenleri" dediğimiz dostlarımızı, arkadaşlarımızı sadece o bildiriye imza attıkları için tasfiye ettiklerini açıkça söylüyorlar. Şimdi, bunun ne kadar keyfîce, adaletsizce bir uygulama olduğunu göstermek üzere 28 Şubat uygulamalarını örnek vermiştik. 28 Şubatta da sadece mürteci olduğu şüphesi yeterli görülmüştü kamudan tasfiyeler için insanların.
Bugün bir haber okudum, YÖK Başkanı Yekta Saraç bazı AKP milletvekillerine akademisyenlerin neden çıkarıldığı konusunda açıklamalar yapmış; böyle diyor haber: "Efendim, bildiriye imza atan öğretim üyeleriyle dekanlar tek tek konuştu. Bildiriden imzalarını çekmeleri istendi, çekmemekte direnenler atıldı. Biz görevimizi yaptık." diyor. Nabi Hocam, size bu uygulama ikna odalarını hatırlatmıyor mu? Evet, ikna odaları kuruldu ve bugüne kadar da sürekli her olayda ikna odalarını gündeme getirdiniz. Neydi ikna odaları? İşte, efendim, başörtüsü takan öğrencileri bazı hocalar bir odaya alıp ikna etmek istiyorlardı, bundan vazgeçirmek istiyorlardı. Şimdi, 28 Şubatın başka hangi yöntemini denemediniz? Bugüne kadar 28 Şubatın size yaptığını iddia ettiğiniz ve büyük bir kısmı da gerçekten yapılmış olan uygulamaların hepsini neredeyse daha da ileri götürerek bu iktidar kullanıyor arkadaşlar. Bu, çifte standarttır; bu, vicdansızlıktır.
Bir de Halil Cibran'ın bir sözünü hatırlatayım size: "Bir insanı, en iyi, sustuğu yerden tanıyabilirsiniz." diyor. Bu uygulamalara susanların vicdanları yok mu? Eğer vicdan uyanmışsa onu susturmanız zordur. Ya onun gereğini yapacaksınız ve bedel ödeyeceksiniz ya da vicdanı bastırıp vicdansız olmayı kabul edeceksiniz. Seçim sizindir. Sizi vicdanlarınızla baş başa bırakıyorum.
Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)