| Konu: | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 2'nci Tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 33 |
| Tarih: | 07.12.2016 |
CHP GRUBU ADINA UTKU ÇAKIRÖZER (Eskişehir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Başta bugün görüştüğümüz kurumlarımızın bütçeleri olmak üzere 2017 bütçemizin hayırlı olmasını diliyorum, emeği geçen bürokratlarımıza ve Komisyon aşamasında katkısı olan tüm milletvekillerimize teşekkür ediyorum.
Değerli arkadaşlarım, 2000'li yılların ilk on yılında Türkiye'nin bir hikâyesi vardı, iktidarıyla muhalefetiyle AB üyesi olmaya kararlı, bunun için çalışan, Anayasa'sını reforme eden bir ülke. İnsan hakları, hukuk devleti ve demokrasisini güçlendirme arzusunda, büyüyen, gelişmekte olan ülkeler arasında yıldızı parlayan bir Türkiye. Bir süreden beri ise Türkiye için artık yeni bir hikâyeden, yeni bir senaryodan bahsediliyor. Özellikle de son günlerde çok duyuyoruz bu yeni hikâyeyi. Nedir bu yeni tahminler? Birkaç yıl düşük ya da negatif büyüme, yüksek işsizlik, giderek artacak olan kamu borcu, artan enflasyon ve maalesef artık bu karamsar tahminlerin ardı arkası kesilmiyor. İşte bu karamsar tabloya bugün -gazetelerde görmüşsünüzdür- eğitimdeki perişan hâlimiz de tuz biber ekmiş durumda. Daha dört yıl öncesine göre, evlatlarımız, eğitimde, eğitim kalitesinde çok daha geriye, çok daha sonlara, sondan 2'nci duruma gitmiş durumda. Bunu bu kürsüde, ben, arkadaşlarım, muhalefet milletvekilleri "Eğitim Türkiye'nin önünü açacak en temel konudur." diye çok dile getirdik ancak hiç dinlenmedik.
Türkiye'nin hikâyesi nasıl bu noktaya geldi, neden böyle yeni senaryolar konuşulur hâle geldi, üzerinde durmamız gereken bir konudur. Her şeyden önce istikrar ve öngörülebilirlik kalmadı. İkincisi, hukuk devletinden, demokrasiden hızla uzaklaşmaktayız ve üçüncüsü, dış politikada yaptığımız yanlışlar ekonomimizi vurmuş durumda. Evet, on beş yıllık tek parti Hükûmetinin siyasi istikrar anlamına gelmediğini hep birlikte gördük, yaşadık. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişimiyle bunu bizzat bu yüce Meclisin içinde gördük.
"Türkiye'de bir daha darbe olmaz." dediğimiz 2016 yılında Parlamentomuzu bombaladılar, tankları, tüfekleri insanlarımızın üzerine çevirdiler. O gece anayasal kurumlarımızla, Meclisimizle, partilerimizle ve en önemlisi halkımızla karşısına geçmeseydik, durmasaydık bugün belki de bizlerin hiçbiri burada olamayacaktı. Bu yüzden, o gece hayatını kaybeden aziz şehitlerimizi bir kez daha minnetle anıyorum, yaralılarımıza şifa diliyorum.
Sayın Hükûmet üyeleri, değerli arkadaşlarım; 15 Temmuz FETÖ'cü darbe girişimini dünyaya anlatmakta daha ilk günden beri güçlük çektiniz, hâlâ da çekmektesiniz. Muhalefet partilerinin, biz milletvekillerinin o gece bombalar altında ve sonrasında demokrasiyi koruma yönündeki tüm gayretimize rağmen, bunu dünyaya anlatamıyorsunuz.
İşte, bu noktada ikinci söylediğim husus gündeme geliyor. Konu, demokrasi ve hukuk devleti meselesi. Vatandaşımızın hayatının her alanında adalete, evrensel hukuk devleti ilkelerine güven duymasını sağlamak zorundayız. Bu kanlı darbeyi planlayanlar ve icraya koyanlarla, onların destekçileriyle sonuna kadar mücadele edilmeli, adil biçimde yargılanarak en ağır cezalar verilmeli, bu konuda en ufak bir tereddüt hiçbirimizde bulunmamaktadır ama bunu yaparken en aykırı biçimde de olsa yazan, çizen, düşünen insanları, eleştirilerini beğenmediklerimizi OHAL koşulları altında cezaevlerine tıkarsanız işte o zaman bu mücadeleyi anlatmakta güçlük çekerseniz, güçlük çekeriz. Bizim mücadelemiz, elinde silah olanla, o silahı yurttaşımıza, polisimize, askerimize doğrultanla olmalıdır.
70 yaşındaki dil bilimci Necmiye Alpay'ın ne işi var Bakırköy Cezaevinde? Bakın, 4'üncü ayı bitti. Suçu, bir gazetenin danışma kurulu üyeliği; hiç toplanmayan bir danışma kurulu. Tek isteği bu ülkeye barış, huzur ve kardeşliğin gelmesi, o yüzden sembolik destek verdiğini ifade ediyor. Biz, o gazetenin yayınlarını destekliyor muyuz? Hayır. Ama toplanmayan bir danışma kurulu üyeliği yüzünden böyle bir bilim insanının cezaevine tıkılmasını hiç desteklemiyoruz. İlle yargılayacaksanız bu insanları tutuksuz yargılayın. Karikatürist Musa Kart'ı çizgisinden, yazar Ali Bulaç'ı, yazar Kadri Gürsel'i yazılarından, gazeteci Murat Sabuncu'yu mesleğinden, ailelerinden kopararak aylarca cezaevinde tutmayı dünyaya anlatamazsınız. Türkiye'de kitapseverlerin yakından tanıdığı, ülkemizin en köklü kitap ekinin editörü Turhan Günay'ı hapse atıp üzerine bir de kitap yasağı getirmeyi anlatamazsınız. Türkiye'nin dünyaca tanınan romancısı Aslı Erdoğan'ı sağlık sorunlarına karşın cezaevinde tutmaya devam ederseniz, 72 yaşındaki Şahin Alpay'ı, 11 kronik hastalıkla birlikte 74 yaşında kalp piliyle yaşayan Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk'ü cezaevinde tutmaya devam ederseniz kimse inanmaz ne darbeyle ne de terörle mücadelemize.
Anayasa Mahkemesi kararı gereği, haklarındaki karar kesinleşinceye kadar tutuksuz yargılanması gereken milletvekillerini tutuklarsanız ne kendi insanımıza ne de dünyaya anlatamayız terörle mücadelemizi.
Fırsat bu fırsattır diye darbeyle, FETÖ'yle ilgisi olmayan öğretmenleri, akademisyenleri sırf muhalifler diye görevlerinden atarsanız, işinden, aşından ederseniz kimse dinlemez hiçbirimizi.
Suçun kişiselliği ilkesine rağmen, FETÖ'cü iddiasıyla tutuklananların aile bireylerinin, eşlerinin, çocuklarının mağdur edilmesini dünyaya anlatamayız, kamera eşliğinde avukatla görüşmeyi anlatamayız; mektup yazmayı, kitap okumayı yasaklarsanız kimse dinlemez, kimse inanmaz demokrasi konusundaki sözlerimize.
Kadri Gürsel, otuz gündür 9 yaşındaki oğluyla hakkı olan on dakikalık telefon görüşmesini yapabilmiş değil. Ya bürokratik engel çıkıyor ya da avukat, eş görüşü olan güne telefon görüşmesi konuyor. Dün, biz bunu aktardık; Adalet Bakanlığı yetkililerinin girişimleriyle, o da gelecek hafta için on dakikalık görüşme ayarlanabildi. Telefon hakkı verilen günde telefon hakkının kullandırılması lazım.
Ahmet Turan Alkan dört ay önce mektup yazdığını, Silivri'den Üsküdar'a hâlâ o mektubun varamadığını söylüyor.
Değerli arkadaşlarım, arka arkaya raporlar yazılıyor Türkiye'de 15 Temmuz sonrası darbecilere karşı verilen mücadele sırasında gündeme gelen ya da getirilen hak ihlallerine ilişkin. Kimler yapıyor? Uluslararası Af Örgütü. Kim yapıyor? Birleşmiş Milletler İşkence ve Kötü Muameleyle Mücadele Raportörü. Ne diyorlar? "Yaygın işkence ve kötü muamele olduğu izlenimini aldık." diyorlar.
Bakın, size BM Raportörü Melzer'in yaptığı açıklamalardan, yazdığı ön rapora koyduğu ifadelerden bahsedeceğim. Bir Adli Tıp uzmanıyla birlikte cezaevlerine gidiyor, bakanlıklarla görüşüyor, yargı kurumlarıyla da görüşüyor. Diyor ki: "Hükûmetin 15 Temmuz darbe girişimine karşı aldığı çok kapsamlı önlemler, toplumun geniş kesimlerinde bir korku ve güvensizlik havası yaratarak, sadece tutuklananlar ve aileleri değil, sivil toplum örgütleri, hukukçular ve doktorları bile Hükûmet ve yetkilileri eleştiren süreçler başlatmaktan alıkoyuyor." Melzer'e göre bazı yeni yasa ve kararnameler de işkence ve kötü muameleye müsait ortam yaratıyor. Bu ihlallerin özellikle gözaltına alınma sırasında ve gözaltında gerçekleştiğini vurguluyor. Birlikte götürdüğü Adli Tıp uzmanının görüşülen kişileri muayene ettiğini ve bazılarında anlatılan olaylarla tutarlı fiziki izlerin tespit edildiğini aktarıyor. Nezarethanelerin, cezaevlerinin durumuna ilişkin gözlemleri var. Kapasitenin yüzde 200'lere varan düzeyde aştığını söylüyor. "Bu yerler yani otuz gün nezarette tutulan yerler insanların kırk sekiz saatten uzun tutulabilmesine uygun değil." diyor.
Bu konuda, bizim, muhalefet milletvekilleri olarak, Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonuna da çağrımız var gidelim, bu cezaevlerini, bu nezarethaneleri yerinde izleyelim diye. Bugüne kadar sonuç alınabilmiş değil. Bu konuda iktidar partisine çağrıda bulunuyoruz destek olmaları için.
Değerli arkadaşlarım, bizim, bugün, bu insan hakları konusunu konuşurken bütçesini de görüştüğümüz bir kurum var: Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu. AB'yle yürütülen vizesiz seyahat müzakereleri nedeniyle bu kurum kurulurken biz de destek verdik, gece yarılarına kadar birlikte çalıştık. Bu iddialara, herkesten önce, ya önceki ya da şimdiki kurumun bakması gerekmez miydi arkadaşlar? Zaten onun için kurduk biz bu kurumu. En temel amaçlarından biri -bugün Sayın Bakan sunuşunda muhtemelen anlatacak çünkü Komisyonda bize anlattı- işkence ve kötü muameleye karşı ulusal önleme mekanizması kurmak. Bu kurum oluşurken sivil toplum çağrıda bulundu, kendilerine danışılmasını istedi, bağımsız çalışacak bir kurum olsun istediler; ana muhalefet olarak biz de söyledik ama yasanın bu hâlinin ne uluslararası yükümlülükleri ne de AB'nin beklentilerini karşılamadığını hep birlikte gördük. Nitekim, Avrupa Birliği de yaptığı açıklamada bu konuyu karşılanmamış konular arasında açıkladı.
Biz, bu kuruma, bir karar organı olarak İnsan Hakları ve Eşitlik Kurulu da oluşturduk ama bağımsız değil; 8 üyeyi Bakanlar Kurulu, 3 üyeyi Cumhurbaşkanı seçecek. Böylesine iktidara bağlı bir kurumdan Türkiye'deki insan hakları ihlallerine müdahale etmesini bekliyoruz yani bu iddialara o yanıt versin, doğru mu yanlış mı, hangi ölçüde doğru diye. Biz bağımsız değil diye eleştiriyoruz ama kurul ortada yok -az sonra Sayın Bakan açıklayacaktır- koskoca bir hiç durumunda, bütçelerini dahi harcamadan oturdukları yerde oturuyorlar. Bu olmaz arkadaşlarım. Bakın, geçtiğimiz yıl bütçesi 4 milyon 833 bin lira, yüzde 75'ini kullanmamış, bütçesini iade etmiş, kullanılan kısmın yarısı personel giderleri. 2016'da 5 milyon 957 bin lira bütçesi var, ağustos sonunda sadece 1 milyon 369 bin lirasını kullanmış. Bugünlerde İnsan Hakları ve Eşitlik Kurulu çalışmayacak da ne zaman çalışacak arkadaşlarım?
Üçüncü husus dış politika demiştim. Türk dış politikasının her daim dikkat edilmesi gereken iki kritik ekseni vardır. Birincisi, Batı değerlerinden, muasır medeniyet hedefimizden kopmamak; ikincisi ise içinde bulunduğumuz bölgede ihtilafların sebebi değil, çözümünü sağlayan, komşularının ve bölgenin istikrarının, barışının, huzurunun güvencesi olan bir ülke konumunda olmak.
İkincisinden başlayayım: Türkiye, bugün, hem komşusu ülkeler hem de bölgesindeki ülkeler tarafından ihtilaf kaynağı bir ülke olarak görülmektedir.
İşte Suriye politikamız: Esad gitsin diye silahlı muhalifleri desteklemek, bizim tarihimizde yoktur bunun örneği.
Müslüman Kardeşler iktidarının bizim de kabul etmediğimiz askerî bir darbeyle düşürülmesi sonrasında Mısır'la ilişkilerimizi kestik, şimdi ilişkileri düzeltmek istiyoruz ama Cumhurbaşkanı izin vermiyor. Mısır'da Mursi'nin idam edilmemesi için moratoryum istiyoruz ama kendi ülkemizde idam cezası gelsin istiyoruz.
İşte Irak: Başika'daki kamp konusunun Bağdat'taki yönetimle çözülmesi gerekirken biz bunu bölgesel Kürdistan yönetimiyle çözmeye çalışıyoruz. Sonra kriz çıkıyor, Dışişleri Müsteşarımızı çözsün diye gönderiyoruz ama aynı zamanda devletin zirvesinden "Ne konuşacağız Bağdat'la?" diyerek ters açıklamalar yapılıyor.
İran'la sıkıntılı bir ilişki.
Rusya'yla, aslında itibarımızı son derece zedeleyen bir özür sürecinin ardından ilişkilerin düzeldiği söylenemez, ilişkiler hâlâ tek taraflı düzelmekte, Rusya'nın lehine düzelmekte. Bakın, hâlâ domates üreticisinin, sebze meyve üreticisinin sorunları çözülmedi.
Biz bugün Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığının bütçesini de görüşüyoruz; yirmi beşinci yılı, kutluyorum canıgönülden, başarılı işlere de imza atıyorlar. Bakanlarımız diyecek ki: "TİKA'nın faaliyetleri Türkiye'nin uluslararası konumuna işaret ediyor. Kamu diplomasisi ve tanıtım açısından son derece önemli bir ofis. 60 tane ofisi var, 150 ülkede faaliyetleri, binlerce projeleri var." Hepsi iyi, güzel ama bunlar Türkiye'nin global itibarına yansıyor mu, nasıl katkı yapıyor? Ben size örnek vereyim: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine 2008 yılında Türkiye aday oldu geçici üye olarak, AKP döneminde. 151 ülkenin oyunu alarak Türkiye üye oldu. Bundan altı yıl sonra, 2014 yılında bir oylama daha yapıldı, bir kez daha aday oldu ülkemiz. Değerli arkadaşlarım, sonucunu açıklıyorum: Türkiye sadece 60 ülkenin desteğini alabildi. Baksak listeye, eminim, TİKA ofisi olan birçok ülke aleyhimizde tavır almıştır. O övündüğümüz projeleri yürüttüğümüz Seyşeller'de, Zimbabve'de, Cibuti'de, Vanuatu'da, Kiribati gibi ülkelerdeki faaliyetlerimiz yeri geldiğinde demek ki kamu diplomasisinde karşılığını bulmamış arkadaşlarım, hem de artan ofis sayısına, projeye harcanan milyarlarca dolar demeyim ama liralık vergilerimize rağmen karşılığını bulmamış. Bunu şunun için söylüyorum: TİKA'nın bazı projeleri, restorasyon vesaire gibi adımları bizi heyecanlandırıyor, özellikle yakın coğrafyalarda. Hatta aramızda suyun öte yanıyla akrabalık bağı bulunanlar, yüz binlerce akrabası orada olanlar niye Bulgaristan'da da yok, niye Batı Trakya'da, niye Yunanistan'da da yok diye hayıflanmıyor da değiliz, olması için size her türlü desteği de vermeye razıyız. Ama şunu söylemek istiyorum: Dünyanın yardımda 2'nci ülkesi, en cömert ülkesi olmak, uzak coğrafyalara yatırım yapmak önemli ama izlediğimiz dış politika dünyaya güven vermiyorsa o aktarılan kaynaklara yazıktır.
Değerli arkadaşlarım, dış politikada ikinci önemli parametre ise Batı kurumlarıyla ilişkilerdir. Geçmişte de bizim Batı'yla ilişkilerimizin kötü olduğu dönemler oldu, Batı'nın bunda payı yok mu? Elbette var. Oradaki ön yargılar, ırkçılığa varan yaklaşımlar tabii ki ilişkileri, halkımızı, sizleri, bizleri etkiliyor ama aynı ön yargıların ve ırkçılığa, İslamofobiye varan yaklaşımların olduğu başka zamanlarda ilişkilerimizin iyi olduğunu da biliyorsunuz. İşte, bakın 11 Eylülün hemen ardından dünyada İslamofobinin zirve yaptığı bir dönemde, biz Avrupa Birliği tam üyelik adaylığını kazandık. Peki, fark nedir değerli arkadaşlarım? Bizim Batı'yla, Avrupa'yla kriz yaşadığımız dönemler demokrasimizin geri gittiği, darbeler, müdahaleler, antidemokratik girişimler dönemidir arkadaşlar. Peki, ne yaptık da düzelttik? Reform yaptık. 2002 öncesinde ve daha sonra siz iktidara geldikten sonra yaptığımız Anayasa ve yasa değişiklikleriyle Avrupa Birliğinin yolunu açtık. Almanya'sında, Fransa'sında o dönemde ön yargılar, o dönemde ön yargılı liderler vardı ama genel eğilim, bizim demokrasimizi, özgürlüklerimizi ileri götürdüğümüz şeklindeydi. İşte, şimdi de bence yolu açacak olan, Avrupa Parlamentosundaki karara rağmen yolu açacak olan yine demokrasidir, hukuk devletidir. O yüzden, 2004 yılında ellerinde "Yes.", "Evet." afişleriyle Türkiye'yi istediklerini söyleyen Avrupa halklarının bugünkü uyarısına kulak vermemiz lazım. Kararı beğenmeyebilirsiniz ama bu karar, Avrupa halklarının Türkiye'ye bakışını göstermektedir. Bu bir ırkçı, bu İslamofobik bir yaklaşım değil, Türkiye'nin kendi ülkesine, kendi halkına yaptığı baskıların bir sonucudur değerli arkadaşlarım.
Değerli arkadaşlarım, bugün görüşülecek bir başka anayasal kurumumuz Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumudur. Anayasa'nın 134'üncü maddesi bu kurumun görevini şöyle tarif ediyor: "Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak." Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını yaymak için 2015'te, 2016'da ne yapılmıştır; Atatürk'le doğrudan bağlantılı sempozyum, panel, bilimsel etkinlik sayısı kaçtır, merak ediyorum. Ben baktım etkinlik takvimlerine; bolca uluslararası kitap fuarları var, bolca -tabii ki saygı duyduğum- bilimsel araştırmalar var ama Atatürk'le doğrudan bağlı, Atatürkçü düşünceyle doğrudan bağlı çok az sayıda, çok ender sayıda toplantı bulunmakta. Yöneticilerine, geçmişlerine, yaptıkları işlere siz de bakın, eminim alanlarında saygın isimlerdir ama baktığınızda Atatürkçü düşünceyle, Atatürk'ün yaptıklarıyla ilgili bir tane dahi araştırma bulunmamaktadır değerli arkadaşlarım.
Atatürk Araştırma Merkezinin misyonu, Atatürk ve eseri hakkında bilimsel araştırmalar yapmak, yaptırmak ve sonuçlarını yaymaktır. Ama, yöneticilerine, yaptıkları çalışmalara bakıyorsunuz, onlarca makale yazmışlar ama hepsi Osmanlı Dönemi, hepsi tarihte daha eski dönemler. Eminim saygın bilim insanları ama Atatürk için neler yapılıyor diye sormadan edemiyorum değerli dostlarım.
Burada bir konuyu daha vurgulayarak konuşmamı bitirmek istiyorum. Atatürk Uluslararası Barış Ödülü verilmekteydi, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde verilmez oldu. "Sadece sıfırlı ve beşli yıllarda verelim." dendi ama geçen yıl beşli bir yıldı, verilmedi. Türkiye Cumhuriyeti böylesine onurlu bir ödülü verecek kimse bulamamakta mıdır?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Neden Nobel Ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar'ı düşünmüyorsunuz? Diyeceksiniz ki: "Onun ödülü daha sonra açıklandı." Sayın Bakanlar, değerli arkadaşlarım; bu kadar zor mu bir tüzük değişikliği yaparak ödülünü Atatürk'e armağan eden, Anıtkabir'e bağışlayan Sayın Sancar'a Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'nü vermek?
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Çakırözer.