GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 1'inci Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:32
Tarih:06.12.2016

CELAL DOĞAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Cumhurbaşkanlığı bütçesi konusunda grubum adına düşüncelerimizi arz etmek için geldim. Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Bahse konu Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan. Özellikle, siyasette kullandığı dille, kendine münhasır çalışkanlıklarıyla ve paktlar arasındaki siyasi alışverişlerinde, dünya liderleriyle olan diyaloglarında son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan bir şahıstan bahsediyoruz. Sayın Tayyip Erdoğan'ın, özellikle son dönemde, 15 Temmuzda maruz kalmış olduğu, ülkemizin maruz kalmış olduğu, demokrasinin maruz kalmış olduğu darbe nedeniyle hem şahsına hem ailesine en içten geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum. Bu nedenle de ülkenin bir felaketin eşiğinden döndüğü bir gecede akıbetin böyle bitmiş olmasının bile, olayın öyle bitmesinin bile ülke için bir şans olduğunu belirtiyorum ve gerçekleşmesi hâlinde ihtilalin, doğacak sonucu da tahayyül etmek istemiyorum. O nedenle, çok kritik bir şahsın, daha doğrusu farklı bir insanın bütçesi üzerinde söz almış bulunuyorum.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 12'nci Cumhurbaşkanının bütçesini konuşuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa. Özelliklerinden bahsedersem, daha doğrusu bir cümleyle özetlemem gerekirse, verasetten halk iradesine geçmiş bir şahsın cumhurbaşkanlığını dile getirmiş olurum. Keza, bir cumhuriyetin kurucusu, daha doğrusu, ileri gidersek biraz daha, dünya liderleri açısından Churchill'in sarf ettiği bir cümle çok önemlidir: "Dünyaya yüz yılda bir bir deha gelir, o da bana rast geldi." dediği bir şahıstan bahsediyoruz, rahmetle anıyorum.

İsmet Paşa cumhurbaşkanlarından birisidir. Genellikle vatandaşımıza sorduğumuzda "Türkiye'deki ilk başbakan kim?" derseniz "İsmet Paşa" demezler, Mustafa Kemal'i başbakan kabul ederler ama İsmet Paşa hem cumhurbaşkanıdır hem başbakandır. O da çok ciddi boyutlarda hem devlet adamı hem de bir askerî diplomattır.

Bunları şunun için söylüyorum: Cumhurbaşkanımızın ilişkisini kurmak için söyleyeceğim laflar... Daha çok askerî dönemlerde Türkiye'nin başına gelmiş olan cumhurbaşkanlarını da zikretmek zorunda kaldığım için bahsediyorum.

Sayın Mustafa Kemal ve İsmet Paşa'dan sonra Türkiye'nin başına Celal Bayar -Allah rahmet eylesin- o gelmiştir. "Galip Hoca" namıyla Kurtuluş Savaşı'nda Ege'de zeybek ve efe kıyafetleriyle, bu anlayış altında, Kurtuluş Savaşı'nda ciddi kavga vermiş bir kişidir.

Bundan sonraki Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'dir. Millî iradeyi alt eden, daha doğrusu, millî iradeyi kesbeden ve son veren bir cumhurbaşkanı olduğu için ona ayrı bir parantez açmak istiyorum. Onun, aynı zamanda, hukuk açısından da, bugünkü hukuk açısından da mutlaka değerlendirilmesi gereken bir cumhurbaşkanı olduğu için üzerinde özellikle durmak istiyorum. Cemal Gürsel millî iradeyi kesbetmiş, bir ihtilalle gelmiş, orada durmamıştır; millî iradenin getirmiş olduğu Menderes, devletin Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve Maliye Bakanı onun döneminde asılmıştır.

Bugün Türkiye'de Halkların Demokratik Partisinin liderlerinin resimlerine bile tahammül edilemeyen bir sansürle karşı karşıya olduğumuz şu ortamda, bu Parlamentoda, millî iradenin buraya sevk ettiği insanlardan mahrum olarak toplanmaktayız. Kullanılan tabirlerin şu veya bu olması içeriğini değiştirmez; özgürlükleri alınmıştır, hürriyetlerinden mahrum edilmişlerdir. Hukuki dayanağı ne olursa olsun, Anayasa'nın 83'üncü maddesindeki hüküm giyseler bile milletvekillerinin cezaevinde bulunmaması; parlamenter faaliyetlerin devam etmesine dayanan Anayasa Mahkemesinin müstakar içtihadına rağmen, bu arkadaşlarımız bugün burada değildir. Buradan şunu özellikle hatırlatmak istiyorum: Menderes'i, Hasan Polatkan'ı ve Fatin Rüştü Zorlu'yu asan iradenin başındaki Başol'un bir cümlesi calibidikkattir ve adliye tarihine geçmiştir. Bizim adli tarihimiz siyasi suçlar açısından sabıkalıdır, o sabıka devam etmektedir. İdam kararlarını tebliğ ettiğinde söyledikleri laf tarihe geçmiştir ve elli beş yıl olmuştur, bir elli beş yıl da bu leke devam edecektir. Cümle aynen şudur: "Sizi buraya gönderen irade böyle istemiştir."

Dün arkadaşlarımız burada milletvekillerimizin tutuklanmasının doğru olmadığını dile getirdiklerinde Değerli Meclis Başkanımız ve genellikle diğer bütün siyasiler ve siyasi iktidarın mensupları hep yargı bağımsızlığına vurgu yaparak söylemişlerdir, "Bu bizim işimiz değildir. Türkiye'de kuvvetler ayrılığı vardır, yargının bir tasarrufuyla karşı karşıyasınız, bu nedenle de yapacak bir şey yoktur." anlayışına sığınmışlardır. Geçmişte sabıkası olan adaletimizin, bugün elli beş yıl geçmesine rağmen, Başol'un adli bir leke olarak kalan bu cümlesinin, Sayın Cumhurbaşkanına da, daha doğrusu gelecekte onada bu lekenin sürülmesini arzu edenlerden değilim. Bu nedenle, bir an önce Türkiye'de bu vahim hatanın, bu hukuki hatanın düzeltilmesini, devlet başkanından... Adliyeye müdahale anlamında söylemiyorum, "Yargıya talimat ver." anlamında söylemiyorum. Bu nedenle de bu arkadaşlarımız, siyasi ortamın getirmiş olduğu konjonktür sonucu milletvekillerimiz ve belediye başkanlarımız millî iradenin getirdiği sonuçlara rağmen hapisteyken bunun düzeltilmesi, devleti yönetenlerin yapabileceği siyasi demeçlerle, iklimle düzelmesi mümkündür. Bu nedenle, özellikle bunun üzerinde... Daha doğrusu, Cemal Gürsel'i anarken, Sayın Cumhurbaşkanımızın ve kadrolarımızın bu siyasi lekeyi taşımamaları arzusuna inandığım için söylemek istiyorum.

Bir başka şey, siz ve bizim ülkemiz 15 Temmuzda FETÖ darbesiyle muhatap olduk. O FETÖ darbesine muhatap olan Parlamentonun bütün grupları içtenlikle tavırlarını ortaya koydular ama o 15 Temmuz ruhu ve onun devam etmesi konusunda birinci ayrımcılığı, Halkların Demokratik Partisini baypas ederek bu işin dışında tutma gayreti söz konusu oldu. Amenna ve saddakna, yapabilirsiniz, o sizin tasarrufunuz ama 17-25 Aralığı özellikle hatırlatmak istiyorum. 17 ve 25 Aralığın spekülasyonlarının, kunduralarının, paralarının çok üzerinde duracak bir siyasetçi değilim. Küçümsediğim anlamda söylemiyorum. Özellikle 25 Aralıkta hiçbir sanık evinden zorla alınmadı, cumhuriyet savcılarının lütfettiği celplerle adliyenin kapısına gittiler, orada ifadeleri alındı, dava takipsizlikle sonuçlandı. Şimdi, 17-25 Aralıktaki sanıklar burada oylarınızla yargının önüne çıkartılamadı. Bize yargı tavsiyesinde bulunan, devletin yetkililerine -biraz sonra söyleyeceğim- mahkemeye gitmediler, meydan okudular adliyeye diyen anlayış, kendi insanlarınızı hâkim önüne çıkartmadan oylarınızla aklama noktasına getirdiniz. Ve gerekçe şuydu: Bunların FETÖ'cü yargıçların, FETÖ'cü savcıların size karşı bir darbe komplosu olduğunu, daha doğrusu dizaynı olduğunu ve hissesi olduğunu açıkça her yerde dile getirdiniz. Peki, Halkların Demokratik Partisinin milletvekillerinin ve belediye başkanlarının fezlekelerini tanzim eden FETÖ'cü hâkim ve savcıların ne kadarının şu anda cezaevinde olduğunu hiç merak ettiniz mi acaba? Sizinle ilgili bir meselenin adliye önüne getirilmesinde FETÖ'cü anlayışı mutlaka batıl olarak kabul ettiniz ama Halkların Demokratik Partisine mensup insanlarla ilgili bu tasarrufu yapanların FETÖ'cü olması sizi zerre kadar rahatsız etmedi. Bu çifte standarttır, bu doğru bir şey değildir çünkü hukuk hepimize lazımdır ve hepimizin hukuka ihtiyacı vardır. Bugün bizim belki hukuka en çok ihtiyacımız var ama yarın -inşallah hiçbirinizin başına gelmez- hepinizin hukuka ihtiyacı olabilir.

Sayın Cumhurbaşkanımızın özellikle bütün meselelerde vukufiyeti ve hâkimiyeti konusunda, devleti yönetmek değil, bir noktada tam avucu içinde tutan bir tutumun sahibi olduğunu biliyoruz. Bunlardan birisi dış politikadır. Dış politika günü geldiğinde mutlaka tartışılacaktır, sözcü arkadaşlarımız gerekeni söyleyecektir ama üç beş cümleyle özetlemek istiyorum.

Türkiye'de yıllardan bu yana istikrarlı bir dış politika vardı, onu pasif politika kabul ettiniz yani "Dünyada sulh, yurtta sulh" parolasını göz ardı ederek aktif bir dış politikayla bölgeyi dizayn edeceğiniz iddiasıyla ortaya çıktınız. Formüle edilen cümleler şunlardı: "Komşularla sıfır sorun" yani sorunsuz komşuluk. Ülkenin tapusu olan Lozan'ı, tartışmaya açma değil, ucundan kıyısından dolanmaya başladığınızda son komşumuz Yunanistan'ı da düşman hâle getirdiniz.

İki: Değerli Başbakanımız "stratejik derinlik"ten bahsederek Orta Doğu'yu şekillendirmek isterken stratejik bataklığın içinde debelendiğimizi hep birlikte görüyoruz. Sizin açınızdan değil, ülke açısından mutlaka bizim üzerinde durmamız gereken çok önemli meseleyle karşı karşıya olduğumuz açık. O nedenle, dış politikadaki hataların sadece bir siyasi iktidarın sorunu değil, bütün hepimizin, bütün insanlarımızın, ülkemizin, herkesin sorunu olduğunda mutlaka hemfikirizdir. Bu nedenle Orta Doğu politikası kökünden yanlıştır. Vakit yok, sadece Musul'la ilgili Ecevit ile Demirel'in düşüncelerini size anlatmam için yarım saate ihtiyacım var ama bu mümkün değil. Özellikle 1916'larda, 1918'lerde Musul'un bir habis olduğunu söyleyen Mustafa Kemal'in öngörüsü ortadayken Musul'a çomak sokmaya kalkmak... Orta Doğu'dan ülke için gelecek tehlikeleri, nasıl tehlike geleceğini topluma izah etmeden, oranın kadim halkının, beş yüz yıllık bir halkın, bir avuç Kürt halkının orada vatandaş olmasını, haklarını savunma konusundaki mücadelesini terör örgütüyle eş değer olarak topluma lanse ettik ve hiç girmememiz gereken bir yerde, başımızı belaya sokacak şekilde, bugün Suriye çöllerinde Türkiye'nin bekasını aramaya çalışıyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanımız lütfetmişti, ben 8 Hazirandan sonra kendisini ziyaret etmiştim; çok seviyeli bir görüşme olmuştu. Lütfetmişti, gitmiştim, çağırsa yine giderim çünkü benim öyle komplekslerim falan yok, ben sarayın şunu bunuyla o kadar meşgul bir insan da değilim. "Saraya gitmem." diyenler bugün komşu kapısı hâline getirdiler. Bu nedenle, bugün de olsa giderim. Görüşme aynen şöyle geçmiştir: Türkiye'nin, Suriye'yle ilgili meselede, asla ve kata girememesi gerektiğini, girmemesi gerektiğini söyledim. Çünkü, oradan Türkiye'ye atılmış bir çakıl taşı söz konusu değildi. O halkın uzantısı, Türkiye'de de Kürt halkı, İstiklal Savaşı dâhil, Kıbrıs Savaşı dâhil, ülkeye asla ihanet etmiş bir halk değildir.

Oradan bir ses geldi galiba, anlayamadım.

Çakıl taşı gelmediğinin açıkça arkasında duruyorum. Efendim "PKK-PYD iş birliği", bu başka bir şey. Ama, Suriye halkından, daha doğrusu Suriyeli Kürtlerden Türkiye'ye getirilmiş çakıl taşı yokken, hak sahibi olmalarını bir nevi ülkenin gelecekteki tehlikesi olarak arz ettik. Bunların hepsi, kamuoyunda ortaya atılan, ciddi iddialar değildir, bence aldatmacadır. Sebebi de şu: Türkiye'deki Kürt sorununu, Sayın Cumhurbaşkanı, yüz yıllık bir sorunu, yüreğine taş basarak, kan içip kızılcık şerbeti olarak dile getirdi. Bir Diyarbakır konuşması var, bütün siyasilere tavsiye ediyorum, "Halk nasıl kucaklanır?", "Halk nasıl bağrına basılır?", "Halk nasıl bütünleştirilir?" cümlelerini okudukça saygı duymamak mümkün değil.

Geçenlerde bir arkadaşımız "kürdistan" lafı etti diye kıyameti koparan insanlar oldu burada. Mustafa Kemal'in Meclis konuşmasındaki "Kürdistan bölgesi"ni metnine alıp Adalet ve Kalkınma Partisi Grubunda konuşan Recep Tayyip Erdoğan "Mustafa Kemal de mi bölücüdür?" lafının altını çizerek ifade etmiştir. Bu nedenle, orası kürdistandır, o bir coğrafyanın adıdır. Ben, Diyarbakır konuşmasını arayan, daha doğrusu yapan Cumhurbaşkanımı özlüyorum, o Cumhurbaşkanının tekrar o noktaya gelmesini özlüyorum çünkü orada diyor ki Selvi ana diye bir yaşlı kadın: "Üç yıldır buralara şehit gelmiyor oğlum." O, Cumhurbaşkanını da duygulandırıyor.

Şimdi, 1 Aralıktan beri, daha doğrusu 8 Hazirandan sonra gelen şehitlerin daha doğrusu, akan asker kanının, polis kanının, öldürülen genç çocuklarımızın kanının getirdiği bir mutluluk var mı acaba? Bu nedenle Sayın Cumhurbaşkanımızın tekrar o günlere dönmesi içten arzulanan bir histir.

Bir başka konu: Günlerdir buralarda, daha doğrusu aylardır -senelere de vâkıf oldu- bir başkanlık sistemi meselesi tartışılıyor. Ne olduğu da gerçekten belli olmayan, içeriğinin ne olduğu da belli olmadan Cumhurbaşkanının şahsı üzerinden, tutumu üzerinden fikir yürüten ve televizyonlarda sabahtan akşama kadar spekülasyon yapılan konuşmaları dinlemekten artık bıktık. Getirecekseniz getirin. Tabii ki başkanlık da demokrasinin içinde bir rejimdir. Yarı başkanlık, parlamenter sistem de demokratik rejim içindedir ama içine ne koyduğunuza bağlıdır bu. Eğer siz gerçekten... Başkanlık sisteminin adını da şimdi bir vesileyle yeni yol arkadaşınızla düzeltip "cumhurbaşkanlığı"na döndürdüğünüzü görüyorum. İçine ne koyacağınız o rejimin adını tarif eder. Adının cumhurbaşkanlığı, başbakanlık olması bizi tatmin etmez, içerideki dengeler yani hôd-be-hôd bir kuvvetler ayrılığı var mı, net ve açık soruyorum bu konuda açıkçası.

Bir, Türkiye'de milletvekili seçiminde, ister daraltılmış bölge deyin isterseniz minimize bölge deyin, isterseniz başka deyin, ne ad koyarsanız koyun, başkan, milletvekilinin seçiminde inisiyatif sahibi olacak mıdır?

İki, yargı bağımsızlığını sağlamak ve tarafsızlığını sağlamak konusunda bu yüce Meclis nitelikli çoğunlukla yargının seçilmesinde katkıda bulunabilecek midir? Daha da ötesi, başkan, Türkiye'deki bütün halkların cumhurbaşkanı olma anlayışını içine sindirebilecek midir? Bu niteliklerde bir sistem getirin tartışalım; beğeniriz, beğenmeyiz; oy veririz, oy vermeyiz; ayrı bir konu ama muallakta konuşuyoruz.

Parlamenter demokratik rejimi 1876 Anayasası'ndan bu yana ülkemizde düşe kalka, eksik ve aksaklıklarıyla bugüne getirdik ama ne zaman ki 12 Eylül 1980 oldu, parlamenter demokrasiyi kanser ettik. Şimdi, parlamenter demokratik rejimin, AK PARTİ eğer böyle devam ederse, MHP, Milliyetçi Hareket Partisinin de katkısıyla, ruhuna Fatiha okuyacak noktaya geldik, cenazesini kaldırmaya doğru gidiyoruz. Bu nedenle "Bu niye böyle oldu?" derseniz, gerçekten, 12 Eylülden sonraki bütün siyasi liderleri kastederek söylüyorum, mebusları memur gibi gördüler, halkın temsilcisi olarak görmediler ve bu anlayışla da seçmediler bu milletvekillerini. Birinci husus budur yani parlamenter demokratik rejimin birinci aktörü, lokomotifi milletvekilinin eksiksiz, halk tarafından seçilmesinin sağlandığı bir seçim sisteminin olması gerekirdi. Bunu bir türlü getiremedik. Baraj maraj, bunlar düzeltilebilir ama hem milletvekilini seçeceksiniz hem yargıyı siz atayacaksınız hem de ülkeyi yönetirken siz bütün bu kurumların üzerinde söz sahibi olarak bunun adına "demokrasi" diyeceksiniz. Buna ben değil, kargalar bile güler.

Buradan şuna gelmek istiyorum: Sayın başbakanların bölümüne gelirken söyleyecektim ama şimdi söyleyeyim. Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşayan, on beş yıllık belediye başkanlığımda, şahsım ve şehrim adına, bütün başbakanlara minnet borçluyum; Sayın Özal'dan başlayan ve Sayın Tayyip Erdoğan'la nihayet bulan başbakanların tümüne minnet borçluyum. Başbakan değilken bile Milliyetçi Hareket Partisinin Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'ye Başbakan Yardımcısı olarak Gaziantep'e gösterdiği ilgiden dolayı da devam eden bir saygım var ve ona gösterdiği ilgiden dolayı da hep minnetlerimi arz ettim. Ama şimdi şu soruyu sormak istiyorum: 15 Temmuzda ülke başkanlık meselesinde sükûta ermiş bir ülke hâlindeydi, daha doğrusu, biraz, unutulmuş demeyelim de ileriye ertelenmişti. Bir gün Sayın Devlet Bahçeli dedi ki: "Bu fiilî durumu düzeltmemiz gerekir." Ama, bu fiilî durumu düzeltmemiz gerekirken bazı tehlikelerden bahsettiler. Rejimle ilgili gelecek tehlikeleri işaret ederek bu lafları, cümleleri sarf etti. Sayın Bahçeli'nin kimseden çekinip bir ketumiyete gireceğine inanmıyorum ama ben sadece bu cümleyle Sayın Bahçeli'nin bu meseleye sarılmasının yeterli olduğuna inanmıyorum. Gerçekten ülkenin rejiminin gelecekte başka bir cuntanın veyahut da bir vesayet rejiminin tehdidi altında olduğunu gördüğü için mi bu yola başvurdu? Bu konuda bizi tatmin ederse, Meclise bu konuda yeteri kadar bilgi verirse gittiği yolda hiçbir şekilde bir itirazım yok, saygı duyarım. Belki Türkiye'de kendileri açısından da -öyle küçük meseleler çevre temizliği yapıldı, şu yapıldı, bu yapıldı lafları üzerinde durarak da söylemiyorum- inandığı bir şey olduğu için bu yola devam ederler -ama bunun halk tarafı var, başka bir konu- fakat bu gerekçe beni açıkça tatmin etmiyor.

Bir başka şey: Sayın Cumhurbaşkanımızın, özellikle vurgularken -Sayın Başbakan da zaman zaman bunu kullanıyor- hukuka uyacağımızı, uymamız gerektiğini... Milletvekili arkadaşlarımızın adliyeye gitmemesini, zorla götürülmek durumunda kalmalarını bir tevkif sebebi olarak Türkiye'de bir algı yaratılmaya çalışıldı. Burada hepimiz hukukçuyuz, daha doğrusu, hepimiz hukuku bilen insanlarız. Sanığın yalan söyleme hakkı vardır, ifade vermeme hakkı vardır, mahkemeye gitmeme hakkı da vardır ama devlet burada devreye girer, der ki: "Kardeşim, seni çağırdım, gelmedin. Şimdi seni cebren getiriyorum." Cebren kolluk kuvvetini... O kendisinin artık nezaketine, anlayışına, insana bakışına bağlıdır. Kapıyı gece kırıp üçte almak mıdır, yoksa sabahleyin bekleyip dokuzda, onda kapısından alıp adliyeye mi getirmektir? Adliye kapısına getirdiği gün artık orada hukuk başlar. Gelmemesi bir tevkif sebebi olarak topluma dercedilemez, söylenemez. Hiçbir arkadaşımızın gerekçesi, daha doğrusu tevkif gerekçesi "Adliyeye zorla getirildi." diye tevkif müzekkeresinde yazmıyor. Bu nedenle, "adliyeye gitmemiş olma"nın kamuoyunu yanıltmanın ötesinde hiçbir anlamı yoktur. Ayaklarıyla giden insanların nasıl tutuklandığını da, özellikle belediye başkanlarına yapılan muamelede gördük.

Değerli Genel Kurul üyeleri, Cumhurbaşkanlığıyla ilgili şu cümlelerle -aslında söylenecek çok şey var ama- bitirmek istiyorum: Sayın Cumhurbaşkanımızı -biraz önce söyledim- Diyarbakır'daki ilk konuşmasındaki Cumhurbaşkanı olarak görmek istiyorum. İki: 2004 ile 2007 arasında Avrupa ülkelerine giderken nasıl karşılandığını, Avrupa ülkelerinde görmüş olduğu hüsnükabulün ne kadar yüksek olduğunu hep birlikte yaşadık. Biz, Avrupa'nın kulübüne meraklı değiliz. Biz, Avrupa'nın adına da meraklı değiliz. Avrupa'nın bizi celbeden değerleri Kopenhag ve Maastricht Kriterleridir. Türkiye, bu Maastricht Kriterlerini bulabilecek midir? Türkiye, Kopenhag Kriterlerini bulabilecek midir? Arkasına eklediğiniz Ankara kriterleri...

Dün ve evvelki gündü, Kayserili iş adamlarına ödül verirken Sayın Cumhurbaşkanı, bir vatandaşa, daha doğrusu bir AVM'deki hak sahibine "Niye dolarla kiraya veriyorsun?" demiş ve "Emredersiniz, başüstüne." demiş, Türk parasına çevirmiş; güzel, çok iyi. Ama son sarf ettiği cümle enteresandır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

CELAL DOĞAN (Devamla) - Diğerlerine şu mesajı verdi: "Vali burada, belediye başkanı burada." İşte Ankara kriteri buysa buna kimsenin tahammül etme şansı yoktur. Bu nedenle...

BAŞKAN - Sayın Doğan, teşekkür ederim.

CELAL DOĞAN (Devamla) - Bir cümleyle bitirebilir miyim? Müsaade eder misiniz efendim?

BAŞKAN - Efendim, kimseye bir dakikalık ek süre vermedim, anlayışınızı bekliyorum.

CELAL DOĞAN (Devamla) - Ben de sizin anlayışınıza sığınarak istiyorum.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Zabıtlara geçiyor Celal Bey.

BAŞKAN - Yirmi beş dakika konuştunuz.

CELAL DOĞAN (Devamla) - Ben, zaten, Başbakanlıkta MİT Müsteşarlığıyla ilgili konuşacağım, bir on dakikamı oradan kesebilirsiniz efendim.

BAŞKAN - Peki, buyurun, bir dakika.

CELAL DOĞAN (Devamla) - Şöyle: Biz Avrupa'nın kolonyalist, sömürgeci, emperyalist bir topluluk olduğunu biliyoruz; onların, geçmişte, etnik yapı anlayışıyla, ırkçılıkla, özellikle Mussolini -Mustafa Kemal'in oradaki tabiri şudur: Palyaço Mussolini- ile Hitler'in ne yaptığını biz biliyoruz. 60 milyon insanın kanına mal olmuş uygulamanın insanlarıdır. O nedenle, bizim hayranlığımız onların geçmişteki bu ırkçı anlayışları, sömürgeci anlayışı değil, yakalamak istediğimiz Kopenhag ve Maastricht Kriterleridir.

Şimdi, Sayın Cumhurbaşkanı dünyayı çok dolaşan, ülkesi için gerçekten çalışkan bir lider durumunda. Afrika'da adım basmadık yer bırakmıyor, Asya'ya gidiyor ama demokratik ülkelere gidemiyor. Daha doğrusu, demokratik ülkelerde geçmişte içten karşılanan Sayın Cumhurbaşkanımız bugün...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

CELAL DOĞAN (Devamla) - ...oralara pek gitmek istemiyor. Peki, acaba değişen Sayın Cumhurbaşkanı mı, yoksa değişen Avrupa mı? Avrupa yerinde duruyor. Bizim, Cumhurbaşkanımızın değişikliğini gözden geçirmemiz gerekir.

Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)