| Konu: | Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 22 |
| Tarih: | 17.11.2016 |
CHP GRUBU ADINA ÖMER SÜHA ALDAN (Muğla) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, 438 sıra sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı'nın tümü üzerinde Cumhuriyet Halk Partisi adına görüşlerimi belirtmek üzere huzurlarınızdayım. Yüce Meclisi saygıyla selamlarım.
Tabii, öncelikle, bu yasa tasarısının bir tasarı şeklinde önümüze gelmesinden memnuniyet duyuyoruz çünkü kanun hükmünde kararnamelere artık alışmaya başladık. Aslında kanun hükmünde kararnameler, olağanüstü hâl ilanı çerçevesinde yapılacak düzenlemelerdir. Ne yazık ki Hükûmet tarafından olağanüstü hâl düzenlemesiyle hiç ilgisi olmayan konularda da sıkça kanun hükmünde kararname çıkarılmaktadır.
Bu anlamda, bu tasarının Meclisin önüne getirilmesi, Parlamentonun hiç değilse bir gözleminden geçmesi sevindirici bir gelişmedir.
Lakin şunu da eklemeden geçmemek lazım ki bu düzenlemelere hakikaten alıştık. Şöyle bir şey var: Bir "yasa metnini yeniden elden geçirmek" diye bir kavramla karşı karşıyayız. Sıkça düzenlemeler değişiyor. Örneğin, bakıyorsunuz, sulh ceza mahkemesi dinlemelerle ilgili görevliyken bir anda konjonktür gereği ağır ceza mahkemesi yetkili kılınabiliyor; ağır ceza mahkemesinden, oy birliğiyle, telefon dinleme ya da gizli soruşturmacı isteme yetkisi istenebiliyor. Bunun dışında da şimdi bugün göreceğimiz gibi, şimdi de ağır ceza mahkemesinin elinden yetkiler alınarak tekrar sulh ceza hâkimliğine verilebiliyor. Şöyle bir olguyla yüz yüzeyiz: Artık günümüzde konjonktürel yapıya dayalı yasal düzenlemeler yapıyoruz.
Elbette ki şunu yadsımamak lazım: Kanun hükümleri ilahi bir hüküm değildir, zaman zaman toplumsal değişime dayalı olarak, toplumdaki arzulara dayalı olarak, toplumsal baskıya dayalı olarak kanun metinlerini değiştirmek mümkündür. Bunda bir tereddüt yok. Lakin, sadece belli konulara, spesifik konulara yönelik bu değişiklikler, gerçekten hukuk alanında büyük yaralar açmaktadır.
Şunu da göz ardı etmemek lazım: Eğer bir ülkede hukuk çok konuşuluyorsa, o ülkede demokraside bir sorun vardır, özgürlüklerde bir sorun vardır. Özgürlüklerin, demokrasinin bolca olduğu ülkelerde hukuktan, yasal düzenlemelerden, sınırlamalardan, sık sık yasa değişikliklerinden söz edilemez.
Bu tasarıya gelince, bu tasarıyla ilgili belli kaygılarımız var. Bazı maddelere katılıyoruz kuşkusuz. Kaygılı olduğumuz maddelerden birkaç tane örnek vermek isterim. Örneğin, İcra ve İflas Kanunu olsun, İş Kanunu olsun, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu olsun, bu kanunlarda kesin hükmü belirleyen bir miktar vardır, bu, genellikle bin liradır. Şimdi, bu yapıyla, bu düzenlemelerle bu kesin hüküm olan miktarlar 5 binle-7 bin lira arasında değiştirilmek istenmektedir.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Bu, Türkiye'de yaşayan vatandaşlarımız için bazen 2 bin liranın bile çok büyük bir önemi vardır. İnsanlar 1.300 lira asgari ücretle geçinmek zorunda bu ülkede, hem de yükseltilmiş bir asgari ücretle. Siz, bunların açtıkları bir iş davasında belli bir hükmü, bin lirayı 3 bin liraya çıkardığınız zaman insanların geçimini sağlayacak önemli bir mekanizmayı ellerinden almışsınız demektir. Bu açıdan, hâlâ vakit varken benim önerim, bu konuda bir itiraz mekanizmasının geliştirilmesidir yani İcra İflas Kanunu'nda, Hukuk Usulü Muhakemesi Kanunu'nda ya da İş Kanunu'nda yapılacak değişikliklerde kesin hüküm miktarlarını madem artırıyorsunuz bunlara bir itiraz müessesesini açarsak son derece hukuka aykırı fiillerin yeniden denetimine olanak sağlamış oluruz.
Aslında, bu 3, 4 ve 5'inci maddelerdeki değişiklik, Türkiye'nin tablosu açısından da siyaseten üzerinde değerlendirmemiz gereken bir konudur. Düşünün, 2004 tarihinde bu yasaların çoğunluğu kabul edildi, bu rakamlar 2004 rakamlarıdır. Yani aradan geçen on iki senelik süre içerisinde bin lira rakamının 7 bin liraya çıkarılmış olması ve bin liralık kesin hükmün 7 bin liralık kesin hükme bağlanması, aslında Türkiye'nin enflasyonunun gerçekte ne miktarda olduğunun bir göstergesidir, aslında, bizim için çok güzel de siyaseten değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Değerli milletvekilleri, 9'uncu maddede şöyle bir konu var bu uzlaştırma dediğimiz alternatif çözüm yollarına ilişkin. Evet, iyi niyetle yapılan bir düzenlemedir ama Türkiye'de işlememektedir. Bu, öncelikle, uzlaştırma dediğimiz konu adli bir olay neticesinde, eğer ceza miktarı da belli bir süreyi aşmıyorsa insanların arasındaki uzlaşma yoluyla işin dava yoluna gidilmemesini sağlamaktır. Ama Türkiye'deki insanların alım gücü hesaba katılmadığı için, dışarıda, Avrupa ülkelerinde çok daha rahatlıkla uygulanabilecek bir hüküm burada bir anlam ifade etmemektedir.
Değerli milletvekilleri, 12'nci madde üzerinde biraz durmak istiyorum. (6)'ncı fıkrası eklenmiştir 12'nci maddeyle 5237 sayılı Ceza Kanunu'nun 75'inci maddesine. Bu da ön ödeme suçudur yani şu anlama gelmektedir: Trafikte insanların yaşamını tehlikeye sokacak harekette bulunan, alkollü içki alıp daha sonra fütursuzca araç kullanan insanların, insanların can güvenliğini tehlikeye sokanların aslında bir hâkim karşısına çıkarılması bu maddeyle önlenmektedir ve öyle bir düzenleme yapılmaktadır ki alkollü, tehlikeli araç kullananların ön ödeme yoluyla yargıdan kurtarılmaları sağlanmaktadır. Bunu hakkaniyete uygun bulmuyorum yani insanların yaşamını tehlikeye düşüren birinin en azından hâkim karşısına çıkmasında büyük bir fayda vardır.
Değerli milletvekilleri, bu tasarının bir an önce gündeme getirilmesinin temel nedeni, tasarının 13'üncü maddesidir. Zira 13'üncü maddesi, Türk Ceza Kanunu'nun 103'üncü maddesinde değişiklik içermektedir. Aslında, değişiklik içermemektedir demek daha doğru olacaktır. Anayasa Mahkemesi, Türk Ceza Kanunu'nun 103'üncü maddesinin bazı hükümlerini iki farklı nedenle iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararında temel gerekçe şu... Önce bir maddeden bahsedeyim. Bu, çocuklara yönelik cinsel istismar suçunu düzenleyen maddedir 103'üncü madde. Bir, Anayasa Mahkemesi gerek mağdurlar gerekse failler arasında bir kademelendirme yapılmamasını bozma nedeni olarak görmüştür; birincisi bu. İkinci bir nokta, Anayasa Mahkemesi cezanın şedit hâlini yani ağırlaştırılmış hâlini düzenleyen madde hükümlerindeki ceza miktarını fazla bulmuştur. Bunun temel nedeni özellikle şudur: Geçtiğimiz Ceza Kanunu'nda yani 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nda cinsel suçlara ilişkin 3 tane temel ayrım vardır; bir tanesi ırza geçme, diğeri ırza tasaddi, bir diğeri sarkıntılık. Sarkıntılık da kendi arasında ikiye ayrılır; işte, elle sarkıntılık, sözle sarkıntılık gibi. Yıllarca bu kanun uygulanageldi ve eğer bir cinsel saldırı sonucunda kişinin ruhsal durumunda, fiziksel durumunda bir âraz ortaya çıkarsa, cezayı artıracak da bir madde vardı, o da o zamanki Türk Ceza Kanunu'nun 418'inci maddesiydi. Şimdi, bu düzenleme yıllarca alışkanlık hâlinde devam etti, uygulama buna alıştı, Yargıtayın içtihatlarıyla düzenleme yerine oturdu, lakin 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu'nda ayrı düzenleme yapıldı; cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı ve cinsel taciz gibi ve maddeler arasında bir süre sonra yapılan bazı tepkisel değişikliklerle ahenk bozuldu. Şimdi, bozulan ahengi ne yazık ki hiç kimse düzeltmek istemiyor ya da düzeltmekten çekiniyor.
Şimdi, bu düzenleme de yani 13'üncü maddenin 103'üncü maddenin (2)'nci fıkrasında yaptığı düzenleme aynen Anayasa Mahkemesinin iptalinin bire bir kendisidir. Yani, Anayasa Mahkemesi bu maddeyi iptal etmiştir, şimdi biz bu Anayasa Mahkemesinin iptalini yeniden yasalaştırmaya çalışıyoruz. Bu, kuvvetler ayrılığı ilkesine açıkça aykırı bir tutumdur. Beğenelim beğenmeyelim, toplumsal baskıya yeri gelirse göğüs germek zorundayız. Eğer biz toplumsal baskıya yeterince bir tepki gösteremezsek, o zaman kanunu uygulamanın da bir anlamı kalmaz. Bir süre sonra kanunsuzluk, bu tip yaklaşımlar yeni sorunları beraberinde getirebilecektir. Bu anlamda verdiğimiz bir önerge var, bunun düzenlemeye tabi tutulmasını istiyoruz.
Öte yandan, özellikle uygulamadaki arkadaşlar tarafından -ki Anayasa Mahkemesinin kararı da bu doğrultudadır- failin küçük olması durumuna ilişkin yeni bir düzenleme de yapılmamıştır.
Tasarının 17'nci maddesini ben son derece olumlu buluyorum. Çünkü, pek çok insanın ailesinde uyuşturucu kullananlar olabiliyor ve uyuşturucu kullanan kişiler toplumsal yapı tarafından kötü karşılanmasın diye aileler tedirginlik içinde bulunuyorlar, gizli kapaklı tedavi ettirmeye çalışıyorlar. Oysa, bir sağlık kurumuna başvuru hâlinde, suç teşkil eden bir eylemi gören sağlık görevlisi mutlaka bildirim zorunluluğuna tabidir. Yani, Türk Ceza Kanunu gereğince, suçu bildirmemek de suçtur. Bu anlamda, buna bir istisna getirilmektedir. Yani, çocuklarının uyuşturucu kullandığını tespit eden aileler, artık, çocuğunun eyleminin afişe edilmemesi olanağına kavuşacaklardır. Bu nedenle de bu maddeyi olumlu bulduğumu ifade etmek isterim.
Tasarının 21'inci maddesini ben oldukça sakıncalı buluyorum. Bakın, bu, bir alışkanlık hâline gelebilir. Tasarının 21'inci maddesinin hükmü şuna yöneliktir: Mahkeme, duruşma salonunu istediği gibi seçebilme hakkına sahip olacaktır. Yani, bir polis karakolunu bile mahkeme salonu olarak tercih edebilirsiniz ya da cezaevindeki bir odayı dahi mahkeme salonu olarak nitelendirebilirsiniz. Bu, keyfîliğe neden olabilecek bir durumdur. Adliyelerin duruşma salonları vardır. Eğer sayısal olarak yeterli bir çoğunluğa, yeterli bir kapasiteye sahip olmayan davalar söz konusuysa bunun zaman içerisinde hiç değilse Adalet Komisyonu marifetiyle çözümlenmesinde yarar vardır. Eğer siz bu işi tamamıyla mahkeme hâkiminin iki dudağının arasına bırakacak olursanız, duruşmaya bir saat kala duruşma salonunu değiştiren bir hâkim insanların savunma hakkını zedeleyebilir. Bunu da bir öneri olarak sunmak istiyorum.
22'nci maddeye kısaca bir değineyim. Bu, Sayın Adalet Bakanının çok istediği bir maddeydi. Geçmiş dönemlerde de biz olmasın demiştik ama evet, bir müessir fiilde, yaralama, kasten yaralama eylemlerinde aslında ceza miktarı düşük olsa bile bireylerin tutuklanması sonucunu doğuran bir maddedir. Evet, bir hassasiyetimiz var. İşte, bir hemşire kızımızın bir belediye otobüsünde bir meczup tarafından tekmelenmesi olayının sonrasında gündeme gelen bir maddedir ama her şeyden önce ilkesel davranmakta fayda görüyorum ben. Yani, toplumsal tepki oldu diye bu tip tutuklamaları yaygınlaştırmak doğru bir davranış değildir, sonra bunun kötüye kullanılmasının yolu açılabilir; diyebileceklerim bunlar.
23'üncü madde, tutuklamaya itiraz hâlinde inceleme süresini toplu suçlarda, örgütlü suçlarda artıran bir maddedir. Bunun da miktarı aslında tasarıda on beş gündü ama görüşmeler sonucunda yedi güne indi. Bu sevindirici olsa bile, bu sürenin bile çok olduğu düşüncesindeyim.
Şimdi, değerli milletvekilleri, özellikle 26, 27 ve 28'inci maddelerin üzerinde durmak istiyorum. Bu maddeler, iletişimin dinlenmesi, gizli soruşturmacı görevlendirme ve teknik takip suçlarını düzenleyen maddelerdir. Malum, 17-25 Aralıktan sonra, yargıya -tabiri caizse- çok da egemen olunmadığı dönemde apar topar çıkarılmıştır ve dinleme kararlarını, izleme kararlarını ve teknik takibi ağır ceza mahkemesinin oy birliğiyle kararlaştıracağına dair bir düzenleme yapılmıştır. Ben hatta o zaman demiştim, bu kürsüden de söyledim "Bir gün gelir, bunu tekrar eski hâle çevirirsiniz." diye. Bu, eski hâle çevirmedir. Benim bu konuda diyeceğim bir şey yok, eskiden ne diyorsam aynı düşüncedeyim ama arkadaşlarımız, milletvekili arkadaşlarımız, bu konuda ağır ceza mahkemesi -yani iletişimin dinlenmesi, teknik takip ve gizli soruşturmacı görevlendirme işleri yine ağır ceza mahkemesinin uhdesinde kalsın ama- hiç değilse çoğunluk oyuyla karar versin, böylece yasa dışı dinlemelerin önünde bir engel oluştursun düşüncesindeler, ben de onu takdirlerinize bırakıyorum.
Tasarının 32 ve 33'üncü maddeleri 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 247 ve 248'inci maddelerinde düzenleme yapmaktadır. Aslında 2 madde birbirine bağımlıdır. Bu, özetle şöyle açıklanabilir: Aranıp da bulunmayan bir failin, şüphelinin daha soruşturma aşamasında mal varlığına el konulmasını düzenlemektedir. Bunun günümüz liberal anlayışına çok uygun olmadığını düşünüyorum. Yani hakkında sadece bir iddia bulunan, tesadüfen aransa da belki bulunamayan bir kişinin bütün mal varlığına el konacaktır. Belki o kişi, ulaşılmış olsa çıkıp gelecektir, yani ifadesini verebilecektir. Bunun da üzerinde iyi düşünülmesi lazım. Bunun yargı aşamasında olduğuna dair bir madde vardır, bunun kapsamı genişletilerek iş soruşturma aşamasına aksettirilmektedir ki ben bunu açıkçası son derece yanlış bir düzenleme olarak görmekteyim.
Değerli milletvekilleri, 42'nci madde de -aynı biraz önce 3'üncü, 4'üncü, 5'inci maddelerde dediğim gibi- kesinleşme miktarını artıran maddedir. Bunu da bir vatandaşımızın alım gücünün esas alınması, bir vatandaş için bin liranın, 2 bin liranın da ne kadar değerli olabileceğinin düşünülmesi kaydıyla takdirlerinize sunuyorum.
Sayın milletvekilleri, son bir konuya özellikle değinmek isterim, onu sona bıraktım. Malum, Ergenekon dava dosyası var. Ergenekon dava dosyası, pek çok haksızlığın yapıldığını bugün anladığımız, insanları intihara sürükleyen soruşturmalardı, davalardı. Ve bu dava sonuçta pek çok badireden geçti, senelerce insanlar içeride yattılar tutuklu olarak, bizim milletvekillerimiz var aralarında; insanların kimi evinden oldu, kimi barkından oldu, kimi eşinden, çocuğundan oldu, özgürlük yoksunu oldu, pek çok birikimli insan bu özgürlüklerin kısıtlanması dolayısıyla o bilgilerini bu toplumla, bu ülkeyle, bu milletle paylaşamadılar ne yazık ki. Sonuçta Yargıtay dedi ki: "Burada örgüt yok, insanların mahkûmiyetine yeterli delil yok, var olan deliller de sahte. Savunma hakkını ihlal etmişsin. Kendini kanun yerine koymuşsun." Sonuçta bu dosya geçtiğimiz nisan ayında 6-7 nedenle bozuldu. Böyle bir dosya bu kadar nedenle bozulduysa bu hâkim, savcılar zaten ihraç edilirdi, şimdi hemen hemen hepsi tutuklu. İşin ilginç tarafı şurada: Aylarca bu dava sürüncemede kaldı, bir tır dolusu dosya; sürüncemede kaldı kaldı, sonuçta İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi bu dosyaya ilişkin yetkisizlik kararı verdi. Bir tır dolusu dosya şimdi Ankara'ya gelecek Ankara yetkilidir diye. Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 18'inci maddesinin (2)'nci fıkrası açıktır: "Bir sanığın mahkemede sorgusu yapıldıktan sonra yetkisizlik kararı verilemez." Bunu o hâkimlerin bilmemesi mümkün mü? Değil. Ağır ceza mahkemesi başkanı olmuş, İstanbul'a atanacak kadar kıdem sahibi olmuş bir yargıç, kesinlikle ve kesinlikle burada yetkisizlik kararı verilmeyeceğini bilir.
Şimdi, sormak lazım, bu yetkisizlik kararı neden verildi? Acaba, her şeyin üst aklı var da yargının da mı üst aklı var? Bunu sorgulamak zorundayız.
Bu açıkça şu anlama gelir: Bu hâkimler bunu biliyorlar, yetkisizlik kararı verilemeyeceğini biliyorlar, çünkü kanunun açık hükmü var. O zaman, bu Ankara'ya gelecek, Ankara diyecek ki: "CMK'nın 18'inci maddesi açık, yetkisizlik kararı veremezsin, ben de yetkisizim." Bu sefer dosya bölge adliye mahkemesine, uyuşmazlığın çözümü için gidecek. Bu, iyimser bir tahminle, en azından bir buçuk, iki yıl sürer.
Bu şu demektir: Ergenekon'da yargılanan sanıklar, sizi ceza tehdidiyle yüz yüze bırakmaya devam ediyoruz. Ayağınızı denk alın, sakın kıpırdamayın, sakın mevcut egemenin aleyhinde birtakım girişimlerde, sözlerde bulunmayın.
Bu çok büyük bir adaletsizliktir. Ergenekon'da bu insanların canları çok yandı, çok acı çektiler, onlara ikinci bir acıyı çektirmeyelim.
Buradan Sayın Adalet Bakanına HSYK Başkanı olarak sesleniyorum: Bu hâkimler hakkında derhâl işlem yapın, kanuna aykırı davranmışlardır diyorum, yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)